"Kadın peygamberler meselesi" dosyası, İbrahim Sediyani röportajının ikinci kısmıyla, bu bölümle devam edip sona erecektir.
Esas soruya gelelim: "Kadın Peygamberler" adlı 3 ciltlik kitabı yazdınız. Birkaç yılınızı alan bu dîn tarihi araştırması sürecinde üç semavî dînde bir şekilde adları ve hayat hikâyeleri geçen kadınlar üzerinde yoğunlaştınız. Niçin? Kadına karşı çağlardan beri süregelen erkek egemen bir bakış açısına mı isyan ettiniz yoksa hatalı bir dîn anlayışıyla kadın peygamberleri yok sayanları görüp bu hakikati kamuoyu ile paylaşmak mı istediniz?
"Kadın peygamberler" konusu, aslında yıllardan beridir işlemek istediğim bir konuydu. Sürekli erteliyor, başlayamıyordum. Küresel bir musibet olan koronavirüs (Kovid-19) pandemisi bu noktada benim için bir rahmet oldu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Çalışmanın hatta dışarı çıkmanın yasak olduğu, hep birlikte evlerimize kapandığımız o iki yılı fırsat bilerek, o zaman zarfında bu çalışmaya yoğunlaştım ve yıllardır yazmak isteyip de hayat gailesinden dolayı bir türlü başlayamadığım o kitabı yazdım. Ocak 2021'de yayınlanan "Kadın Peygamberler" kitabım 3 cilt 1019 sayfadan oluşmaktadır.
Bu kitabı yazmaktaki amacım, tam da sizin belirttiğiniz gibi, kadına karşı çağlardan beri süregelen erkekegemen bakış açısına isyan edişim ve hatalı bir dîn anlayışıyla kadın peygamberleri yok sayanları görüp bu hakikati kamuoyu ile paylaşmak isteyişim. Yani ikisi de.
Peygamberler konusu, peygamberlerin yaşamları ve mücadeleleri, her üç semavî dîne mensup toplumlar arasında da binlerce yıldır hep "erkek gözüyle" ve "erkek bakış açısıyla" yazılmış, anlatılmıştır. Benim "Kadın Peygamberler" adlı çalışmamda ise, peygamberler konusu, peygamberlerin yaşamları ve mücadeleleri, "kadın gözüyle" ve "kadın bakış açısıyla" anlatılmıştır. Her ne kadar kitabın yazarı bir erkek ise de, yani ben, yine de bu çalışma, "Dîn ve Peygamberler" konusunun feminal bakış açısıyla kaleme alınıp işlendiği bir çalışma olmuştur.
Dînler tarihi açısından binlerce yıl kökleşip kemikleşmiş tabuları, önyargıları, erkekegemen fikrî kalıpları /ezberleri yıkmaya çalışırken hangi noktadan hareket ettiniz? Her ideoloji ve siyasette olduğu gibi dînlerin ve bu arada yönetici zümrelerin çıkarlarına göre yazılmış resmî bir İslam tarihi var. Bir de halka, sıradan insana veya bilgili çevrelere yarayabilecek resmî olmayan tarihi var...
"Kadın Peygamberler" kitabını yazmaya başladığımda amacım, peygamberlerin yaşamları ve mücadelelerini, "kadın gözüyle" ve "kadın bakış açısıyla" anlatmaktı. Fakat yazarken bir şey fark ettim, öğrendim: Tek taraflı araştırma yapıp yazmıyordum. Tüm kutsal kitaplar, dînî metinler, antik tabletler, bilimsel veriler hatta arkeolojik bulgular, hepsini birden aynı anda dikkate alarak yazıyordum.
Bu çalışmayı yaparken, şunu fark ettim (ya da öğrendim): "Dîn" ve "peygamberlik" dediğimiz şey, aslında bize anlatıldığı gibi değil. İlk çıkış noktaları, doğumları, yaşananlar, tamamen farklı. Bugün var olan, inanılan ve bize anlatılan hali, o peygamberlerin ölümlerinden yüzyıllar sonra ve devletler eliyle (burası çok önemli ve aynı zamanda "tehlikeli") yazılıp sistematize edilmiş.
Bunun farkına varınca, bende büyük bir "bilinçsel devrim" gerçekleşti. Dîne bakışım, dünyaya bakışım, hayata bakışım, her şeyim değişti. Âdeta içimde büyük bir devrim oldu. Muhteşem bir devrim. "Kadın Peygamberler" kitabını yazarken, henüz yazım aşamasındayken oldu bu devrim.
Çünkü öğrenmiştim, anlamıştım. "Dîn" dediğimiz şey nedir, neyin nesidir, "kutsal kitap" dediğimiz bu kitapların özü nedir, "peygamber" dediğimiz bu şeylerin aslı astarı nedir, bütün bunlar neyin nesidir, bunları çözmüştüm, gerçeği kavramıştım.
Fakat kitapta, işin bu boyutuna giremezdim. İki nedenden dolayı: Birincisi; henüz o boyuta girecek yeterlilikte bir okuma yapmamıştım, daha çok araştırmam ve bilgilenmem gerekiyordu. İkincisi; o boyuta girersem, konu oldukça dağılıp genişleyecek, "Kadın Peygamberler" kitabı özünden, kendi mahiyetinden sapacaktı.
Böyle olunca, henüz "Kadın Peygamberler" kitabını yazmaya devam ederken ve çalışmam daha bitmemişken, kendi kendime bir karar aldım: "Kadın Peygamberler" kitabım bittikten ve yayınlandıktan sonra, yeni bir çalışmaya başlayacaktım. O da, bütün ömrümü alacak, belki de bitirmeye ömrümün yetmeyeceği bir çalışma.
Dünyada ne kadar dîn ve kutsal kitap varsa, ortaya çıkarılmış ne kadar antik tablet varsa, ne kadar arkeolojik bulgu varsa ve elimizde ne kadar bilimsel veri varsa, bunların hepsinin ama hepsinin ışığında, yani hepsini birden baz alarak, hepsini birden inceleyerek ve ele alarak, bütün bir dînler tarihini ve Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberler tarihini objektif ve nesnel bir biçimde kaleme almak.
Dünyada, tarihte, eşi benzeri hiç olmayan, olmamış ve kolay kolay da olmayacak böyle olağanüstü hatta insanüstü bir çalışmaya imza atmak.
Halihazırda devam eden ve kendi web sitem olan "Sediyani Haber" (www.sediyani.com) sitesinde bölüm bölüm yayınladığım, "Bilimsel Veriler, Arkeolojik Bulgular, Antik Tabletler ve Tüm Kutsal Kitaplar Işığında Objektif ve Gerçek Peygamberler Tarihi | Kürdistanlı Peygamberler" adlı çalışmam, bu çalışmadır.
Bu çalışmamı, "Sediyani Haber" sitesinde, "MAKALELER" (https://www.sediyani.com/?cat=9) kısmında takip edilebilir. Şu ana kadar 81 bölüm yayınlandı ve hâlâ devam ediyor.
Âdem'in ilk eşi Lilith'ten başlayıp Bakire Meryem, Deborah, Hulda, Nadya, Anna, Filipus'un evlenmemiş dört kızı ve Nebi Yeşaya'nın bahsettiği kadın peygambere kadar uzanan bir halkadan söz edilebilir. Soru şudur: Tarihteki toplumsal – inançsal kadın önderler niçin hep görmezlikten gelinip geri plana atılmıştır? Haklarında yazılanlar ise ya çarpıtılmış yahut kısaca şöyle bir değinilip geçiştirilmiştir?
Dînler tarihini okurken bir şey fark ettim: Bizim "dîn" dediğimiz olay aslında kadınların devrimidir. Yani kadınların eliyle gerçekleştirilen bir devrim ve bu devrimi erkekler kadınlardan çalmıştır. Bugün bilhassa kadınlara karşı kullanılan, kadınları ezmek için kullanılan dîn, aslında kadınların gerçekleştirdiği bir devrimdi. Ama ne oldu? Bu devrimi gerçekleştiren kadınlar ikinci plana atıldı, gölgede bırakıldı, onun yerine bizzat onlar eliyle yetiştirilen erkekler başrol konumuna getirildi.
Dînler tarihini okuduğumuz zaman Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa, Hz. Muhammed diye okuyoruz. Ama ben dînler tarihini okurken bir şey fark ettim: Hz. İbrahim'i yetiştiren Hz. Sara, Hz. Musa'yı yetiştiren Hz. Asiye (Taduxepa; Nefertiti), Hz. İsa'yı yetiştiren Hz. Meryem, Hz. Muhammed'i yetiştiren de Hz. Hatice annemizdir.
Bunu gördüğüm zaman şunun farkına vardım: Dîni bir yemek olarak düşünün ve bu yemeği mutfakta pişiren kadınlardır, ama dışarıya servis eden erkeklerdir. Kimi kocasına, kimi oğluna, kimi de evlatlığına servis ettiriyor.
Bunu gördüğümde bende bir bakış açısı oluştu. Gördüm ki bu devrim kadın devrimidir. Yani bir anlamda "Kadın Peygamberler" kitabı dînler tarihini yeniden yazmaktır. Ama nasıl yeniden? Bugüne dek olduğu gibi erkekegemen zihniyetle değil, feminal bir bakış açısıyla ve gerçekçi bir bakış açısıyla yeniden yazılmasıdır.
Sanıyorum bunu ilk defa yapan benim. İnsanlar bunu eleştirebilir, yaptığıma karşı bir hınç duyabilir, eline geçerse linç etmek isteyebilir. Doğru yaptığıma inanıyorum. Doğru yaptım derken sadece kendime göre değil, Allah'ın indinde de doğru yaptığıma inanıyorum.
Allah-û Teâlâ en temel vasfı olan "yaratma" sıfatını bile kadının bedeni üzerinden icra ediyor. Doğumu yapan kadındır. Benim inancıma göre kadını aşağılayan Allah değil, bilakis kadını aşağılayan bizleriz.
Kendi ataerkil yorumlarımızla, ataerkil bakış açısıyla yazdığımız dînî metinler ve dînler tarihi ile bu mirası kadınlardan çalarak onlara bu kötülüğü yapan bizleriz.
Buna inandım ve bu çalışmayı bu imânla yaptım. Dolayısıyla kadın bakış açısıyla yazılmış, dînler tarihinin feminal bir bakış açısıyla yazıldığı bir eser çıktı ortaya.
Dînlerin bugünkü mevcut halleri, iktidar eliyle ve kurumsal erk(ek) gücüyle yazılmış olduklarından, bu büyük "devrim"in asıl mimarları olan kadınlar ikinci plana atılmış, gölgede bırakılmıştır.
Bu devrim kadınların devrimidir.
Dînlerin ataerkil bir kültür kazanması birdenbire olmamıştır. Belli bir sürecin ardından değişime uğramıştır. Peygamberler tarihini okuduğunuz zaman şunu görürsünüz: Sara, İbrahim'le evlenmeden önce de aynı Sara'ydı.
Sara, Harran'ın prensesidir. Bilgili, kültürlü, entelektüel, filozof bir kızdır. Ama İbrahim sıradan bir gençti. Bundan şunu anlıyoruz ki İbrahim'i yetiştiren Sara'dır.
Aynı şekilde Musa Asiye'nin, İsa da Meryem'in elinde büyümüştür. Sara ile İbrahim arasında olanların aynısı Muhammed ile Hatice evliliğinde de var. Hz. Hatice, Hz. Muhammed'le evlenmeden önce de aynı Hatice'dir.
Aynı bilgi, aynı zekâ ve aynı ilmî ve entelektüel birikime sahiptir. Hatice oranın bir yöneticisi gibidir, o coğrafyanın iktisadî lideridir. Dünyayı gezen, dînleri bilen, farklı kültürleri tanıyan entelektüel ve aydın bir kadındır. Ama Muhammed Mekke'de yaşayan herhangi bir insandır.
İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed büyük peygamberlerdir. Dînler tarihi bunu yazar, ancak bir şeyi atlıyor; bunları yetiştirenler kadınlardır. Yani bu şu anlama geliyor: Mutfaktaki yemeği pişiren kadındır, ama pişirilen bu yemeği dışarıya servis eden erkektir. 30 yıldır dînler tarihi ve dînler hakkında yaptığım araştırmalar beni bu sonuca götürdü. Ve bu tefekkürlerimin sonucu olan birikimimi "Kadın Peygamberler" kitabında somutlaştırdım.
Kitabınıza gelen olumlu yahut olumsuz tepkiler ne oldu?
Bu kitapla ilgili bana gelen tepkiler çok iyi ve onurlandırıcı. Özellikle gerçek anlamda dînle ilgili çalışmalar yürüten çevrelerden gelen tepkiler beni ciddi anlamda memnun etti. Saydıklarımın içinde ilahiyatçılar, profesörler, dînî âlimler, yazarlar, farklı siyasî partilerden dînle ilgili olan siyasetçiler var.
Kitaba gelen olumsuz tepkiler, sert eleştiriler hatta saldırılar da var elbette. Bunlar genelde iki gruptur:
Birinci grup; zaten kadın peygamberleri kabul etmeyen, resmî dîn anlayışını sorgulayacak cesareti ve kapasitesi olmayan, bildiğiniz yobaz ve bağnaz kesim.
İkinci grup ise; aslında kadın peygamberlere karşı değil, kadın-erkek eşitliği konusunda son derece uygar ve benimle aynı vicdanî zemine sahip, ama kitabın içinde "Kürt", "Kürtçe", "Kürdistan" kelimeleri geçtiği için, buna yönelik bir rahatsızlıkları var.
Ben bunlara "Kürt düşmanı" demek istemiyorum, çünkü söylediklerine göre onların da Kürt arkadaşları varmış. Yine söylediklerine göre, hepimiz kardeşmişiz.
Binlerce yıldır kız alıp vermişiz, kaynanaları çatlatmışız. Çanakkale'de, Conkbayırı'nda, Anafartalar'da, Trablusgarp'ta, Viyana'da, Münih'te, Frankfurt'ta, Berlin'de, aynı döner dükkânında beraber çalışmışız...
Bu insanlar bana sadece tavır koyacaklarına, nasıl bir şekilde yazmam gerektiğini de söyleyip en azından alternatif sunarlarsa, yani bana bir yol gösterirlerse, kendilerine müteşekkir olacağım.
Meselâ olayı nasıl anlatmamı istiyorlar? Geçmişteki İslam tarihçilerinin yaptığı gibi, Hz. Âdem'den tutun Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberler ve tüm şahsiyetler sanki Arap'mış gibi mi konuyu anlatayım?
O "İslam tarihçileri", bırakın peygamberleri, Allah'ı bile – hâşâ – sanki bir Arap'mış gibi anlatıyorlar. Ben de onlar gibi mi yapayım?
Ya da meselâ, Hz. İbrahim ile Hz. Sara'nın hayatını anlatırken, "Güneydoğu bölgemizde, 63 plakalı Şanlıurfa ilimizin Harran ilçesinde yaşayan İbrahim ile Sara..." şeklinde mi anlatayım?
Veyahut, kitapta herhangi bir kelimenin etimolojisini yaptığımda, şayet o kelimenin aslı Kürtçe ise, bunu demeyip, "Türkiye'nin doğu ve güneydoğusunda, Suriye ve Irak'ın kuzeyinde ve İran'ın batısında konuşulan bir dil" mi diyeyim?
Nûh Tufanı'nı anlatırken, nasıl anlatayım meselâ? Tufanın yaşandığı coğrafyayı söylediğimde (ki söylemek zorundayım konuyu anlatırken), hangi isimle söyleyeyim? Hakikaten kitabı nasıl yazmamı, konuları nasıl anlatmamı istiyorlar? Beni aydınlatırlarsa sevinirim.
Türkiye'de yıllarca "Kürt", "Kürtçe", "Kürdistan" kelimeleri zor ve baskı ile yasaklandı. Bu kelimeler yüzünden milyonlarca insana yaşadıkları hayat zehir edildi. Binlerce insan bu kelimeler için ağır bedeller ödedi. Devletin uyguladığı sansür yetmiyormuş gibi, bir de biz mi kendi kendimize sansür uygulayalım?
Üstelik bunu bizden bekleyenler de, kendilerine "İslamcı", "Solcu" diyen, kendilerini "evrensel", "ümmetçi", "enternasyonalist" olarak tanımlayan kişiler! İyi ki "evrensel"mişsiniz valla, ya bir de olmasaydınız ne yapacaktık?
İster ilahiyatçı veya dîn tarihi yazarları isterse erkekegemen görüşü benimseyen yazarlar olsun, onlardan size "bu fikriniz yanlıştır, gelin kamuoyu önünde tartışalım" şeklinde bir çağrı oldu mu? Veya siz bir öneri sundunuz mu? Sonuç ne oldu?
Daha çok kitabı destekleyenler bu tekliflerde bulundu ve onlarla canlı yayınlar yaptım. Hepsi de güzel ve verimli geçti, çok keyif aldım. Gazeteler, dergiler, web siteleri röportajlar yaptı. Ama bunların tamamı, kitabı ve dolayısıyla beni takdir edenlerdi.
Karşı çıkanlar genelde arkamdan konuşmayı tercih ettiler. Benim olmadığım ortamlarda ve canlı yayınlarda, videolarında aleyhimde atıp tuttular.
Ben "kadın peygamberler" mevzûsunu isteyen herkesin karşısında, her platformda ve her televizyonda konuşmaya, tartışmaya hazırım. Bir insan tartışmadan kaçar mı? Kaçıyorsa, dayandığı temeller çürük demektir.
Almanya'daki Kürt ve Türk toplumunu tanıyorsunuz. Sizin kitabınıza bu iki farklı toplumdan gelen tepkiler nasıl? İki toplumdan hangisi kadına muamele yönünden daha tutucudur?
Kürtler genelde çok olumlu tepkiler gösteriyor, beni ve çalışmamı sahipleniyorlar. Dîndar olsun veya seküler, ister Müslüman olsun veya başka dînden, Kürtler beni seviyor. Türklerin de aydın kesimi böyle. Ben de onları seviyorum doğal olarak.
Kadına muamele açısından Almanya'daki Kürt ve Türk toplumu, memleketteki Kürt ve Türk toplumundan daha iyi. Bunda tabiî Avrupa'da yaşamalarının birinci derecede etkisi var. Sonuçta medeniyetin ortasında yaşıyorlar.
Uygar bir ülkede yaşadıkları için ve burada yasalar kadınları koruduğu için, buradaki Kürt ve Türk erkekleri, kendi kadınlarına karşı "Anadolu irfanı"nı sergileyemiyorlar.
Sadece kitap yazmakla yetinmiyorsunuz. Birçok ülke gezip tarihlerini ve seyahat izlenimlerinizi kaleme aldınız. Bunlar size insanlık, evrensellik, kültürel ve toplumsal olarak ne kazandırdı?
Çok şey. Beni ben yapan budur, gezilerimdir. İranlı sosyolog ve düşünür Ali Şeriatî, hicret eden toplumların düşünce ve uygarlıkta ilerlediğini, yerinde kalan toplumların ise geri kaldıklarını söyler. Aynı şey bireyler için de geçerli.
30 yılı aşkın gazetecilik, yazarlık ve seyyahlık hayatımda, evet çok güzel şeyler yaşadım, fakat çok kötü şeyler de yaşadım. Korkunç hadiselere tanık oldum. Son 15 – 20 yılda nerdeyse haber bültenlerinde izlediğiniz, dünya çapında gündem olan tüm büyük hadiselerin bizzat özne olarak içindeyim. Bu o kadar kolay değil.
Haccda sel ile Keşmir'de deprem felaketlerini gördüm, yaşadım. 2009 yılında Almanya'nın Ludwigshafen şehrinde Gaziantepli bir ailenin oturduğu bir binada çıkan yangında 9 insanımız diri diri yanarak can verdi. O olay olduğunda, bir gazeteci olarak, üç gün boyunca yanan o binanın tam karşısına kurduğumuz canlı yayın aracının içinde yatıp kalktım...
2010 yılında Mavi Marmara gemisinde gözümün önünde arkadaşlarım öldürüldü. Kelepçelenip, İsrail tarafından çölün ortasındaki bir hapishaneye atıldık...
2011 yılında Somali'deki açlık ve kuraklık felâketi, 2012 yılında ırkçı Myanmar rejiminin Arakan topraklarında mazlum Müslüman Rohingya halkına karşı gerçekleştirdiği son büyük katliâmın canlı tanığıyım.
2019 yılında Arjantin'in başkenti Buenos Aires'te, 1976 yılında gerçekleşen askerî darbede izlerini kaybettikleri yakınlarının bulunması için 42 senedir her hafta eylem yapan Arjantinli annelerin Plaza de Mayo (Mayıs Meydanı)'da 25 Nisan 2019 günü gerçekleştirilen 2141. eylemine katıldım. O annelere destek verdim, onlarla birlikte yürüdüm ve slogan attım...
2022 yılında, Akdeniz üzerindeki, İspanya'ya ait İbiza Adası'nda bir hafta bilimsel ve arkeolojik çalışmalar yaptım. Ada üzerinde ilk insan yaşamını başlatan ve adada M. Ö. hüküm süren Fenike Uygarlığı ile M. S. hüküm süren Endülüs İslam Medeniyeti'nin izlerini sürdüm...
Acılar gördüm, zûlümler gördüm, vahşetler gördüm, anlıyor musunuz? Katliâmlar, soykırımlar, savaşlar gördüm. Açlık, yokluk, doğal âfetler, sel ve deprem gördüm.
Ağaç yapraklarıyla beslenen aileler gördüm. Bebeğine toprak yedirerek karnını doyurmaya çalışan anneler gördüm. Baltalarla doğranan insan cesetleri, yakılan evlerde diri diri yanan bedenler gördüm. Mülteci kamplarını, kitlesel kaçışları gördüm.
Yaşadıklarım, bizzat kendi gözlerimle tanık olduklarım, psikolojimi nerdeyse tamamıyla tahrip ediyordu. Akıl sağlığımı bir ara yitirmek üzereydim. Geceleri uykum gelmiyor, uyuduğumda ise o yaşadığım vahşetler rüyâlarıma giriyordu. Geceyarıları çığlık atarak uyanıyordum.
Yazılar yazarak, edebiyatla sanatla kalemle ayakta durmaya çalışıyordum. Bu yazı yazma meşguliyetlerim olmasaydı, şimdi deliler hastanesindeydim.
Zor toparlandım. Ama toparlandıktan sonra, hayatı yeni baştan sorgulamaya başladım. Kim olsa sorgular! Yaşamı, dünya hayatını, insanlığı, dînleri, Tanrı'yı, her şeyi sorguladım.
Tamamen yeni bir insan oldum.
Hiçbir şey kendiliğinden olmuyor, küçük bir nedenden dolayı olmuyor. Bu değişimin periferisinde dolu dolu yaşanmış bir geçmiş var.
İbrahim Sediyani İpek kimdir?
Biyografisindeki bilgilere göre, yazarın öz yaşam öyküsü kısaca şöyle:
"5 Mart 1972, Karakoçan-Elazığ doğumlu. Gazeteci, yazar, şair, edebiyatçı, düşünür, kâşif, seyyah, doğa ve çevre aktivisti, hayvan hakları aktivisti ve sivil toplum temsilcisi. Almanya'da yaşıyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı, Kürt bir ailenin evladı. Anadilini iyi biliyor ve konuşuyor.
Kaleme aldığı "Seyahatname" İran'da Farsçaya, Doğu Türkistan'da Uygurcaya çevrilen, gezileri hakkında Almanya, İsviçre, Liechtenstein, Makedonya, Yunanistan, Kıbrıs, İran, Kürdistan, Doğu Türkistan, Hollanda ve Korsika medyasında haber ve makaleler yazılan seyyah.
Türkçe, Kürtçe ve Almanca şiirlerden oluşan şiir kitabı bulunan şair. Alman filozofların, kitaplarında Yahudî kadın düşünür ve edebiyatçı Hannah Arendt'e benzettiği edebiyatçı. Batman'ın Güvercin (Emso) köyünde piramit olma olasılığı yüksek tepeler, altındaki yeraltı şehri, üç tane höyük, iki tanesi tamamen ortaya çıkartılmış yüzlerce kaya mezarı ve sanduka mezarlar, bir adet yeraltı tapınağı ve Antik Çağ'a ait onlarca ev ve tarım aletini keşfeden üç kâşiften biri.
Aralarında TGRT Haber, FOX, TR 1 televizyon kanalları ile Sabah, Türkiye, İHLAS Haber gibi medya kuruluşunun da aralarında bulunduğu irili ufaklı 40 kadar yayın organıyla çalıştı.
Araştırma, tarihi, seyahatname, fikir ve edebiyat dalları üzerinde yayınlanmış yüzlerce makalesi ve 10 kitabı bulunuyor. Kitaplardan 7'si Türkçe, 1'i Kürtçe, 1' Almanca ve 1'i de Türkçe-Kürtçe-Almanca olarak basıldı. Yazar anadili Kürtçenin yanı sıra Türkçe, Almanca ve İngilizce biliyor."
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish