"İnsan kıtlığı" ya da israfı

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Pikist

Tabiatın kendisini sonsuzca çoğaltmaya dönük fıtratı, belli bir dengeleme biçimi tarafından ise bir ritme getirilmekte.

Böyle olmasaydı şayet, ortaya çıkan israf tablosu tabiatı yaşanılamaz bir hale de getirebilirdi.

Dolayısıyla burada dikkatimizi çeken iki husus bulunmakta: Birincisi tabiattaki ölçüsüz bir çoğalma arzusu; ikincisi ise bu arzuyu bir kıvama getiren dengeleme biçimleri.

Georges Bataille da buradan yola çıkarak meselenin toplumsal boyutlarını irdelemekte ve toplumsal üretim fazlasının yok edilmesi için, "lanetli pay" olarak tanımladığı bu fazlanın bölüşülmesine, daha doğrusu "potlaç" gibi yöntemlerle bundan kurtulmanın yollarına dikkat çekmekte.

Kendi geleneğimizdeki toylar, düğünler ya da üleş merasimleri de, buna dair örneklerdir. Üretimsel fazlanın israfı için günümüzde de çeşitli usuller icra edilir. Bunların en masumu ise bayramlar, şölenler ve hatta gösterişe dayanan yardımlardır.

Elbette ki bu yollar artık belli bir kıvama getirilerek doğrudan israf çizgisinden çıkarılmış olsa da, yine de çoğu kez oldukça müsrifçe tutumlara da dönüşebilmekte.


Kimi durumlarda bu israf ekonomisi bir biçimde olumluya yöneltilebilir ya da zararsızlaştırılabilir belki ama bir husus var ki, bu konuda israfın zararlarının önüne geçmek asla mümkün olmaz.

O da insan israfıdır. Özellikle de savaşlarda doğrudan ya da dolaylı olarak yok edilen insanlar, barış zamanlarında ise başka yöntemlerle israf edilir: Terör, sürgünler, tecrit, hapsetme, susturma ya da görmezlikten gelmelerle.

Oysa insanın yetişmesi oldukça güç ve zahmetlidir. O nedenle eskiler, özellikle de kriz dönemlerinde hep bir yetişmiş insan kıtlığı(kaht-ı rical)ndan söz etmişlerdir.

Çünkü krizlerin önüne geçebilecek, toplumları içerisine düştükleri bunalımdan kurtarabilecek insanların yokluğu ya da azlığı, doğrudan bu dönemlerde müşahede edilebilmektedir.

Aslında peygamberlerin de zuhuru, tam da insanlığın çaresiz kaldığı bu dönemlerdedir.


Bir toplumsal üretimin en değerli ama aynı zamanda en kırılgan tarafı, nitelikli insan yetiştirilmesi meselesidir.

Bu ise sadece bir sistem meselesi olmaktan öte, genel anlamda insana verilen değerle ilgili toplumsal bir sorundur. Çünkü insanın yetiştirilmesi aileden itibaren başlayan oldukça zahmetli bir özeni gerektirir.

Hayatın içerisindeki görgü ve eğitim yoluyla kadim zamanlardan beri sürdürülen bir bilgelik arayışı ise, mekteplerin biçimsel eğitiminden çok daha önemlidir.

Geçmişte toplumların imkânı, az olan ama ihtiyacı karşılayacak nitelikteki bu tip şahsiyetlerin özenle yetiştirilmesine sarf edilirdi.

Günümüzde ise gelenekselliğin bu ihtiyaca mebni bakışı yerine, genel geçer modern eğitimin, toplumsal zorunlu eğitimin biçimselliği konulmuştur.


Çocuklarını savaşmak için yetiştiren bizim gibi toplumlar ise, ölmeye yaşamaktan daha fazla kıymet vererek, farklı bir istikamete yönelmiştir. Öyle ki "İnsanı yaşat ki devlet yaşasın" düsturu bile, afili bir laf olmaktan öteye gitmemektedir.

Beri yandan bizim için toprak, çoğuncası insandan daha fazla kıymet arz etmektedir. Belki de bu yüzdendir ki "manevi vatan" kavramından söz eden Said Halim Paşa, aynı zamanda doğrudan bu kavramla bağlantılı olan kaht-ı rical (yetişmiş insan kıtlığı) meselesini de dile getiren ender aydınlarımızdan biridir.

Arka arkaya yaşanan savaşlara, darbelere, sürgünlere, cinayetlere ve bu sırada onca değerli insanın kaybına tanık olan Said Halim, bu meseleye kendi kişisel macerasıyla da bir örnek olur.

İttihatçılar, kendisinden çok hoşlanmasalar da, Said Halim Paşa'dan başka kimseyi bulamadıkları için onu uzun süre sadrazamlık mevkiinde tutmak zorunda kalırlar. Bu sırada yerli yersiz çıkarılan savaşlarda kaybedilen binlerce insanı ise pek de umursamazlar. 


Sözgelimi Çanakkale'de ölüme gönderilen 250 bin civarındaki şehidin çoğu ülkenin en eğitimli gençleridir.

Veya doğrudan bizimle bir ilgisi olmamasına rağmen Galiçya cephesine gönderilen binlerce asker. Ermeni tehciri. Sarıkamış'ta binlerce askerin donarak ölümüne yol açan trajik hadise.

Daha sonra Kore'ye, ABD'nin yardımına gönderilen ve bir daha da geriye dönmeyen insanlarımız. Siyasal çözüm üretme beceriksizliği nedeniyle teröre kurban verilen gençlerimiz…

Bu, yani insanları stratejik bir malzeme olarak telakki ederek kolay yoldan ölüme göndermek ise insan israfının en basit ama en insafsız bir yoludur.

Kaybedilen her genç, memleketin, yetiştirilmesi için nice imkânlarının seferber edildiği bir değeridir zira.

 
Askeri bir bakış açısıyla ise -doğal olarak- insanın ölmekten başka bir anlamı bulunmamaktadır.

Öyle ki İttihatçılardan sonra sürece el koyan Mustafa Kemal (Cumhuriyet) döneminde de bu anlayış pek de değişmemiştir.

Kemal Tahir'in deyişiyle, "kurtlukta düşeni yemek kanundur" ilkesi uyarınca, Mustafa Kemal de eline geçen ilk fırsatta en yakın arkadaşlarından başlayarak adeta bir "mıntıka temizliğine" girişmiştir.

Savaşlarda olduğu kadar barış döneminde de, özellikle İstiklâl Mahkemelerinin inisiyatifine bırakılan kolay yargılama yollarıyla ve bu bir marifetmiş gibi birçok yetişmiş insan, yerli yersiz bir biçimde hapsedilmiş, sürgüne gönderilmiş ya da iplerde sallandırılmıştır.

Ülkenin ulusalcı dizaynı içinse binlerce Kürt, katledilmiş veya sürgüne gönderilmiştir.


Benzeri uygulamalar diğer İslam ülkelerinde de, laiklik, sosyalizm, ulusçuluk ya da din adına sürdürülmüştür.

Mesela Seyyid Kutub ulusçuluk adına idam edilirken, Mahmud Muhammed Taha ise Sudan devleti tarafından, din adına idam edilmiştir.

Ali Şeriati'nin adeta ölüme mahkûm edildiği İran'da ise devrim sonrasında da Muntazeri, Talegani, Abdülkerim Süruş gibi aydınlar veya âlimler ya susturulmuş ya da Batı ülkelerine kaçmak zorunda bırakılmıştır.

Türkiye'de de İskilipli Atıf laiklik adına idam edilirken, aralarında Said Nursi ve Mehmet Âkif'in de bulunduğu birçok âlim veya aydın da fikirleri nedeniyle uğradıkları takibat nedeniyle yurt dışına kaçmak zorunda kalmış ya da sürgüne gönderilmiştir.

Hatta Fazlur Rahman, Muhammed Hamidullah, Ebu Zeyd gibi dünya çapındaki âlimler bile baskılar nedeniyle soluklarını Batı dünyasında almışlardır.

İslam dünyasının yaşayan en önemli âlimlerinden birisi olan Yusuf el Karadavi de, benzeri baskılarla şimdilik Katar'a sığınmış bulunmakta.

İhvan eğilimli birçok âlim ve aydın da, sırf düşünceleri nedeniyle kaçak ve mülteci hayatı yaşamaktadır.

Öyle ki günümüzde Batı dünyasının birçok üniversitesi bu şekilde Doğu dünyasından kaçan âlimlere, aydınlara veya akademisyenlere kapılarını açarak, bunların ilim ve düşüncelerinden yararlanmaktadır.

Son dönemlerde KHK'lar nedeniyle harcanan birçok bilim insanı veya aydın da, Batılı ülkelere gitmekten başka bir çare bulamamışlardır.

Bu nedenle özellikle İslam dünyasının en büyük israfı yetişmiş insan israfı, en büyük göçü ise beyin göçüdür. 


Dolayısıyla günümüzde de bu tablo, yani insan israfına dayanan yetişmiş insan kıtlığı meselesi, pek de değiştirilebilmiş değil.

Bunun getirdiği zorunlu sonuç ise, toplumsal veya siyasal sorunların ya da çatışmaların müzakerelerle, görüşmelerle, yani akılla, düşünceyle çözülmek yerine, hemen silaha başvurulmasıdır.

Oysa insan akıllı bir varlıktır ve aklın en önemli yönü, bu gibi meselelerde çözümler üretebilmesidir.

Oysa askeri bir geleneğe şartlanmış toplumumuz, sorunlarını insanlığın tecrübesine başvurarak akilane bir biçimde çözme çabası yerine, güya en kestirme ama aslında en pahalı bir yolla, silahla çatışarak çözmeye yönelmekte; bu ise Kürt meselesinde de olduğu gibi karşılıklı insan israfı kadar zaten kıt olan iktisadi kaynakların da israfına yol açmaktadır.


Üstelik böylesi bir alışkanlık ve bu alışkanlığa sorgulamaksızın teslim olunması, sair konularda da sözün, istişarenin, müzakerenin, dolayısıyla da insanın değersizleştirilmesine yol açmaktadır.

Bundan dolayı da toplumumuzda istişare, imece, kooperatifler ve hatta şirketler gibi el ve akıl birliğiyle yapılan birlikte iş yapma veya sorun çözme yolları, ortaklıklar veya farklı dayanışma usulleri, çoğu kez sürdürülememekte ve başarısızlıkla sonuçlanmaktadır.

Ve hatta salt bunun için oluşturulmuş millet meclisi bile bu tip alışkanlıklar nedeniyle istişari veya demokratik bir müzakere alanı haline gelememektedir.


Toplumsal kaynaklarımızın önemli bir kısmı askeri harcamalara sarf edildiğinden, beri yandan savaşların yarattığı gerilim birçok alandaki üretkenliği engellediğinden, ülkemiz sürekli bir iktisadi kriz şartlarında yaşamakta ve bir türlü kendisini toparlayamamaktadır.

Hatta toplumsal çatışmaları çözüm konusunda Türkiye ile benzeri bir stratejiyi, yani askerî yöntemleri sürdüren Sri Lanka, resmen iflas etmiş bulunmakta ve bu açıdan kendisine en yakın ülkelerden birisi de Türkiye olarak gösterilmekte.

Ama Türkiye yetkilileri sanki bunun farkında değilmiş gibi, gösterişli harcamalar kadar askeri operasyonlara bağlı sorun çözme yöntemlerinden de vazgeçmemekteler.


Çünkü "manevi vatan" meselesi ve insanın değeri, hâlâ Said Halim'in bıraktığı yerde kalmış, bunun üzerinde bir duyarlılık, toplumsal fikriyat geleneği ve birikimi oluşturulamamıştır.

Oysa bu süreç içerisinde binlerce değerli insanımız hapislerde çürümüş, yurt dışına kaçmış ya da katledilmiştir.

Bu nedenle gerek geleneğimizin gerekse modern eğitim biçiminin bu meseleyi atlayan ve insanı kıymetsizleştirerek israfına yol açan bu yönüne dikkat çekilmesi ve bu konuda toplumsal bir duyarlılık geliştirilmesi gerekmektedir.

Özellikle de sivil toplum kuruluşları, vakıflar, cemaatler ve dernekler bu meseleye odaklanmalı ve insanı kıymetli ve önemli kılan bakış açısını yerleşik ve yaygın bir değer haline getirmelidirler. 


Zira bu toplulukların kendileri de kriz dönemlerinde en çabuk gözden çıkarılan ve israf edilen (baskı altında tutulan, yasa dışı ilan edilerek kapatılan, mensupları cezalandırılan, mal varlıklarına ve bilgi birikimlerine el konulan…) kurumlardır.

Ve hatta bu kurumlar, benzeri kuruluşlarla çeşitli alanlarda işbirliği yapmak yerine, enerjilerini ve insan kaynaklarını müsrif bir biçimde kullanmakta, bu ise çoğu meselelerin usulüne uygun bir biçimde çözümlenmesini önlemektedir.

Bu duyarlılık oluşturulamadığı içindir ki mahut kaderimiz de bir türlü değişmemekte ve aradan koskoca bir yüzyıl geçtiği halde, insana bakış açımızı değiştirmediğimiz ve aslında hiç de kıt olmayan insanımızı değersizleştirerek israf etmekten vaz geçmediğimiz için hâlâ Said Halim'in bıraktığı yerde, "manevi vatan" kavramından uzakta sorunlarımızla boğuşmakta ve yetişmiş insan kıtlığı, daha doğrusu insanın değerini bilememe sorunu noktasında bulunmaktayız.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU