Göç ve sığınmacılar meselesine sosyolojik bir bakış

Prof. Dr. Ahmet Özer Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AFP

Mersin Büyükşehir Belediyesi, "Mersin'e Değer Katanlar" adıyla bir platform oluşturdu. Çeşitli uzmanlık alanlarından oluşan bu platformun akademi alanına beni de davet etiller.

Amaç, Mersin'e değer katan projeler hazırlamak ve yönetime uygulamaları için sunmaktı.

2022'in ilk günlerinde (henüz sığınmacılar meselesi yoğun olarak gündeme gelmemişken) yaptığımız birkaç toplantıda daha çok bu platformun çalışma biçimi ve neler yapabileceğimizi tartışıyorduk.

Bu toplantılardan birinde "göç ve sığınmacılar" meselesinin Mersin ve ülke için önemli bir mesele olduğunu ve bu sorunun giderek daha da önem kazanacağının altını çizerek bu konuda bir şeyler yapmamız gerektiğini önerdim.

Dikkate değer görülen bu öneri tartışıldı ve sonuçta, "Bu konuda neler yapabiliriz" sorularına dönüştü.

Ben de bu çerçevede; ilkbaharda göç ve sığınmacılar konusunda kapsamlı bir panel, sonbaharda da bir "Göç Kongresi" yapabileceğimizi önerdim.

Böylece, işin uzmanlarıyla özelde Mersin'i genelde Türkiye'yi ilgilendiren bu önemli sorunu enine boyuna tartışmayı kararlaştırdık.  


Bu işe bizi sevk eden iki neden vardı. Birincisi bir bilgi kirliliğinin olmasıydı. İkincisi ise giderek büyüyen bu soruna sağlıklı çözüm bulma arayışıydı.

Bilindiği gibi, bu konu ile ilgili bilen bilmeyen herkesin konuştuğu, bir bilgi kirliliği ile kafa karışıklığı oluşturduğu aşikâr.

O nedenle bu konuda bilimsel bir biçimde gerçekleştireceğimiz toplantılarda ortaya çıkacak tespitler, tahliller ve çözüm için sunacağımız öneriler büyük önem taşıyordu.

Böylece hem icra organlarına uygulamaları için projeler sunacak hem de akademiye araştırmalarını derinleştirmek için ipuçları verecektik.

İşte mayıs ayı için ilk toplantı olan "Göç ve Sığınmacılar Paneli" fikri böyle ortaya çıktı.


Yerel yönetim üniversite işbirliği

Bunun üzerine ikinci bir öneri yaparak bu toplantıyı üniversite ve belediye ortaklığı şeklinde yaparsak daha yerinde ve anlamlı olacağını belirttim.

Böylece, bir yanında bilgi üreten kurum olan üniversite öbür tarafta uygulayıcı bir kurum olan belediye yer alacaktı. Bu da çalışmanın hedeflediği amaca ulaşmasını kolaylaştıracaktı.

Böylece, Toros Üniversitesi ve Mersin Büyükşehir Belediyesi tarafından ortaklaşa yapılacak bu çalışmaları başlattık ve bu çalışmalar dizisinin ilk adımı gerçekleştirdik.


Biz çalışmanın ön hazırlıklarını yaparken Suriyeli sığınmacılar meselesi ülkenin gündemini kapladı.

Yapılan araştırmalarda halk, Türkiye'nin en önemli üç sorunu olarak; ekonomi ve hukukta yaşanan sorunların ardından üçüncü sorun olarak sığınmacıları ortaya koyuyordu.  

Böylece bu sorun sadece ekonomiyi ve sosyal meseleleri değil siyaseti de ön sıralarda etkilemeye başladı. Bu durum yaptığımız işin ne kadar isabetli olduğunu gösteriyordu.


Göç ve sığınmacılar meselesi: Sorunlar ve çözümler paneli

Bu işin bir boyutu. İkinci olarak da kişisel olarak da eskiden beri göç konusunda çalışan bir sosyolog olarak bu konu benim de ilgimi çekiyordu.

Ayrıca, sorunun akademik araştırmalar boyutu yanında devlet tarafı, yerel yönetimler boyutu, ekonomik boyutu, hukuksal boyutu, sosyolojik, siyasal ve sosyokültürel boyutları vardı.

O halde yapacağımız çalışma bütün bunları kapsamalıydı. Biz de öyle yaptık. Devletin bu konudaki temsilcisi göç idaresiydi oradan bir uzman çağırdık (Göç İdaresi yöneticisi Kemal Doğru arkadaşımız geldi).

Mersin genelde bir göç kentidir. Son yıllarda yaşanan göçler ve gelen Suriyeli sığınmacılar için büyükşehir bir uyum merkezi oluşturmuştu.

Bu merkezin yürütücüsü Çağan Coşkuner çalışmaya önemli katkıda bulundu. Ayrıca çalışmanın belediye ayağında başkan danışmanı İbrahim Evrim, Coşkun Kaya ve Sosyal Hizmetler Daire Başkanı Serdal Gökyaz yer aldılar.

Sorunun önemli boyutlarından olan hukuksal boyutu, Çağ Üniversitesinden hukukçu arkadaşımız Dr. Dilara Çıplak anlattı.  

Galatasaray Üniversite'sinden Doç. Dr. Didem Danış meselenin sosyolojik ve yerel yönetim boyutlarını ortaya koydu.

Göç ve kentleşme konusunda önemli işlere imza atan Mimar Sinan Üniversitesinden arkadaşım Prof. Dr. Şükrü Aslan meselenin iskân ve mekân boyutlarını ve buralarda yaşanacak sorunları anlattı.

Ben de hem çalışmayı modere ettim hem de çeşitli nedenlerle gelemeyen İstanbul Planlama Ajansı Başkanı Emrah Şahan arkadaşımızın anlatacağı konulara temas ettim.

Ayrıca genel olarak yaşanan iç göçlerin oluşturduğu tabloyu ve sığınmacıların sosyo ekonomik uyum sorunlarına işaret ettim.

Şimdi bu konudaki açıklamaları kısaca okuyucularımız için özetlemek istiyorum.


Genel olarak göç meselesi

Bilindiği üzere çokça göç çeşidi ileri sürülse de (uluslararası göçleri de dahil etmek kaydıyla) genel olarak iki tür göçten bahsedilebilir.

Bunlardan biri iradi göçtür, diğeri ise zorunlu göçlerdir. Her ikisi de içerdikleri anlam, yapılış şekilleri ve doğurdukları sonuçları açısından çok faklıdır.


1. İradi göçler

İradi göç, isminden anlaşılacağı üzere, insanların kendi istek ve iradeleriyle bir yerden başka bir yere kendi amaçları doğrultusunda (ve bu amaçlarını gerçekleştirmek üzere) göç etmeleri veya yer değiştirmeleridir.

Burada göç edenlerin temel amacı, genellikle eskisinden daha iyi bir yaşam sürme beklentisidir.

Daha iyi aş, daha iyi iş, daha güzel barınma ve bürünme isteği ve beklentisi insanları yer değiştirmeye iter.

Çocuklarına daha iyi eğitim verebilme arzusu, ailesine daha iyi sağlık hizmeti sunabilme arayışı söz konusudur.

Bu göç türü, tarihsel süreçte dünyanın her yerinde her zaman olan bir göç türüdür ve kendine has klasik bazı nedenleri vardır. 


Klasik göçün nedenleri

Bu nedenleri genel olarak itici nedenler, çekici nedenler ve iletici nedenler olarak üç başlık altında toplayabiliriz.

a. İtici nedenler:

Bilindiği üzere kırsal alanlarda insanlar toprağa dayalı bir yaşam sürerler. Buralarda miras aktarımı da genellikle toprağın devri ile gerçekleşir.  

Zamanla toprak bölünür ve verim düşer. Düşen verim yoksulluğa yol açar. Yoksul insanlar bu durumdan kurtulmak için daha iyi bir yaşam arayışına girerler.

Bu arayışta buldukları en kestirme ve en kolay yol şehre göç etmektir. Ezcümle, kırda toprağın miras yoluyla bölünmesinin yaratmış olduğu yoksulluk insanları köyden şehre doğru itmeye başlar.  

İşte kurdan kente akının en önemli itici sebeplerden biri budur.


İkinci önemli itici nedenlerin başında ise kırsal ve tarımsal alanlara makinenin girmesi ile boşa çıkan işgücünün şehre akmasıdır.

Şöyle ki; bilindiği üzere eskiden kırsal alanda kol gücü ile yapılan işler tarımsal alanlara makinenin (yani traktörün, patosun, biçerdöverin vb.) girmesi ile çok sayıda işgücünü boşa çıkardı.

Bu olgunun sonucunda köyde tutunamayan insanlar çareyi şehirlere göç etmekte buldu ve böylece kentlere akmaya başladılar.


Bir diğer itici neden; kırsal alanlara hâkim olan törelerin sebep olduğu kan davaları ve aile kavgalarıdır. Bu olaylar yer değiştirmede itici bir neden olarak rol oynamaktadır.

Böyle vakalarda insanlar başka bir köye göç etmekten ziyade yerinden yurdundan koptuktan sonra gidilecek yer olarak (hem izini kaybettirmek hem de yeni bir yaşama başlamak işin) şehri seçmektedir.


Ayrıca, son yıllarda kırsal alanlarda uygulanan bazı büyük (baraj yapımı gibi) projeler de insanları yerlerinden yurtlarından etmiştir.

Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) başta olmak üzere, Doğu Anadolu projesi (DAP) ve Karadeniz Projesi (KAP) gibi büyük projelerde çokça köy baraj göl aynası altında kalıyor.

Baraj göl aynaları altında kalanların başka kırsal alanlara yerleşmek yerine (iktidarların bu konuda uyguladıkları yanlış ekonomi politikalar sonucunda) şehre göç etmeyi tercih ettiklerini görüyoruz.


Bir başka neden olarak göçebe yaşayanların çağın getirmiş olduğu olanaklardan faydalanmak için yerleşik hayata geçişte önemli oranda şehri seçmeleridir.

Hayvancılıkla geçinen göçebe ve yarı göçebe aşiretlerin yerleşik hayata yönelmeleri ve bu durumda şehirlere göçmeleri sosyolojik açıdan incelenmeye değer bir konudur. 

Sonuç itibarı ile bu ve benzer itici nedenler kırdan kente göçlere yol açıyor, bu da giderek kırı insansızlaştırırken kentlerin yükünü her geçen gün artırıyor.

Vurgulanması gereken bir husus da şudur ki göç ve yer değiştirme illa ki kırdan kente olan bir şey değildir.

Köyden köye, şehirden şehre de olabilir, ama bu başlık altında ele aldığımız, itici nedenlere dayanan göçlerin yönü genellikle kırdan kente doğrudur.


b. Çekici nedenler

Göçü yaratan çekici nedenlerin başında şehrin cazibesi gelir. Şehirler, iş bölümünün gerçekleştiği, ekonomik, sosyal, kültürel ve siyasal faaliyetlerin yoğunlaştığı mekânlardır.

Yanı sıra iş olanakları vardır, eğitim, sağlık olanakları daha fazladır. Yeme içme ve eğlence kültürü gelişkindir. Bunlar insanları şehrin cazibesine doğru çeker.

Şehirler, sosyokültürel, mekânsal ve yönetsel olarak gelişmiş, iş bölümü iyice farklılaşmış modern yaşam alanları olarak son yıllarda giderek artan oranlarda nüfusu kendine çeken alanlar olmuştur.


c. İletici nedenler

İtici ve çekici nedenlerin arasında iletici nedenler işlev görür. Son yıllarda gelişen kitle iletişim ve ulaşım olanakları başlıca iletici araçlardır.

Eskiden bir yerden bir yere gitmek zordu ve bu nedenle yer değiştirme daha az gerçekleşen bir durumdu.

Şimdilerde, gelişkin hava, kara, deniz ve demir yolları uzak mesafeleri yakın eden araçlardır.

İnsanlar bu sayede  artık rahatça seyahat etmekte ve yer değiştirmektedir. Kitle iletişim ve ulaşım olanakları sayesinde kırın iticiliği kentin çekiciliği ile kısa sürede buluşabiliyor.

İletişim araçları kentlerin cazibesine kapılanların gözünü açarken ulaşım olanakları da onları kısa sürede özlemini duydukları kentlere ulaştırıyor.

Son yarım asırda uzağı yakın eden, köyü şehirle buluşturan bu araçlar sayesinde demografik mobilite zaman içinde giderek artan ölçülerde hem hızlanmış hem de artmıştır.

Sonuç itibarıyla itici, çekici ve iletici nedenler sayesinde meydana gelen göçler, son yıllarda kentlerdeki nüfusu hızla artarken kırsal alanlarda yaşayan nüfus hızla azalmıştır.


2. Zorunlu göçler

Diğer göç türü insanların zoraki ya da mecburen göç etmeleri ya da göçertilmeleridir. Bu nevi göçler deprem, sel, yangın gibi doğal afetlere dayalı oldukları gibi siyasi baskılar ya da savaş nedeniyle de olabilir.

Doğal afetler konusunu bir tarafa bırakıp bu çalışmada siyasi baskılar ve savaş nedeniyle meydana gelen göçlere ve Suriyeli sığınmacılara bakacağız.

Öncelikle siyasi baskılar ya da güvenlik nedeniyle meydana gelen göçlere bakmakta fayda var. 

Türkiye'de bu nedenle meydana gelen göçlere gelesiye kadar iki göç dalgası daha yaşanmıştır.

Bununla birlikte Suriye göçünü de eklersek dört ayrı yoğun göç döneminden bahsedebiliriz.

  1. 1950 sonrası göçlerdir. Bu göçler daha önce klasik göçleri anlattığımız nedenlere dayanıyor.

    1950'li yıllarda tarıma traktörün girmesi ve Menderes'in her mahallede bir milyoner yaratacağım söylemi ile kırın iticiliği ve kentin çekiciliği bağlamında kırdan kente göçleri başlattı. 

     
  2. 1980 sonrası dönemdir. Bu dönemde 1970'lerde başlayan Çok Uluslu Şirketler, 1980 sonrası Özal'ın dışa açılma ve küreselleşmeye eklemlenmeye çalışması dönemdir. Neo liberal politikalar sonucu devlet(ler) ekonomiden el çekmeye başladı, üretim yerine tüketim kalkınmanın lokomotifi haline geldi.

    Bunun sonucunda şehirlerde dev AVM'ler, fiyakalı binalar yükseldi, ultra lüks yaşamlar ve çılgın bir eğlence kültürü başladı. Başta turizm olmak üzere uç veren sanayileşme yeni işgücü ihtiyacı doğurdu.

    Bu çağrı karşılıksız kalamazdı. Türkiye'nin her bir yanında kıyıdaki kentler başta olmak üzere batıdaki büyük kentlere akın başladı. Bu akını yarattığı kentsel yükleri devlet karşıla(ya)madı.

    Yerel yönetimler de hazırlıksız yakalandı, gelenler kendi olanakları ile imarsız ya da devlet arazileri üzerine kondular yaparak gecekondulaşmayı başlattı, gecekondu gettoları oluşturdu.  

    Öte yandan konut ihtiyacını karşılamak üzere kooperatifleşme boyutlandı. Bu süreçte cemaatler ve siyasi yapılar buralarda kendi meşreplerince örgütlenmeye başladı. Ortaya çıkan türedi zenginler aç kurtlar gibi kentlerin rantlarına saldırdı.

    Bu hercümerç içinde mafoyozi gruplar palazlandı. Her türlü mafya(lar) Derin Devletle iş tuttu ve büyüdü. Dolaysıyla bir taraftan kentler büyüdü öte yandan bu kentler sorunlar yumağı büyüdü. Gelenler köylü olmaktan çıktı ama tam kentli de olamadı. 

     
  3. Üçüncü büyük göç 1990 sonrası Güneydoğu'da başlayan çatışma ortamı ile meydana gelen dramatik göç dalgalarıdır.

    Bu göçler diğer tüm göçleri katladı. Kısa sürede devlet 4.000 köy ve mezrayı boşalttı.
    Buralarda yaşayan insanlar mecburen göç ve kaç hareketleri ile batıya yöneldiler. Böylece kenetlerin nüfusları bir anda ikiye katlandı. 


Bu göçler önce birinci göç istasyonu olarak doğuda ve güneydoğudaki Van, Batman, Diyarbakır gibi kentlere geldi sonra burada da güvenli ortam bulmayınca bu kentlerden batıya göçtü.

Bazıları ara istasyonları kullanmadan kendi ata baba toparlaklarını can havliyle terk ederek doğrudan batıya gittiler. Oradaki kent çeperlerinde (varoşlarda) yığılmaya başladılar.  

Böylece devlet kırsal alanları kendince güvenli hale getireyim derken kentlerin varoşlarını patlamaya hazır bombalara dönüştürdü.

Açlıkla, yoklukla, yoksullukla malul bombalardı bunlar. Devletin baskısına maruz kalmış toplumsal gettolar böyle oluştu. 

Bu noktada iki hinterlanda göç oldu. Kuzeyde İstanbul, İzmit İzmir gibi illere, güneyde Adana, Mersin, Antalya gibi şehirlere akın akın geldiler. Kısa sürede 4 milyon insan yer değiştirmişti. 


3. Göç ve Mersin

Bu noktada bir örnek oluşturması bakımından Mersin'e bakacağız.  Ve bakın Mersin yaşadıklarından sonra dile gelip neler söylüyor bize.

Benim adım Mersin, 1950-1960'lı yıllarda genç, şirin az gelişmiş ama umut doluydum. Güzelliğim baş döndürücüydü. Renk, ışık ve çiçektim. Sonra Kilikya geçmişini selamlamış kıyılarımda ilk saldırılar başladı. Sustum ve direndim. Sonra Müteahhitler geldi. Belediyecilerle birlik olup çalkantılı bir dönemi başlattılar.

Beni büyütmek adına özensiz, düzensiz, kontrolsüz günah kuleleriyle her yanımı doldurdular. Kıyılarımın tümü beton yığınları ardında kayboldu. Adeta 'kör' oldum. Yıllar akıp gittikçe bu ağır beton yığınları, ihanet belgesi gibi kıyılarımın son soluk alanlarını da yuttu...

Artık bana 'güzel' diyen yok... Yorgunum, küskünüm yalnız ve kırgınım... Zaman akıyor... Hala saldırıyorlar… Artık saldırganlara verebilecek bir şeyim kalmadı. Kapılarımı düne açamıyorum. Kapılarımı yarınlara açamıyorum. Yüksek sesle düşünün ve sorun;
'Mersin nerede? Ben neredeyim?'

Ve buruk bir el sallayın bana;

'Hoşça kal güzel Mersin, Hoşça kal düşler kenti...'

 
Yukarıdaki çığlığa bilmem bir şey eklemeye gerek var mı?

Yapılacak iş bu tabloyu tersine çevirmek ve Mersin'i ve diğer benzeri kentleri hak ettiği yere getirmektir.

Şimdi tarihsel bir perspektifle kısaca Mersin'e ve sorunlarına bakacak, sonra çözümle birlikte bir vizyon ortaya koyacağız.

Ve son olarak Türkiye'nin yakıcı meselesi olan sığınmacılar ve göçmenler meselesini ele alacağız.


1. Kentleşme:

Kentleşme, demografik, ekonomik ve sosyokültürel bir değişmeyi ifade eder.

Demografik açıdan bakıldığında, Mersin kentleşmeden ziyade "demografik şişmeyi";

Ekonomik açıdan baktığımızda, bu nüfusu istihdam edecek bir sanayii olmadığı gibi bu anlamda yeni sanayii politikaları da geliştirilememiş ve kimliksiz bir kent profili ortaya çıkmış görünüyor.

Sosyokültürel açıdan ise, bu süreç anomik kentleşme, yabancılaşma ve arabeskleşme olgularının dramatik olarak bir arada yaşanmasına yol açmıştır.

Peki, Mersin buraya nasıl geldi? 


2. Mersin'in tarihi gelişimi:

Koloğlu Mehmet Ağa 1830'lu yılların başında Göğceli bucağına geliyor; Yoğurt Pazarı mevkiinde Yörüklerin alışveriş etmesi için bir Pazar kuruyor.

Mersin'in ilk nüvesi böyle oluşuyor. Sonra 1837'de Göğceli bucağına bağlı Mersin köyü kuruluyor ve hızla büyümeye başlıyor.


Birkaç önemli gelişme: 

  1. 1832-1839 yılları arasında Çukurova'nın Kavalalı Mehmet Ali Paşanın oğlu İbrahim Paşa tarafından işgali,

  2. Amerikan İç Savaşı (1861)  

  3. Süveyş Kanalı'nın yapımı

  4. Lübnan'da yaşanan mezhep çatışması Mersin'e iş arayışı ve güvenlikli yaşama göçüne neden oluyor. "Kiremithane", "Bahçe Mahallesi", "Çardak Mahallesi" bu dönemde kuruluyorlar.

1970 ve 1980 göçleri sonrasında yaşanan 1990 sonrası çatışma ortamından dolayı Güneydoğu'dan zorunlu göçle gelen çok sayıda Kürt nüfus bu mozaiği tamamlıyor.

Limanın gelişmesi, Lübnan'dan gelen Arap nüfus Kıbrıs, Girit ve Niğde, Kayseri, Sivas gibi çevre illerden gelen nüfus da bunlara katılıyor ve Mersin bir göçler şehri olarak hızla büyüyor.


Büyümeyi yaratan diğer etkiler: 20'nci yüzyılın başından itibaren ticaretle uğraşan Fransız, İtalyan Levantenler, ulaşım işlerini yürüten Almanlar ve ilgili devletlerin Mersin'de kurdukları konsolosluklar, temsilcilikler kültürel çoğulculuğu daha da çeşitlendiriyor (sonra çeşitli sebeplerle konsolosluklar kapanıyor Levantenler gidiyor).

Hâsılı, 18'nci yüzyılın sonunda küçük bir köy iken gittikçe büyüyerek gelişmiştir Mersin. 


Çok kültürlü kent örneği ortaya çıktı: 19'uncu (ve 20'nci) yüzyılda Müslüman, Hıristiyan, Musevi her dinden; Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Rum, Fransız, İtalyan ve Alman olmak üzere her milletten; Mısırlı, Lübnanlı, Kıbrıslı, Suriyeli gibi çeşitli memleketten; Giritli, Niğdeli, Urfalı gibi birçok kentten irili çeşitli insan grupları bir arada barış içinde ve kardeşçe yan yana yaşamış aynı mezarlığa ölülerini gömmüştür. 


19'uncu yüzyılın sonlarına doğru; tarımın gelişmesi pamuk ve tarıma dayalı sanayilerin kurulması, Adana-Mersin demiryolunun yapılması (1886) ve Bağdat hattına bağlanması, belediyenin ve gümrük teşkilatının kurulması Mersin'i ticari ve kentleşme yönünden derinden etkilemiş ve büyütmüştür.  


Kentin idari kimlikler kazanması; 1852 yılında Göğceli Bucak Merkezi Mersin'e taşınmış, 1864, Göğceli, Kazanlı ve Elvanlı bucakları birleştirerek Mersin kazası kurulmuş, 1888'de Adana'ya bağlı bir sancak haline gelmiş. 1918 (Kasım), İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edilmiş, 1919 (Kasım) İngilizler yönetimi Fransızlara bırakıyor ve çekilmiştir.

3 Ocak 1922 Türkiye heyeti Mersin'e giriyor. 1930'da merkezi Silifke olan İçel ili lav ediliyor, 1933'te Mersin iliyle birleştirilmesi sonucu İçel ili adını alıyor. 


Son yarım asırdaki gelişmeler; 1961'de Mersin Limanı, 1962 Ataş Rafinerisi kuruluyor. 1985'te serbest bölgenin kurulması ticari açıdan; Çukurova Sanayi, Akdeniz Gübre, Anadolu Trakya Cam Sanayi, Soda Kromsan tesisleri sanayi alanında; 1992'de kurulan üniversite eğitimde; Merit ve Hilton gibi otellerin açılması turizmde; 1994'te Büyükşehir Belediyesinin kurulması yerel yönetim alanında birer aşama olmasına rağmen Mersin henüz istenen konuma ve aşamaya gelmiş değildir. 


Yeni gelişmeler beraberinde yeni sorunlar getirmiş, kent bir yandan demografik olarak büyürken öte taraftan kentsel sorunlar da büyümüş, son çeyrek yüzyılda bu sorunlar içinden çıkılamaz bir hal almıştır.

Gelinen noktada Mersin ikinci büyük atağını başlatmanın çabası içindedir. Ancak bunun için önce sorunları doğru teşhis ve tespit etmek, uygun çözümler üreterek çağdaş yönetişim olanaklarıyla, cesurca uygulamaya geçirmek gerekmektedir.


Merkezi ve yerel yönetimlerin; sorunları çözerek, gelen nüfusu kent sürecine entegre etmeleri ve kentlileşmelerini sağlamaları gerekirken yönetim zafiyeti, yasal, idari ve mali güçlükler nedeniyle bunu gerçekleştirememiştir.

Sonuçta gelenler; kentlileşmek yerine, genellikle köylü olmaktan çıkmış kentli de olamamış, arada kalmıştır.

Diğer bir deyişle, kentin bazı bölgelerini "devasa bir köy" haline çevirmiştir. Sorunlara doğru teşhisler konulmaz ve doğru çözümler üretilmezse bu süreç daha da büyüyerek devam edecektir.

O nedenle bugünden tedbir almalı, yarın geç olabilir.  Üstelik bu sadece Mersin'in değil kuzey ve güney hinterlanda adını zikrettiğimiz diğer tüm kentlerin de karşı karşıya kaldıkları sorunlar yumağıdır. 


3. Mersin'in göç ve kentleşememe ile ilgili sorunları: 

a. Kent demografik olarak büyümekte ama dönüşememektedir.  Demografik şişme ile birlikte Bölgesel Birleşik Bir Kent olmaya doğru bir gidiş var.

b. Mersin ekonomik olarak kimliğini bulamamıştır. Ekonomik olarak arada kalan bir kent, ne Adana gibi SANAYİ KENTİ ne de Antalya gibi TÜRİZM KENTİ olabilmiştir.

c. Mersin sosyo-kültürel açıdan "kentlileşme" sürecini tamamlayamamıştır. Gelenler köylü olmaktan çıkmış kentli de olamamıştır. Arada kalma durumu var.

d. Bir kentte üç ayrı kent meydana gelmiştir:

  1. Hilton Merit hattındaki normal kent,
  2. kenti çepeçevre saran yoksulların ve varoşların kenti,
  3. Uzuz narenciye ve ılıman iklime gelen emeklilerin kenti.

e. Kentsel yaşamda "hak" ve "görev" kavramları işlemiyor. Bir madalyonun iki yüzü gibidir bunlar, biri yoksa öbürü de olmaz. Kentaşlara haklarını veremediğiniz taktirde görevlerini de yerine getirmesini bekleyemezsiniz. 


4. Mersin'in kentl(il)eşememesi (sebepler):

Göç ve kaç hareketleri: yukarıda zikrettiğimiz üzere kırdan kente göçler; az gelişmiş bölgelerden gelişmiş bölgelere göçler olduğu gibi zorunlu nedenlerle (savaş-deprem-siyasi) nedenlerle de son yıllarda yoğun göç almış bir kent Mersin.


Dışarıya verilen göç: Kentin temel dinamikleri olan sermaye, beyin ve kentli nüfus göç edince gelenlerin etkileşimde bulunup dönüşeceği dinamikler zayıfladı.

Yönetim yetersizlikleri de eklenince kente gelenler kentlileşemedi, kent devasa köye döndü.


Yönetim ve yatırım kapasitesinin harekete geçirilememesi: Merkezi yönetimin el atmaması ve iyi yönetilememesi sonucu "mevduat/yatırım dengesi" (Gaziantep, Konya, Kayseri, Denizli gibi) oluşmadı. Bu önemli bir sorun olmaya devam ediyor. 


Geri kalmışlığın ve gelişmişliğin göstergesi kentler; yolları düzgün olmayan, binaları çürük dişler gibi dizilmiş, imar planları ve yapılaşmaları rüşvet kokan, sıkışık, plansız gelişi güzel gelişmiş, içinde mutsuz ve stresli insan kalabalıklarının koşuştuğu, birbirlerini iterek veya ezerek bir yerlere ulaşmaya çalıştıkları kentlerdir. 


Çağdaşlığın ve gelişmişliğin göstergesi kentler ise; yolları düzgün, alt yapı sorunlarını çözmüş, insan mutluluğunu esas alan, yeşil alanları ve kent möblesiyle ferah, yaşanabilir mekânlar sunan güzel, planlı bir biçimde gelişen, içinde üretken ve mutlu insanların yaşadığı kentlerdir. 


Peki, bütün bu işleri kim yapacak?

Bu konuda başta merkezi hükümet olmak üzere, yerel yönetimlere büyük görevler düşüyor.

Peki, yerel yönetimler bu görevleri yapacak, bu devasa işlerin üstesinden gelecek durumda mı?

İşte cevaplandırılması gereken ikinci kritik soru da budur.


4. Sığınmacılar meselesi 

Genel tarihsel gelişmeler

Sığınmacılar meselesini anlamak için Ortadoğu'daki gelişmeleri ve Suriye savaşını tahlil etmek ve anlamak gerekir.

Çünkü bir sorunun sebeplerini ortadan kaldırmadan sonuçlarını ortadan kaldıramazsınız. Bilindiği üzere ABD, 21'inci yüzyılın başında egemen kılmaya çalıştığı 'Yeni Dünya Düzeni'ni (YDD) Ortadoğu'da üçayak üzerinde inşa etmeye çalıştı.

  1. Ortadoğu enerji kaynaklarına (petrolüne) ulaşılabilirliği sağlamak. 
  2. Yeni Dünya Düzenine başkaldıran devlet ve örgütleri hizaya getirmek (ki Suriye meselesi diğerleri ile birlikte en çok bu maddeyle ilgili.) 
  3. İsrail'in güvenliğini sağlamak.

Başta petrol olmak üzere Ekonominin motorize gücü olan enerji kaynaklarının önemli bir kısmı (yüzde 65'ı) Ortadoğu hinterlandında bulunuyor.

ABD ve batılı emperyalist güçler için önemli olan bu kaynakların mülkiyetine sahip olmaktan ziyade onun arzını, pazarını ve fiyatını kontrol etmektir. Bu çerçevede yıllardır bu bölgeye olan ilgileri sürüyor. 

Bu yaklaşımın ikinci önemli amacı yeni küresel düzene uymayan devletleri uydurmaktı.

Peki, bu nasıl olacaktı?

Batı bu noktada eski maliyetli bir yöntem olan emperyalist işgal yerine pattern  (örnek) oluşturarak dönüştürmeyi seçti.

Arap Baharı denilen olgu tam da buydu. Bu hareketleri destekler ve teşvik ederken amacı kendisine uymayan Radikal İslamcı devletleri, köktencilikten (fundamentalizm'den) Ilımlı İslam'a dönüştürmekti.

Böylece küresel yayılma işi açık kapı politikası ile her yere kolayca gidebilecekti. ABD bu yolla 20'nci Yüzyılda var olan hegemonyasını 21'inci yüzyılda da sürdürebilecekti. Arap baharının temel amaçlarından biri buydu. 


Türkiye'nin Suriye müdahalesi

İşte Türkiye tam da bu noktada devreye sokuldu. Laiklik ile İslam'ı bir arada yaşayan dönüştürücü bir örnek olarak Türkiye rol oynayabilirdi.

Bir yandan İslamcı bir parti olan AKP iktidara taşınmıştı öte yandan arızalı da olsa laik bir demokrasi vardı. İşte büyük Ortadoğu Projesi Eş Başkanlığı bu dönemin ürünü olarak ortaya çıktı.

Onlar bu sebeple Erdoğan'ı kullanmaya çalışırken üç dönemdir üst üste seçim kazanıp güç zehirlenmesine uğrayan Erdoğan'ın da aklında artık (onları kendince kullanmaya dönük) başka amaçları vardı:

Bu amaçlar, Abdülhamitçi Ne Osmanlıcılığa yönelmek ve burada oluşacak ümmetin başına geçmekti.

Bunun için başından beri gününü bekledikleri (Ilımlı İslam terkedilerek) Siyasal İslam'a geçilecekti. Tabi evdeki hesap her zaman zaman çarşıya uymuyordu. Bu kez de öyle oldu. 


Bu yeni süreçte Ilımlı İslam'dan siyasal İslam'a geçen AKP bu yüzden bu projenin üstüne atlamıştı. Fakat döngünün tamamlanması gereken bir halkası vardı, Suriye.

Nitekim Tunus düşmüştü, Libya işi bitmişti, Mısırda kardeş Mursi iktidara gelmişti, geriye Suriye kalmıştı.

Suriye'de bir biçimde dizayn edilmeliydi. İşte Suriye ile ipler bu noktada kopacak her şey bu boş halin peşinden koşmakla başlayacaktı.

Onlara göre, o zamana kadar can ciğer oldukları, ortak bakanlar kurulu yaptıkları Esad da halledildi miydi iş tamamdı. Fakat evdeki hesap çarşıya bir türlü uymadı. 

Türkiye'nin içine (Tunus ve Libya'yı da alan) Mısır ve Arabistan'la oluşturduğu Suni İslam Hilalin!a kaşı başını İran'ın çektiği, Irak'la devam eden ve Suriye ile pekişen Şii Hilali çıkmıştı.

İşte tam bu noktada ipler koptu. Esad'la defalarca görüşen Erdoğan ve Diş İşleri bakanı Davutoğlu istediklerine kavuşamayınca, bu kez ABD'nin de sıkıştırması ile başka bir yola başvurdular.

Tunus'ta, Mısır'da yapılan burada Türkiye'nin de işin içine girmesi ile yapılabilirdi. İç darbe. Yöntem devreye sokuldu ve denenmeye başladı.

Bu ekibe göre Esad yönetimi iki ayda düşecek, onlar da büyük kurtarıcılar olarak güllerle karşılanıp gidip Emevi Camisi'nde namaz kılacaktı.

İşte Suriye'nin hikâyesi ve Türkiye'ye gelen 6 milyon sığınmacının trajedisi bu hikâyenin sunucudur ve böyle başladı.

Açıkça belirtilmeli ki her şeyin sebebi bu savaşı harlayan anlayıştır. Çünkü sığınmacılar bir sonuçtur, asıl sebep ve başlangıç bu savaştır.

Bugün de sebep ortadan kaldırılmasan hamaset dolu popülist politikalarla sonuç ortadan kaldırılamaz. 


Olayların gelişim seyri

Aralık 2010'da Tunus'ta başlayan, Libya ve Mısır'la devam eden halk hareketleri, Mart 2011'den itibaren Suriye'ye de sirayet etmiş ve alevlenmişti.

Türkiye artık için içindeydi ve Esad'ı düşürmek için cihatçı örgütleri destekliyordu. El Nusra'nın kolları, IŞİD, Haşti Şabi, ne idüğü belirsiz birçok terör örgütünün yer aldığı Özgür Suriye Ordusu vb. örgütler büyük güçler adına vekâlet savaşları yürütüyordu.  

Sahada ABD gibi küresel bir güç, Rusya gibi bölgesel bir güç ve bölge ülkeleri İran ile Türkiye de vardı. Ama Suriye diğer ülkelere benzemiyordu, merkeze bağlı bir ordu, yıllardır örülmüş bir istihbarat örgütü ve arkasında Rusya ile İran vardı. Bunlar da işi bozuyordu. 


Ümmetin başına geçme hayalleri Suriye'nin beton bariyerlerin  çarparak tuzla buz olan Erdoğan ve ekibinin bu noktada artık başka iki amacı vardı; Kürtlerin Suriye'de bir kazanım elde etmelerini engellemek, Esad'ı düşürmek.

Artık kardeş Esad şeytan Esed'e dönüşmüştü. Suriye ve liderliği ile Erdoğan arasında sanki bir kan davası varmış gibi iş kişisel, duygusal ve psikolojik temelde yürüyordu.

AKP ve Erdoğan bu amaçlarına bu noktada bir amaç daha eklediler: Dış düşman ve beka söylemi. Bunu kullanarak içerdeki iktidarını daim etmek ve sığınmacılar yoluyla batıdan parasal destek almak. Levra büyük güçlerin vekalet savaşlarının ortasında kalan Suriye Halklarının dramı başlamıştı.


Sığınmacı dramı

40 yıldan fazla bir süredir Suriye'de iktidarı elinde bulunduran Esad yönetimi, göstericilerin reform, özgürlük ve demokrasi isteklerini kanlı bir şekilde bastırma yolunu seçti.

Bu tutum gösterilerin savaşa dönüşmesine sebep oldu. Yüz binlerce insan yaralandı ve öldü. En az 10 milyon Suriyeli yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kaldı.

8 milyondan fazla Suriyeli ise aralarında Türkiye'nin de bulunduğu komşu ülkelere göç etmek zorunda kaldı.

Türkiye, izlediği "açık kapı politikası" doğrultusunda "sığınmacı" statüsü tanıdığı akın akın geldiler. Resmi verilere göre yaklaşık 4 milyon, gayrı resmi rakamlara göre yaklaşık 6 milyon Suriyeli Türkiye'ye girdi.

Türkiye sığınmacıları Avrupa karşısında bir koz ve pazarlık aracı olarak kullandı. Avrupa sığınmacılar için Türkiye'ye çeşitli fonlar aktardı.

AKP İktidarı şimdiye kadar nereye ve nasıl yapıldığı belli olmayan ama kendi iddialarına göre sığınmacılara 50 milyar dolardan fazla maddi yardımda bulunduğunu ileri sürüyor. 


Tartışmalı veriler 

Bir kere sayılardaki muğlaklık sadece Avrupa'dan alınan paralar ve sığınmacılara harcanan masraflar konusunda değil.

Aynı zamanda sığınmacı sayısı konusunda da bir netlik yok. Savaşla birlikte gelen Suriyeli sığınmacılar, başta Suriye'ye sınır iller olmak üzere, Türkiye'nin her iline dağıldılar.

Resmi rakamlara göre sırasıyla en çok Suriyelinin bulunduğu 10 il şunlar:

  1. İstanbul 543 bin
  2. Gaziantep 463 bin
  3. Hatay 434 bin
  4. Şanlıurfa 431 bin
  5. Adana 257 bin
  6. Mersin 243 bin
  7. Bursa 185 bin
  8. İzmir 150 bin
  9. Konya 124 bin
  10. Kilis 108 bin
  11. Diğer 830 bin.

Buna göre toplamda Türkiye'de 4 milyon civarında Suriyeli sığınmacı bulunuyor.

Bunlardan 205 bin kişiye vatandaşlık, 35 bin kişiye ikamet izni verilmiştir (Kaynak: Göç İdaresi Başkanlığı).


Sorunlar ve yükler

Tabi bunların beraberinde getirmiş olduğu mali yük, toplumsal barış yükü, vatandaşlık yükü, istihdam yükü ve uyum ve entegrasyon sorunları söz konusu.  

Bu nedenle (Mayıs 2022'de) yapılan kamuoyu araştırmaları Türkiye'nin en büyük üçüncü sorununun;

  1. ekonomi,
  2. hukuk ve adaletin ardından
  3. sığınmacı ve göçmen sorunu

olarak kayda geçiriyor.

Resmî verilere göre 6 milyon gayrıresmî verilere göre ise Türkiye'de toplamda 8 milyon göçmen ve sığınmacı bulunuyor.

Bunlardan sadece 1 milyonun ikamet izni var. Toplumun yüzde 80'i bunları istemediğini, kendi yurtlarına geri gönderilmesini istiyor.

Görüldüğü gibi sorun ağır ve giderek daha da ağırlaşacak gibi görünüyor.


Gerek Suriye'de yaşanan savaş, gerekse Suriyeli sığınmacıların "en güvenilir yer olarak" gördükleri Türkiye'ye göç etmeleri, Türkiye'nin sadece sınır güvenliğini değil içerde kamu düzeni güvenliğini de ciddi anlamda etkilediği ileri sürülüyor.

Suriyeli sığınmacılar meselesi iç politikada topluma ve kentlere uyum sağlamak başta olmak üzere ekonomi, istihdam ve asayiş açısından birtakım sorunlara sebebiyet verdiği gibi; dış politikada da Türkiye'ye yönelik bazı tehditleri ve tehlikeleri beraberinde getiriyor. 


Mesele iç politikada sorunu çözme meselesinden ziyade oy almanın bir aracı haline getirilmiş görünüyor.

Bazı sağ popülist, ırkçı parti ve yaklaşımlar bunları hemen sınır dışı etmeyi savunurken bazıları onları sınırda kamplara kapatmaktan bahsediyor.

Ana muhalefet partisi CHP ise iktidara geldikten sonra onları barış içinde kendi yurtlarına göndermeyi vaat ediyor.

Ancak bunun için Ortadoğu'da ve Suriye'de barış olmadan nasıl olacağı henüz ortaya konulmuş değil.

Erdoğan ise tamamen Esad düşmanlığı üzerine inşa ettiği politikası mucibince neye mal olursa olsun Esad düşünceye kadar bunlara ev sahipliği sürdüreceğini söylüyor.

Ancak on yıldır düşmeyen Esad'ın nasıl dürüleceği konusunda ise toplumu ikna edecek bir tez ileri sürülemiyor.

Bu minvalde Esad'la görüşmeyi de (şimdilik) reddediyor görüntüsünü sürdürüyor. Bütün bunlar olurken olan Suriyeli sığınmacılara oluyor. 


Yerel yönetimlerin tavrı 

Tabi bütün bunlar olurken, bu arada olan belediyelere oluyor. Çünkü sığınmacılar yaşadıkları kentlerdeki belediyelere büyük bir yük oluşturuyorlar.

Fakat bu yüke mukabil merkezi yönetim belediyelere bir yardımda bulunmuyor. Oysa bir belediyenin bütçesi, öz kaynakları yanında genel bütçeden vatandaş başına aldıkları paylardan oluşuyor.

Suriyeliler bu kentlerde yaşıyorlar ama vatandaş sayılmıyorlar. O yüzden resmi olarak genel bütçeden onlar için belediyelere bir fon aktarılmıyor.

Fakat vatandaş gibi onlar da yiyip içip, çevresel yükler ve atıklar meydana getiriyorlar. Devlet ve merkezi hükümet sığınmacılar için dışardan yardım aldığı halde bu fonlardan belediyeleri faydalandırmıyor.

Dolaysıyla belediyeler açısından hem hizmet yükü, hem mali yük hem de uyum ve entegrasyon sorunları söz konusu oluyor.  


Zaman zaman milliyetçi propagandalar sonucu sığınmacılara karşı aşırı tepkiler ortaya çıkıyor.

Ayrıca sığınmacıların ucuz iş gücü olarak çalışması, eğitim sağlık gibi hizmetlerden bedava istifade etmesi vatandaşı kızdırıyor.

Uyum sorunları giderek uyum ve sosyal barış yüküne dönüşüyor. Gerekli ve yeterli önlemler alınmadığı takdirde yaşanan sorunlar giderek büyüyecek ve ortaya çıkacak ani sosyal parlamalara neden olacaktır.

Böyle olalar kapanması zor derin sorunlara yol açabilir. Bu nedenle belediyelerin de tavrı sığınmacı meselesinde farklılaşabiliyor. 

Belediyeleri göçmenlere bakışları açısından 4 gruba ayırmak mümkün:

  1. Göçmen karşıtı belediyeler: (Ör. Bolu Belediyesi) Bunlar beldelerinde sığınmacı istemiyor, onlara hizmet vermiyor ve bazı zorlaştırıcı yollarla onları şehirlerinin dışına atmak istiyorlar. Bolu Belediye başkanının sergilediği tavır bu kategoriye bariz bir örnektir. 
     
  2. Göçmenleri yok sayan (onlar yokmuş gibi davranan) belediyeler: (Urfa, Adana, Bursa gibi belediyeler). Bunlar sığınmacılar konusunda bir çeşit suya sabuna dokunmayan belediyelerdir. Ne lehte ne de aleyhte bir tavır sergilemiyorlar, seğrilmekten kaçınıyorlar. 
     
  3. İnsanı yardım sunan belediyeler: (Mersin Belediyesi). Bu belediyeler sığınmacılara imkânları dâhilinde insanı yardım yapmaya çalışıyorlar. Sorunu geçici görüyorlar.
     
  4. Kapsayıcı Belediyeler. Herkesi ve her kesimi kapsayıcı biçimde bütüncül ve eşitlikçi yaklaşan belediyelerdir. Henüz Türkiye'de bu tavrı gösteren bir belediye göstermek zor. 

Sonuç

Sonuç itibarıyla sığınmacı meselesi başta Avrupa devletleri olmak üzere merkezi ve yerel yönetimleri etkileyen sorunların başında geliyor.

Sorun giderek günlük yaşamda vatandaşı da etkiliyor. Önlem alınmadığı takdirde gelecekte kapaması zor derin sosyal patlamalara yol açabilir.

Sorunu çözmenin kalıcı yönü Ortadoğu barışıdır. Tıpkı Avrupa'nın savaşları yok eden Çelik ve Kömür Birliği'nden yola çıkarak Avrupa Birliği'ne ulaşması gibi Ortadoğu Halkları da "Su Barışı Projesi" ve ortak tarım politikaları geliştirmesi projeleri ile Ortadoğu barışını sağlayabilirler.

O güne kadar yerel yönetimlerin insanı yardımları yapması ve vatandaşı kışkırtan ırkçı milliyetçi politikalardan uzak durulması büyük önem taşıyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU