Türkiye tarihin tekerrür performansının en yüksek olduğu ülkelerin başında geliyor olmalı.
Bu, hem hayatın olağan akışında hem de tarihi rollerin ve atıfların hayli popüler olduğu politika sahasında geçerli.
"Ortalama" bir Türk'ün kendisini etrafı düşmanlarla çevrili daimi teyakkuz halinde hissetmesinin nedenlerinin başında tarihi olaylarla bugün yaşananlar arasında çoğu zaman "zorlama" benzerlikler oluşturma alışkanlığı geliyor.
Ülkenin sağ mahallelerinde, ağırlıkla Osmanlı devri olmak üzere, tüm Türk tarihi, sol mahallelerinde ise, ağırlıkla cumhuriyetin ilk çeyrek yüzyılı olmak üzere, modern Türkiye tarihi bu benzerlikler imalathanesinin hammaddesini oluşturur.
Bu, benzetmelerde makul ile aşırı arasında gidip gelen sarkacın tribünleri hareketlendiren anlarının "aşırılar" olduğunu belirtmeye hacet yok.
Son dönem bu benzetme atölyesinin en makul ürününün 14 Mayıs 1950 ile 14 Mayıs 2023 arasında kurulan benzerlik olduğunu düşünüyorum.
İşin istisnai tarafı ise bu tip konularda uzlaştığı pek görülmemiş sağ ve sol mahallelerin ittifakla bu benzerliği benimsemeleri oldu.
Esasen bu ittifak sağ ve solun belirsizleşen sınırlarıyla, herkesin gözünü "merkezin" afili manzarasına diktiği zamanla alakalı yönler barındırsa da istisnailiği bakımından hayli ilgi çekici.
Tabi bu ilgi çekiciliğin tarihe mal olması için bugünkü 14 Mayıs'ın dünkü 14 Mayıs gibi yaşanması gerekiyor.
Böyle olmazsa ilki hakiki ikincisi replika olmaktan öteye geçmez.
Ne olmuştu 14 Mayıs 1950'de?
Cumhuriyetimizin kurucu partisi CHP çeyrek yüzyıllık iktidarının Atatürk'süz 12. yılındaydı.
Bugün herkesin başını öne eğen "açık oy-gizli tasnif" rezaletinin yaşandığı '46 seçimlerinin üzerinden 4 yıl geçmişti.
O zaman hakkı yenen sadece DP değil millet iradesiydi. Ama millet iradesinin hakkına hakkıyla sahip çıkacağı şartlar oluşmamıştı.
İlerleyen dönemde bu şartlar oluştu hem de öyle bir oluştu ki haklının hak ettiğini alması engellendiğinde haklı ibretlik biçimde hakkını almayı bildi.
Bu satırları okuyanların zihninde 2019 İstanbul seçimleri canlanacaktır muhtemelen.
Hani şu devrin iktidar sahiplerinin millet iradesinin 13 bin oyla tecellisine burun kıvırdıkları için 800 bin oyla millet tarafından terbiye edildikleri meşhur seçim.
Yabancıların "flask back" dediği belki bizim gelenekte "tayyı zaman, tayyı mekan" denilebilecek yolculuğumuza geri dönelim.
1950'nin 14 Mayıs'ında CHP, başlarında cumhurbaşkanı ve "Milli Şef" sıfatlarını taşıyan milli mücadele kahramanı İsmet Paşa ile hayli muktedir görünüyordu.
Türk halkı ilk defa tam ve sağlıklı bir şekilde sihirli bir kelimenin gücünü keşfetmek üzereydi: Sandık.
Celal Bayar ve Adnan Menderes'in liderliğinde DP'nin kazandığı 14 Mayıs seçimiyle Türkiye, talihsiz kısa kesintilere uğrasa da halkın asıl patron olduğu demokratik ülkeler içerisine komşularına ve pek çok benzerlerine göre oldukça erken bir tarihte dahil oldu.
Bu noktada bir hakkı teslim etmek gerekir. İsmet Paşa 1946 seçimlerinden farklı olarak tarihi bir sorumluluk üstlendi ve iktidarı olması gerektiği gibi yeni seçilenlere devretti.
Yalnız bu tavrı dikkate alındığında bile hatırası fazlasıyla hürmete layıktır.
Demokrat Parti'nin 1946'daki hakkı gasp edilen zaferi ve 1950'deki hakkı teslim edilen zaferinin ana nedenlerinden birinin halkla etkin teması kaybetmiş CHP kadrolarının aksine halka bütünleşen ve çağın gerektirdiklerini vadedebilen DP kadroları olduğu açıktır.
Halkla etkin teması kaybetmek ne demektir gelin onu da bugüne dönüp 2023'ten açıklayalım.
Yüksek öğrenim görmesi mücadelesini bir dava haline getirdikleri muhafazakar genç kızların özgürlük ve güvenlik taleplerini kısmi blok oy iştahıyla göz ardı etmektir. Hem de bizzat kendi kızlarının eleştirilerine rağmen.
Ekonomik krizde çocukları proteinsizlikten bodurlaşan Türkiye'de manda yoğurdu, Medine hurması ve Anzer balıyla öğün tavsiye etmektir.
Büyük deprem sonrası ilk 72 saat devlet namına hiç kimseyi görmeyen, üzerinden bir ay geçtikten sonra ciddi kısmı hala çadıra kavuşamamış depremzedelere çadır teknolojisinde hedeflediğimiz yeri anlatmaktır mesela.
On binler enkaz altında feryat ederken, halkın koordinasyonunda hayati olan sosyal medyayı eleştirilerden kaçınma gayesiyle sınırlandırmaktır.
En zor zamanında halkın, en ihtiyaç duyduğu malzemeyi başkalarına satan Kızılay başkanını sırf "kendisinden" gördüğü için görevde tutma inadıdır.
Afet sonrası kendi belediye başkanlarını arayıp muhalifleri aramamaktır.
Gezi olayları esnasında çıktığı televizyon programında gazetecinin "Her içki tüketen alkolik midir?" sorusuna kendinden emin "Evet" demek, gazetecinin "Ama sizin partinize oy veren ve içki içenlerde var" sözlerine "Bize oy verenler hariç" demektir.
Başkentin ortasında güpegündüz adi suçlulara katlettirilen bir akademisyenin ardından sessiz kalmaktır.
Suçlu kendinden olunca saklamak kendinden olmayınca üzerine gitmektir.
En galiz sözlerle yaftaladığı isimleri safına katınca övmek, övdükleri yanından ayrılınca hakaretler savurmaktır.
Halkın zihnine paralel bir yalan dünya kurma çabasıdır. Boğazda yalı tanıtımı yapar gibi girişte antrenin karşıladığı çadırlar anlatmaktır. Bunu yaparken yüzü kızarmamaktır.
AB'den alınan birkaç milyar dolara Türkiye'yi başıbozuk göçmenler diyarına çevirip dünya lideri cakası satmak, ümmetin lideriyiz havalarındayken Suud'dan güçlükle temin edilebilen 5 milyar dolara havalara uçmaktır.
Peki, durum bu kadar vahimse 1950 14 Mayıs'ından bu yana sihirli değiştirici güç olan sandıktan çıkan sonuçlara ne demeli?
İşte bunun yanıtı başlığımızın hakkını vereceğimiz yer olacak.
Siyasette değişim alternatiflerin kabullenilişiyle mümkündür.
Bakınız alternatiflerin oluşuyla demiyorum. Alternatiflerin kabullenilişiyle diyorum.
Buradaki kabulleniş elbette halkın alternatifi içselleştirmesine, benimsemesine bir atıftır.
Tayyip Bey 21 yıllık iktidarı boyunca olası alternatiflerini alternatif olmaktan çıkarmayı başardı.
Kimilerini düşmanlaştırıp ötekileştirdi, kimilerini kendisine katılmaya ikna etti.
Bu iki yöntemle Türk siyasetinde kendi sınırları dışında bir fidanın yeşermesine izin vermedi. Ya söküp kendi bahçesine dikti, sökemediğini ise kuruttu.
Halkın Tayyip Bey'e popüler alternatif olduklarını kabullendiği iki aktör 2019'da Ak Parti iktidarının 17'inci yılında çıkabildi: Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş.
Yavaş'ın Ankara'yı İmamoğlu'nun İstanbul'u hem de şeddeli kazanması dengeleri değiştirdi.
Tekerrür atıflarının havada uçuştuğu Türkiye'de bu "iki şehri alan ülkeyi alır" algısı hakimdi.
1946'daki rezaleti aratmayan seçim tekrarı kararına Tayyip Bey'in ikna olmasında bu algıdan kaynaklı endişenin belirleyici olduğunu düşünüyorum.
2019'dan sonra iktidarın bilhassa ana tehlike olarak kodladığı İmamoğlu'nu "bitirme" gayretleri hiç hız kesmedi.
Çektikçe çektiler ama sökemediler. Dibine ne koydularsa kurutamadılar. Aksine boy atmaya devam etti.
Kendilerince çareyi siyasi yasakta buldular. Daha doğrusu bulduklarını düşünüyorlardı ki: Meral Akşener'in hızlı ve aktif hamlesinin de etkisiyle Saraçhane yeni bir tekerrür sahnesine dönüşüverdi.
Tayyip Bey'in İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'ndan cumhurbaşkanlığına uzanan yolcuğunun ilk ateşleyici gücü devrin muktedirlerinin koyduğu siyasi yasak olmuştu.
Tarihi tekrarlara, benzerliklere bayılan bir kamusal zihin dünyası için bu yeni bir devrin ve ismin gelişinin habercisi olarak algılandı.
Mansur Yavaş ise günlük politikadan uzak durma konusundaki insanüstü gayretiyle popülaritesini İmamoğlu'nun bile üstüne taşımıştı.
Kavgadan, gürültüden uzak duruyor, ringe çıkmadığı için yumrukta yemiyordu.
İmamoğlu ise ringleri seviyor, haliyle önde olduğu müsabakalarda bile kaçınılmaz olarak bazı darbeler alıyordu.
Günün sonunda kamuoyu yoklamalarında iktidarın yerinden sökemediği, kurutamadığı iki fidan artık koca ağaçlar oluvermişti.
Olmuştu olmasına ama bir ortak akıl platformu hüviyeti kazanan 6'lı masada her şey konuşulmuş, belirlenmiş ama aday konusu sona bırakılmıştı.
Masada ağırlık kazanan görüş iki popüler belediye başkanının görevlerine devam etmesi ve masadaki en büyük partinin genel başkanının cumhurbaşkanı adayı olarak gösterilmesiydi.
Bu hakim tavra itiraz Meral Akşener'den geldi. Akşener'e göre iktidarın tüm hatalarına rağmen seçimle kazanarak yola devam etmesinin en önemli nedenlerinden biri halk nazarında alternatifinin olduğunun değerlendirilmemesiydi.
Mademki şimdi iki en büyük şehri tüm zorluklara rağmen kazanmış ve yine tüm engellemelere rağmen etki sahalarını arttırabilmiş iki isme sahiplerdi, o zaman risk almamalı ve anketlerde Tayyip Bey'e önemli farklar atan bu iki isimden biri aday olarak ilan edilmeliydi.
İttifakın diğer genel başkanları kendileri bakımından haklı gördükleri nedenlerden ötürü Kemal Kılıçdaroğlu isminde ısrarcı olunca yakın dönem siyasi tarihimizin en gergin birkaç günü yaşanmış oldu.
Meral Akşener aylardır kamuoyu önünde sakince dile getirdiği itirazını bu defa oldukça yüksek perdeden Türkiye'ye duyurdu.
Sesinin perdesinin aksi herkesi sarstı. Sarsıntının ilk şokuyla kimileri ağzına geleni söylemeyi kimileri sükûnet tavsiye etmeyi tercih etti.
Akşener çok kritik bir anda tahmin edilmeyen bir hamleyle kendisinin iştirak etmediği bir kararın ortak karar vasfı taşımayacağını sevenlerine ve sevmeyenlerine kabul ettirmiş oldu.
Türkiye'de bir kadın olarak 30 yıla yakındır kesintisiz politika yapıyordu ve erkek egemen bu sahada hep oyunda kalmayı başarmıştı.
Yine öyle oldu. 6'lı masanın 5 erkek genel başkanının mutabakatı karar birlikteliklerini masanın mutabakatı yapmaya yetmemişti.
Akşener'in sarsıcı sertlikteki hamlesinin sonucu Millet İttifakı'nın çok popüler iki büyük şehir belediye başkanının cumhurbaşkanı yardımcısı adayları olarak 'oyuna' dahil edilmeleri oldu.
Bu bakımdan "cerrahi operasyon" işlevselliğinde bir süreci yaşamış olduk.
Cerrahi müdahale sorunu çözmek için zorunlu olan hallerde başvurulan bir yöntemdir.
Yapısı itibarıyla sert ama sonuca en doğrudan gidilebilen metottur. Adayın belirlenmesi sürecinde Meral Akşener'in hamlesi sonucunda sınanmış ve kriz performansı bakımından başarılı olmuş, iki çok popüler belediye başkanının itici gücüyle kuvvetlendirilmiş zinde bir ittifak oluşturulmuş oldu.
Akşener dışındaki genel başkanların hakkını da teslim etmek gerekir. Belki en cesur hamleyi yapan, yani sorun alanına ilk neşteri atan Meral Akşener oldu ama diğer genel başkanlarda bir doktor titizliğinde ittifakın zinde bir şekilde ayağa kalkması için gayret ettiler.
Sonuçta halk Tayyip Bey'den çok daha popüler ve Tayyip Bey'e rağmen kök salmış, boy atmış iki aktörü Millet İttifakı'nın cumhurbaşkanı adayı Kemal Kılıçdaroğlu'nun sağında ve solunda görme imkanına kavuşmuş oldu.
Türk siyasetinde bir genel başkanın hem sosyal hem de politik hiyerarşi bakımından kendisinin altında yer alan belediye başkanlarına dair aldığı bu maliyetli ön açıcı tavrın benzerini bulmak zordur.
Hele Akşener gibi akıntıya karşı kürek çekerek fırtınalı havada ciddi mesafeler alarak liderliğini ispatlamış bir genel başkanın iki belediye başkanının halk nazarındaki karşılığının kendisinden de yüksek olduğunu dillendirmesi alışık olmadığımız bir durumdur.
Zira siyasi partiler kanununun verdiği "yarı tanrı" yetkiler ve sosyolojimizin merkeziyetçi temayülünün domine ettiği siyasi partilerde bir genel başkanın herhangi bir gücü kendisi dışındaki bir figürde, hele hele astı pozisyonundaki birilerinde gördüğünü iddia etmesi başlı başına haber değeri taşıyan bir olaydır.
Akşener'in sorunlu bölgeye neşteri vururken neler olacağını öngörmediği söylemek siyasetteki 30 yılını hesaba katmamak demek olur.
Millet İttifakı'nın sağlıklı ve zinde bir şekilde ayağa kalkması için başka çare kalmadığını düşündüğü anda yaptığı hamlenin neticesi İmamoğlu ve Yavaş'la güçlendirilmiş ve etki sahası genişletilmiş bir 13. Cumhurbaşkanı adayı oldu.
Anketlerdeki çok olumlu yansımasına bakılınca Akşener'in sıklıkla dile getirdiği "kazanacak aday"ın belki doğrudan değil ama bir nevi ortak akılla inşa edilerek oluşturulduğunu söyleyebiliriz.
Tarih doktoralı bir akademisyen olan Akşener'in 14 Mayıs'ta tarihin tekerrür edebilmesi için yaptığı sarsıcı ama kesin olarak sonuç alıcı hamlenin zaman ilerledikçe daha iyi anlaşılacağını söylemek yanlış olmaz.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish