Kritik kararları kim verecek?

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

İllüstrasyon: Joey Guidone

Ak parti iktidar olduğunda Türkiye, yüz yılın biriktirdiği ve artık adeta el atılamaz hale gelmiş sorunlarla ağır bir kriz içerisindeydi.

Ağırlığı daha çok iktisadi meselelerde duyulsa da, siyaset, şehirleşme, eğitim, cinsel ve etnik ayrımcılık gibi alanlarda kronikleşmiş sorunlar acilen çözüme kavuşturulmayı beklemekteydi.

Tüm bunları çözebilmek adına iktidara gelen Ak Parti, geleceğe dair bir umut ve heyecan yaratsa da, Yunan düşünür Solon'un söylediği gibi, "hiçbir şeyin sonunu görmeden hakkında karar vermemeli."

Nitekim son günlerde yaşadığımız bazı hadiselere şahit oldukça, içimizden "galiba o günleri yaşamaktayız" duygusu geçmekte değil mi?

Mesela sık sık duymaya başladığımız şu söze ne demeli:

Son yılları saymazsak başarılıyız.


İyi de marifet tam da o son yıllardadır zaten. Ve hatta ülke sorunlarına el atarak görece bir olumlu hava yaratılan ilk iki dönemi, siyasal şartları zorlayarak uzatmaya ve o güne değin yaratılan olumluluk havasından hızla uzaklaşacak bir biçimde iktidarda kalmayı topluma dayatmaya kalkışmayan, zor şartlarda geldiği iktidardan uygun bir zamanda ayrılmasını da bilen bir bilgeliktedir.

Nitekim iki dönem kuralı tam da bu tip zaruretlerin deneyimiyle siyasal geleneğe sokulmuştur.

Yapılabilecekleri bir ölçüde gerçekleştiren ama bir taraftan da iktidarı çıkarsal ilişkilerine araçsallaştırmaya ve bu yüzden de otokratlaşmaya başlanabilecek olumsuz bir gidişatın önünü kesmek için. 

Bu sayededir ki iktidar partisine hem bir soluklanma hem de özeleştiri ve arınma fırsatı sağlanır.

Sözgelimi şayet iki dönem kuralı uygulansaydı Ak Parti, Gezi (çevre ve yanlış şehirleşme) olayları, Suriye savaşı ve mültecilik sorunları, tamamına erdirilemeyen Barış Sürecini berhava eden çatışmalar, yolsuzluklar ve mafyatik ilişkiler, geride bir yığın haksızlık ve adaletsizlik öyküleri bırakan Fetullahçılık meselesi gibi olumsuzluklarla anılmaz, belki de bu olaylar yaşanmazdı.

Dolayısıyla da duçar olunan bu gibi sorunlardan kurtulmak ve iktidarda kalma süresini uzatmak için cumhurBaşkanlık sistemi gibi ucube bir sisteme de başvurulmaz, MHP ve ulusalcılarla sorunlu ilişkilere girilmezdi. 


Tabi bu mevzular aynı zamanda Türkiye'nin kronik sorunlarına ve Ak Parti iktidarının sınırlarına da işaret etmekte.

Bu oldukça önemli sorunlar çözülememiş durumda zira. Bir başka sorun ise ardı ardına yaşanan kazalar ve felaketler.

Ve bu felaketler karşısında yaşanılan şu çaresizlik duygusu. İşgal edilen yaylalar, dere yataklarına yapılan inşaatlar, doğru düzgün denetlenmeyen madenler ve bu madenlerdeki katliam gibi kazalar, boşalan köyler ve artık yaşanılamaz hale gelen şehirler.

Başkası adına yıllardır hapiste yatanlar, yanlışlıkla girdikleri cezaevinden bir türlü kurtulamayanlar.

Yürütmeyi durdurma kararı verildiği halde pervasızca sürdürülen inşai faaliyetler, doğa katliamları.

Ki duyduğumuzda akla hemen o "vahşi kapitalizm" günlerini ve liberal iktisatçıların "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" sözlerini getiren sahneler.

İşin kötüsü bu vahşice saldırganlığı durduracak bir kamu gücü olmadığı gibi, bunu önlemeye çalışacak sivil toplum güçleri de sindirilmiş durumda. 


Bir de KHK'larla işten atılmalar ve hızlandırılmış meclis kararları var ki, karar vermeyi hızlandırmak adına ihdas edilen bu aşırı yetki, haksızlık ve adaletsizlikleri de çoğaltmakta.

Dahası ise bağımsızlığını her şeye rağmen sürdürebilen, ülkenin en yüksek yargı mercii olan Anayasa Mahkemesi'nin verdiği kararların yerel mahkemeler tarafından uygulanmadığı bir "cezasızlık" ve kötüye kullanılan bir aşırı "yetki" hali.

Dilekçe kabul etmemek gibi bir keyfilik. Üstelik bu başına buyrukluk, tuhaf bir biçimde bir itibar göstergesi haline de getirilmekte.

Keyfi bir biçimde içeride tutulan ya da salınan insanlarla birlikte genişleyen bir yozlaşma ve çürüme. 


Öyle ki mahkemenin hakkında beraat kararı verdiği bir zanlı ilgili isnat nedeniyle atıldığı işine idare tarafından kabul edilmeyerek, mahkemeden o şahsı işe başlatmak için bir karar daha verilmesinin talep edilmesi gibi bir laubalilik ya da korku halleri.

Dolayısıyla bu tip kritik mevzulardaki karar verilemezlik ya da keyfi kararlar ihdas edilmesi.

Ki bu yerine göre bir ihale kararı, bir maden ocağının açılması ya da işletilmesi, bir hakkın kabulü ya da reddi, bir sahanın imara açılması veya inşaatın yüksekliği, bir kişinin mahkûmiyeti ya da aklanması, bir toplumsal kesimin itibarı veya hakları da olabilir.

İşte bu gibi mevzulardaki usulüne uygun bir karar verme inisiyatifi çoğu kez yetki veya mevzuat boşluğundan ziyade iktidarın yarattığı fiili durum tarafından manipülasyona tabi tutulduğundan sorun çözümsüzleşmekte ve bu gibi sorunlar iktidarın mevzuat dışı inisiyatifine, bu inisiyatifin sağlamaya çalıştığı çıkarlar veya göz yumduğu haksızlıkların keyfiliğine bırakılmaktadır.  


Bu durumlarda ise insanın aklına ister istemez şu soru gelmekte:

Bu ülkede kritik kararları kim verecek veya adalete ya da barışa kavuşma hakkı nasıl sağlanacak?

Hani başkanlık sistemine geçilince her şey tıkır tıkır işleyecekti.

Kuşkusuz ki "bırakınız yapsınlar"ın muhataplarının işleri tıkır tıkır işlemekte.

Peki ya ötekilerinki?

Bu durumda kalanlar, bir Sedat Peker, rüşvet verecek bir para ya da danışman bulamayanlar ne yapacak?

Bunların hakkındaki kararlar sonsuza ya da iktidar değişimine dek askıda mı kalacak?

Ve işte sırf bu nedenle de olsa ve başka türlüsünü beceremediğimiz sürece, kronik sorunların çözümü veya en azından hafifletilmesi açısından da olsa, iki dönem kuralı iyidir.

Görece de olsa bir yenilenmeye yol açabilir ve hesap verilebilirlik halinden uzaklaşmaya yol açan keyfilikler bu yolla da olsa sınırlandırılabilir.


İçinde bulunduğumuz şartlarda ise korunmasız ve savunmasız kitlelerin duçar kaldıkları bu savunulamazlık ve çözümsüzlük hallerinin ötesinde, suç örgütü oluşturanların "cezasızlık" hallerinden muzdarip bir toplum haline geldik.

Geldik derken şüphesiz ki bu yeni bir durum değil ama her dönem kendisine ait sürprizlerle bu olguyu bir kere daha pekiştirmekte.

Günümüzde de, geçmişte de olduğu gibi, suç örgütü mensupları ve liderleriyle poz vermek neredeyse bir itibar göstergesi.

Suç örgütü liderlerinin muhalefetin, dahası istihbaratın, idarenin ve yargının boşluğunu doldurduğu yerde bu da çok şaşılası bir durum değil.


Bu gibi sorunlara ışık tutan "Türkiye'de Cezasızlık Raporu"na göre de, "

Kamu görevlilerinin şüpheli ya da sanık olarak yargı önüne çıkarılamaması, Türkiye bürokrasisinin hukuk devleti ilkelerine uygun hareket etme mecburiyetini de aşındırıyor… Kolluk güçlerinin işledikleri suçların cezasız kalacağına ilişkin genel kanaati; kayıt dışı gözaltı, kaçırılma, orantısız güç kullanımı ve işkence olaylarında artışı da beraberinde getiriyor... 

'Geciken adalet, adalet değildir' ifadesi genel kabul görür görmesine de, Türkiye'de 'gecikme de ekseriyetle adaletle sonuçlanmıyor'. Kamu görevlilerinin taraf olduğu suçlarda, savcılık soruşturması -genelde kamuoyu baskısı ile- geç de olsa açılabilmiş olsa da, soruşturma ve kovuşturma evresinin o kadar geniş zamana yayıldığı davalar var ki!..

'Bir şey yaparmış gibi görünerek' hem olayın kamuoyu gündeminden düşürülmesi, hem de uzun yargılama süreleri ile soruşturmanın 'zaman aşımına uğratılması' geçmişten bugüne sıklıkla başvurulan bir yöntem.

2000'li yıllar ile yargılamanın 'asli unsuru' haline getirilen gizli tanık beyanları da yine suçluların yargılamadan kaçırılmasının pratik yollarından biri olarak görülüyor…  Cezasızlıkla sonuçlanan, etkin soruşturulmayan, devletin taraf olduğu suçlar karşısında, Türkiye vatandaşlarının başvuru mercilerinden biri de İnsan Hakları Mahkemesi olageldi.

Eylül 2012 tarihinden itibaren Anayasa Mahkemesi'ne bireysel başvurunun uygulamaya geçirilmesiyle, kamu gücünü kullanan kişi ve kurumların sebep olduğu hak ihlallerine karşı yargı denetiminin yolu açılmış oldu. Buna karşılık, Anayasa Mahkemesi'nin kararlarının da idare ya da yerel mahkemeler tarafından uygulanmaması dönemi başladı, hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın açıkça beyanları ile… 

Cezaevlerinin devlet otoritesinin en vahşi uygulama alanlarından biri olduğuna şüphe yok. Cezaevlerinde vuku bulan kötü muamele, şüpheli ölüm ve işkence vakaları da cezasızlık politikalarının güçlenmesi ile artış gösteriyor. Türkiye cezaevlerinde tutuklu ve hükümlülerin şartları trajik olarak kötüleşmeye devam ediyor… 

Kadın ve çocuğa yönelik erkek şiddeti artıyor… Erkek şiddetinin artışında başat unsur, idari mercilerin ve yargının erkeği kollamaya devam etmesi. Artan erkek şiddetinin adil yargılanması, hatta yargılanması, çoğu zaman ancak olayın sosyal medya mecralarında gündem olması ile mümkün olabiliyor.

'Haksız tahrik indirimi ve iyi hal indirimleri' ne yazık ki erkek şiddetinin yargı tarafından kollanmasının ve cezasız bırakılmasının gerekçesi(!) olmaya devam ediyor…


Yıllar boyudur süregiden hakkın ve adaletin sağlandığı medeni bir toplum oluşturma mücadelesine karşı, önümüzde duran meselelerin çözümünü kemaline ulaştırmak gibi bir kaygı taşımadığımızdan, yapılanlar da hep yarım yamalak kalmakta.

Yapısal sorunların çözümü yerine, göç yolda düzülür mantığıyla ve biçimsel rakamlar, görüntüler ve şaşaalarla yetinilmekte.

İnsan hakları meselesi içselleştirilemediği gibi, şehirleşme, toplumsal barış ve eğitim gibi kronik toplumsal sorunlar da bir çözüme kavuşturulmak yerine, yüzeysel ve biçimsel politik gösterilerle geçiştirilmekte.

Bu gibi oldukça temel konuların geleceğine dair bir amaç ve kaygı güdülmek yerine gündelik çözümlerle idare edilmekte.

Belki de bu yüzden "idare etmek" sözü dilimizde maalesef "geçiştirmek"le aynı anlama gelmekte. 

Olumsuzlukların kronikleştirilmemesi, olumlulukların ise geciktirilmemesi adına, iki dönem kuralı, yetmez ama iyidir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU