Hicaz'da 40 yıl

Ömercan Kaçar, Independent Türkçe için belgesel yapımcısı, yönetmen ve sunucu Ömer Faruk Aksoy ile konuştu

Belgesel yapımcısı, yönetmen ve sunucu Ömer Faruk Aksoy'un "Bir Belgeselcinin Hicaz'da 40 Yılı" fotoğraf sergisini ziyaret edenler 40 yıllık süreçte kutsal toprakların geçirdiği hızlı ve büyük değişime şahit olma fırsatı yakalıyor.

Beşiktaş'taki TBMM Milli Saraylar Saray Koleksiyonları Müzesi Sergi Salonundaki sergide son "Harem Ağası", artık bulunmayan "tavafa başlama çizgisi" ve cenazelere bir kez tavaf ettirme geleneği gibi bir çok kişiye, mekana ve olaya dair tarihi fotoğraflar sergileniyor.
 

1.JPG
Ömer Faruk Aksoy / Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Ömer Faruk Aksoy'un Hicaz hayatı 1981 yılının Ocak ayında Lübnan iç savaşını bitirmek için bir araya gelen İslam Ülkeleri Zirve Konferansı çekimlerini yapmak üzere iki haftalığına Taif'e gitmesiyle başlar.

Suudi Arabistan'a iki haftalığına gitmiştir ancak tam 37 yıl boyunca burada kalır. Kendisi bunu dedesinin yapmış olduğu bir duaya bağlar:

Okuyun fazıl olun Resulullah'a hadim olun.


1981-1985 yılları arasında Kral Abdülaziz Üniversitesi'nin Hac Araştırmaları Merkezi'nde çalışır. Daha sonra ise bağımsız kameraman olarak çalışmaya başlar. BBC, Discovery, National Geographic başta olmak üzere çeşitli TV kanalları için belgeseller çeker.

5 sene önce Türkiye'ye kesin dönüş yapan Ömer Faruk Aksoy hali hazırda TRT2 için "Evliya Çelebi" Belgesel programının sunuculuğunu yapıyor.

"Bir Belgeselcinin Hicaz'da 40 Yılı" sergisi Ömer Faruk Aksoy'un özel izinlerle çektiği Hicaz tarihine ışık tutan fotoğraflardan oluşuyor.

Bu sergi sanatçının daha önce düzenlediği "Mapping Arabia/Arabistan'ı Haritalamak" - İngiltere, 2003;  "Harameyn" - İstanbul, 2005; "Makkah&Medine-A Photographic Journey"  - Mısır, 2010; "Makkah ve Medine" - İspanya, 2011 ve "Mekke ve Medine" -Suudi Arabistan, 2015 sergilerinden sonraki 6. sergisi olma özelliğini taşıyor.

Ömer Faruk Aksoy sergiyi şu sözlerle tanımlıyor:

Bu sergi, sadece Hicaz ve Harameyn'deki yıllarımın bir kaydını sunmaktan ibaret olmayıp, yaklaşık yarım asırlık tecrübemi genç kuşaklara aktarmak için de bir fırsat sunmaktadır.
 

Parmak İzi.JPG
"İnsanlığın Parmak İzi" (Mescid-i Haram, Mekke 2013)
"Şüphesiz insanlar için kurulan ilk mabet, Mekke'deki çok mübarek ve bütün âlemlere hidayet kaynağı olan beyttir (kabe)." (Âl-i İmran Suresi, 96)

 

İlk sorum Parmak İzi fotoğrafıyla ilgili. Serginin en dikkat çeken fotoğraflarından biri. Bize bu fotoğrafın hikayesinden bahsedebilir misiniz?

Malum kabe ilk defa melekler tarafından inşa edildi. Ondan sonra Hz. Adem ondan sonra Hz. İbrahim ve şu anki haliyle Resulullah zamanında inşa edildiğini ben biliyorum; bu boyutlarda daha doğrusu.

Fakat Parmak İzi, kabe etrafındaki bu parmak izi bir "off-season" yani hac da değil ramazan da değil.

Öyle bir tenha zamanında ve de o yılın en sıcak günlerinden bir tanesinde bir ikindi namazı esnasında çekmek nasip oldu.

Allah'ın lütfu olsa gerek. Gerçekten böyle bir parmak izini andırdı. Ve biz de o fotoğrafa Parmak İzi, "İnsanlığın Parmak İzi" dedik.

Çünkü ta eski zamanlardan beri yaşadığımız ana kadar kim gelirse orada mutlaka bir izi kalıyor. İzi bulunuyor.

Sesler bile biliyorsunuz kaydediliyor. Yaptığımız her hareket, her şey melekler tarafından kayıt altında. Bu sebepten böyle bir tevafuk oldu. Fotoğrafa da bunun yansıdığını zannediyorum.


Bize kısaca sergiden bahsedebilir misiniz?

Ben daha önce birkaç yere daha sergi açmıştım. İlk sergim Cemal Reşit Rey'de 2005 yılı yanılmıyorsam.

Ondan sonra Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde 2010 yılında [bir sergi] açtım. Bu serginin daha küçüğü "Haremeyn" adı altında.

2011 yılında Gırnata'da (Granada), İspanya'da yine bir sergi açtım. Son sergim ise Cidde'deki Fransız konsolosluğunda Mekke ve Medine adı altında. Bu da ne olmuş oluyor, herhalde dördüncü sergim olmuş oluyor. 
 

2.JPG
Ömer Faruk Aksoy, Independent Türkçe için Ömercan Kaçar'ın sorularını yanıtladı

 

Sergideki fotoğraflar arasında sizi en çok etkileyen hangisiydi? 

Bu sergide yaklaşık doksan adet fotoğraf kullandık. 1981'den beri çektiğimiz fotoğraflar arasından seçtik.

Bendenizin esas vazifesi fotoğrafçılık değildi. Belgesel filmcilikti. Oralarda bu uzun yıllar 36, 37 yıl yaptığımız çalışmaların çoğu belgesel filmcilik.

O sebepten bu fotoğraflar sadece tabir-i caizse şipşak tarzında çekilen fotoğraflar oldu. Tabii özel izinler alınmış olarak. Bu esnada, unutamadığım bir hatırası olan iki kişi var bu sergideki fotoğraflardan.


Birisi, 2000 yılında BBC'ye bir hac belgeseli çekerken tesadüfen karşılaştığımız Medine'den Mekke'ye doğru yaklaşmış vaziyette böyle çekçek arabasıyla beraber bir Hindistanlı.

İki yıl boyunca Kuzeydoğu Hindistan'dan yola çıkıyor. Pakistan'ı geçiyor, İran'ı geçiyor Irak üzerinden Suudi Arabistan'a geliyor.

Ve Mekke yaklaşık 130 kilometre yaklaştığında biz kendisini bulduk gördük ve müthiş bir şeye [duyguya] kapıldık.

20 kilometre ileriden dönerek gelerek yanında durduk. Zor zor durdurduk onu. Çünkü bir an evvel Mekke'ye gitmek niyetindeydi. Acelesi vardı.

Hac başlamadan beş gün kadar evvel. Ve o fotoğraf beni çok etkilemiş vaziyette.


Bir başka fotoğrafta yine bir Hindistanlı fotoğrafı çektiğim zamanlar bundan yaklaşık 15 yıl önce kadar olsa gerek.

132 yaşındaydı. O zamanın herhalde en yaşlı insanıydı dünyadaki. Ve iki tane torunuyla beraber gelmişler. İki tane torunu.

Aman aaa ne kadar güzel, cici şeyler diye sevemiyorsunuz. Çünkü torunların bir tanesi 60, bir tanesi 65 yaşında. Bu iki insan benim üzerimde çok etki yarattı gerçekten. 


Tabii bunun yanında başka şeyler de gördük, çektik. Mesela herkesin hacca umreye gidip de göremedikleri şeyler var.

Onlardan bir tanesi "baboon" tabir edilen bu kırmızı popolu maymunlar. Yıllardan beri güney Arabistan'dan kuzeye doğru göç etmeye başladılar.

Bu maymunlar maalesef Hira Mağarası'nın tepesinde de görmeye başladık. Ve bunlar bazı ölümlere bile sebep oluyorlar.

Bizim zavallı hacıların taşıdıkları pasaportunun, parasının ve de bir şişe suyun olduğu çantaya saldırıyorlar ve suyu almak için saldırdıklarında suyu değil de çantayı da kopartıyorlar Hacı'nın omzundan.

Hacı koşuyor. Onlar kaçıyorlar. Ve sonunda bazı hacılar maalesef dağdan düşerek ölüyorlar. Bu tip şeyler de insan duyuyor. Ben şahit olmadım. Ama bununla ilgili fotoğraflar da var sergide. 


Sonra mesela bir sarımsak tarlası. Onun çiçekleri, o kadar kerih kokulu olmasına rağmen sarımsak. Ama çiçekleri muhteşem güzellikte.

Onları resimlemek nasip oldu. bunun gibi çok daha şey var ama evet, sergi herhalde gelinip görülmesi gerekli olacak. 
 

3.JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Sergi aslında sizin kırk yıllık Hicaz hayatınızın bir hülasası gibi. Bu süreçte hiç unutamadığınız etkisinde çok aldığınız bir olay var mı?

Tabii Suudi Arabistan deyince akla gelen çok şey var: Petrol var, çöl var, deve var. Bizim Müslümanlar için ise kabe var. Ve Mescid-i Nebevî var.

Sıcak var, güneş var. 1989 yıllarında olacak, buradan götürdüğüm bir film ekibiyle beraber belgesel çekimi esnasında müthiş bir sıcak var. Tarifi imkansız.

Ve o zamanlarda bende bir kol saati vardı. Casio marka, plastik. Termometresi vardı. Merak ettik. Şöyle bir tutalım dedik bakalım. Kaç derece. Güneş'in alnına derler ya. Ondan sonra, termometre 63'e kadar ölçtü.

Ondan sonra sinyal vermeye başladı. Düt düt düt ölçemedi ondan sonrasını. Tabii hararet gölgede ölçülür ama biz güneş altında ölçmüştük. Ve şaşırmadık.

Gerçekten çok sıcaktı. Böyle başka üç tane daha hemen aklıma geliveren şey oldu mesela. Değişik havayla ilgili olarak.

Öyle bir yağmur yağıyordu ki buradan yani on metre mesafeyi görmek imkansızdı. Bardaktan boşanırcasına tam tabiriyle. Mekke civarında öyle bir yağmur yakaladım.

Ve silecekler imkansız. Hiçbir işe yaramıyor. Ve arabayı kenara çekip durmak zorunda kaldım. Aynı efekti başka bir zaman müthiş bir kesif bir sis olduğu zaman yaşadım.

Yine arabadaydım. Yine göremedim on metre mesafeyi arabayı kenara çekip durmak mecburiyetinde kaldım. 


Başka daha dehşetli bir hava ile ilgili bir hatıram var. O da Riyad'tan Kuzey Irak hududuna üç arkadaş, dört arkadaş giderken her yer kum.

Ondan sonra böyle bizden başka da yolda giden yok. İpince, uzun bir yoldayız. Uzaktan bir kırmızı bulut tabakası gördük.

Suudi arkadaş şoför dedi ki bu bir kum fırtınası. Yaklaştı yaklaştı yaklaştı. Ve bulunduğumuz alana geldi. Göz gözü görmüyor.

Sanki kendimizi Mars'ta hissettik. Kıpkırmızı her taraf. Ve tabii gidemedik. Arabayı çektik. İçinde bekledik.

15, 20 dakika sonra o bulut tabakası geçti. Kum bulutu. Dehşet-engiz bir şey. Bunun gibi çok daha şeyler var...


Türkiye'de insanlar genellikle hac ya da umre için Kutsal toprakları ziyaret ediyorlar ve bu kısa yolculuk bir hatıra olarak onlarla birlikte kalıyor. Ömürlerinin sonuna kadar anlatabilecekleri kısa bir yolculuk hatırası olarak. Siz de tabiri caizse o hatıranın içinde yaşadınız yıllarca. Hicaz sizin için ziyaret edilen bir mekanın ötesinde. Kendinizi ilk ne zaman Hicaz'ın bir parçası olarak hissettiniz?

Rahmetli dedemin yaptığı duayı ve temenniyi zikretmeden bu hikayeyi anlatamayacağım. 1957 yılında ben 5 yaşındayım. Kendisi 80 yaşında.

Bizi etrafına almış. Babam, diğer kardeşim ve beni. Küçük ve kısa bir dua ve temennide bulunmuş:

Okuyun fazıl olun Resulullah'a hadim olun.


Ve bu temenniden birkaç ay sonra Çemberlitaş'taki Köprülü Mehmet Paşa Camii'nde cuma namazında secdede teslim-i ruh eylemiş.

Ve bu duanın kabul olduğu bence gerçek olmuş oldu. Bu fotoğraf sergisi ve bunun gibi yaptığımız çekimler zuhur ettikten sonra hamdolsun.

Benim de aslında 1981 yılında Londra'da okurken Suudi Arabistan'a ilk gittiğim vakit iki haftalık bir seyahatti.

Taif'teki bir konferansı filimleyip geri dönecektik. Bizim hacılar da öyle gitmezler mi Suudi Arabistan'a iki hafta. Hac veya umre yapıp dönerler.

O sebepten onlarla bir benzerliğimiz var. Fakat benim o iki haftalık seyahatim 36-37 yıl oldu.

Zira konferans filmi bittikten sonra Cidde'deki Kral Abdülaziz Üniversitesi'nden kameramanlık teklifi yapıldı. Ve ben de o teklifi kabul ettim hiç düşünmeden.

1981 Ocak'ından itibaren kalmaya başladık ve belgesel filmler, fotoğraflar ve de reklam filmleri de çektik o arada. 80'li yılların sonlarından itibaren yaklaşık üç dört sene boyunca.

Toyota Land Cruiser, Ford, Audi A8, Porsche 911 Porsche boxster gibi arabaların reklamlarını ve tanıtım filmlerini çektik ekibimle beraber. 

Ve tabii ben sadece orada yaşamadım. Yaşadığım yer Cidde'ydi fakat dünyanın her tarafını dolaştık. Belgesel filmci olunca meslek öyle oluyor.

Sadece Avustralya'ya henüz gitmek nasip olmadı. Fakat beş sene kadar evvel tekrar kürkçü dükkanına döndük: İstanbul.  Dünyanın en güzel şehri. En mübarek şehirlerinden bir tanesi hamdolsun. 
 

4.JPG
Fotoğraf: Independent Türkçe

 

Son olarak izleyici/okuyuculara vermek istediğiniz bir mesajınız var mı?

Hicaz -Mekke, Medine tabii buraya dahil- bir zamanlar oralara hizmet etmek bizim dedelerimize nasip olmuş; Osmanlı'ya. 400 yıl kadar bir müddet.

Şimdiki oraların hizmetkarları ise Suudi olanlar. Onlara nasip. Ne zamana kadar bilemiyoruz. Allah'ın takdiriyle oluyor her şey. Onu bilip kabul etmek mecburiyetindeyiz. 

Benim nacizane tavsiyem imkanı olan herkesin oralara Allah'ın emrettiği gibi bir defa eğer mümkünse hac yapmak değilse umre yapmak için gidip oraları görmeleri o mübarek yerlere yüz sürmeleri ve değişik ülkelerden gelen insanlarla da hasbihal etmeleri, konuşmaları onlardan bir şeyler öğrenmeleri veyahut da öğretmeleridir.

Zaten haccında bir yerde vazifelerinden veyahut özelliklerinden, emirlerinden bir tanesi o olsa gerek değil mi? İnsanlar niye oraya davet ediliyor?

Birbirleriyle tanışsınlar, görüşsünler, buluşsunlar. Evlenmek isteyenler evlensin. İş yapmak isteyenler iş yapsın.

Efendim, bunun gibi misaller çoğaltılabilir. Bu sebeplerden dolayı oralara gitmek çok mühim. Nacizane onlara yapmalarını tavsiye ederim. İmkanı olan insanlara.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU