Savaşın psikolojisi

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AP

Belki başlı başına bir kitap konusudur bu; ancak belli başlı meseleleri açıklayarak size burada da ufak bir vizyon geçişi yapacağım.

Savaş 3 boyutlu değil, 5 boyutlu bir olgudur.

En, boy, derinlik diye tanımlanabilecek 3 boyut, savaşta geçerli değildir.

Savaşın bir de uzay boyutu olan 4. boyutu ile geçmişle geleceğe doğru giden 5. boyutu olan zaman boyutu vardır.

Geçmişte yaşananlar ile tarihler ve milletlerin duruşları şekillenirken, geleceğe de çoğu kez bu geçmişin ön yargıları ya da acı tecrübeleri yön verir.

Bu bakımdan 5 boyutlu bir olguyu, 5 beyin hücresine sahip kimselerin anlaması beklenmemelidir.


Savaş bir kahramanlık, bir güç gösterisi değil, milletlerin varlık, devamlılık mücadelesi ve çıkar çatışmasının son restleşmesidir.

Savaş kimilerine göre diplomasinin bittiği yerde başlarken, kimilerine göre de diplomasinin ta kendisidir.

Savaşın psikolojisi, moral güç ya da askerin psikolojisi değildir. Savaş, ayrı bir boyutta apayrı bir psikolojik duygular silsilesinin güdümünde ilerler.

Bombardıman altında ya da cephe hattındaysanız beyninizin tehlike esnasında hayatta kalma ile alakalı amigdala kısmı ya da kendinizi doyurmakla yükümlü limbik kısmı ile yaşarsınız uzunca bir süre.


Savaşın en başat psikolojisini, savaşmayan yöneticilerin psikolojisi ve aldıkları tarihi kararlar belirler.

Savaş bu insanların inisiyatifine göre sınırlı bir cephe savaşı da topyekun bir savaş da olabilir.

Yüzlerce kişi tarafından metrelerce kalınlıktaki güvenli duvarlar ardında korunan kimselerin birincil önceliğidir insanların psikolojilerini yönetmek.

İşte bu yönetildiğinde savaş bazen hiç olmayabilir bazen de ortaya çıkan savaş, yöneticilerin başını da yiyebilir.


Savaşa teşvik, ürünü somut olmayan bir reklam kampanyasıdır. Şan, şeref, kahramanlık gibi elle tutulmaz, gözle görülmez bir ürün vardır.

Mutlak somut bir ürün varsa o da bir avuç toprak kazancıdır ve onu ölüler gömülerek, gaziler arada bir onurlandırılarak ve üzerinde yürüyerek yaşar.

Bir gözü olmayan, çenesi olmayan, burnu olmayan, yüzü yanmış, uzuvları kopmuş bir insan için savaş, mahvolan tüm hayatıdır. 


Devletler kolektif yapılar oldukları için, bir ülke savaştı ve aldı deriz, ancak ödenen bedeller bireyseldir.

Bu açıdan "savaşlarda vicdani retçiler" bilhassa geçen yüzyılın ortalarından itibaren seslerini yükseltmişse de görsel ve sesli medyada ve filmlerde vatanseverlik, kahramanlık genellikle yüceltilen bir kavram olduğu için milli afyonlarla dehlenen kalabalıklar için savaş, bir amaç halindedir. 


Tüm bu kahramanlık ve vatanseverlik soslu filmleri yapan şirketler de bellidir. Global sermayedir çoğu ve onlar için kitleler sürekli savaşa hazır olmalıdır.

Haçlı Seferleri çoktan geride kalmış olsa da şövalye imajı ve giysisi asla unutturulmaz. Bir batılı daima kendisini o ruhta hissetmelidir.

Ortadoğulu da Ortadoğulu olarak kalmalıdır. O filmlerde bir Arap, Pakistanlı, Türk, aşk yaşayan, ailesi ile kumsalda oynayan, barışçı siviller olarak kalmamalı, elinde AK-47, belinde bir dinamit yeleği ya da bir suikast planı olmalıdır.

Filmlerde Rus varsa mafya veya dövüşçü, Yunan varsa eğlencelik bir figür, Afrikalı varsa ya intikam almak isteyen biri ya da bir fakir olmalıdır.

O filmlerde Puşkin şiiri okuyan bir Rus ya da icatları ile meşgul Sırp Tesla'yı görmezsiniz.

Filmler karar vermektedir kimlerin medeni ve bedevi olduğuna. Çünkü tüm bu algılar, bir sonraki savaşta insanları "karşıdaki düşmana karşı hazırlamak" için kullanılacaktır.


Gerçekte Rusları anlamak için Rus filmlerini, Türkleri anlamak içinse Türk filmlerini izlemez koltuğundaki insan.

Realizasyon, çeviri, hepsi birer masraftır ve masrafı sırtlanan, onu manipüle etme hakkına da sahiptir.

Beyaz adam, kendisine biçtiği rolü, kendisiyle çoktan özdeşleştirmiştir. Beyazın içerisinde ayrı beyaz türler vardır ve Anglosakson beyazı, bu dünyaya nizam verecek şövalyedir.

Bu algılar fazla değişmez. Haçlı savaşı yoktur ama şövalye imajı ve görüntüsü birçok filmde yinelenir.

Uzun saçlı, zırh giymiş sarışın kahramanlarla dolu bir film her sene mutlak vizyona verilir. Çünkü bu filmler mutlak bir siyasi amacı besler.

Siyasi coğrafyada etkili bir silah olan kültürel nüfuz ve propaganda amacına.


Fiziki coğrafya ne derece stabilse, beşeri ve siyasi coğrafya da o derece dinamiktir.

Yugoslavya'yı yıkan gücün bir hesabı vardı da yıkıldı bu ülke. Çöken Doğu Blokunun enkazı üzerinde bir Rusya'nın yükseleceğini biliyorlardı.

Bu Rusya'nın ise Yugoslavya'nın en kalabalık milleti olan Sırplarla yakınlaşmasını ve binlerce kilometrelik dalmaçya kıyılarına yani sıcak denizlere çıkmasını istemiyorlardı.

Savaş Sırpların coşarak koştuğu ancak sonuçları itibarı ile denizlere her yerden çıkışı kaybettikleri bir felaket döngüsüne dönüşmüştü.

Boşnaklar nüfus, Sırplar toprak, Hırvatlar ise II. Dünya Savaşı'nda Nazilerle yaptığı işbirliğinden kalan kötü şöhretlerini kaybetmişlerdi.


Daha ilk Slovenya ve Hırvatistan ayrılırken Avusturya ve Almanya'nın desteği Yugoslavya savaşının, Yugoslav kıyılarının kontrolü için olduğunu anlamamız açısından önemlidir.

Herkes kendisine yakın gördüğünü arkalar. Katolik Slovenya ve Katolik Hırvatistan da Avrupa ideallerine yakın, Rusya'dan da o derece uzak iki ülkeydi.

Onların ayrılması değil, Yugoslavya denen Frankenstein yapı içerisine monte edilmeleri bir defa mantıksızdı.

Kanıyla Slav, ruhuyla, kültürüyle, yaşantısıyla Alman olan Slovenya'nın 10 günde savaşın defterini açıp kapatması ve ona öykünen taşralı komşusu Hırvatistan'ın savaşı sürdürmesi ile Sırplar da tüm bölge de savaşın ne olduğunu anladı.

Bir sene öncesine dek Ak-47'nin Zaborevka'nın adını duymayan insanlar, silah söküp takmasını, torna tezgahlarında ilkel de olsa silah üretmeye başlamışlardı.


Boşnaklar daha 1990'larda SDA partisini kurduklarında Bosna Hersek şehir ve kasabalarında, taşra yerleşmelerinde gezen imamlar ve dini bütün partililer halka şöyle sesleniyordu:

Sepetlerle altınlarınız olacak, İslam Devleti bereketi ile bereketleneceğiz.


İşte bu söylemlerle kurulan SDA da savaşın eli kulağında gümbür gümbür gelişini göremedi.

Rahmetli Aliya İzzetbegoviç mükemmel bir ideolog; ama askeri açıdan bilgisiz bir komutandı.

Saraybosna'da Boşnak halka zamanında 25-30 bin kalaşnikof dağıtılmıştı ama Boşnaklara tepelere çıkma vizyonunu verecek kadar öngörülü değildi.

Boşnak Savunma Konseyi tüm bu kalaşnikofları alıp, o sıralar ağır silahların getirilmediği dağlara kum torbaları yapıp yerleştirse idi, Saraybosna'nın o günlerde kuşatılmamış tepelerinde kontrol sağlanabilirdi, oralara ağır silahlı Sırplar da çıkamazdı.

Ama bu yapılamadı. Çünkü savaşın 5 boyutlu psikolojisinin bir 6. boyutu varsa o da savaşı yaşamadan onun tüm getiri ve götürülerini hesap edebilmekti.

Savaş başlamamış, tepelere çıkmamışsın. Sonra Sırplar ağır silahlarını, top ve tanklarını getirince de şehir kuşatılıyor.

Sırpların bu tepelere yerleşeceği ayan beyan ortada; zira oralarda Sırp köyleri veya yerleşmeleri var. Hiç olmasa bile senin hesap etmen şarttır. Hakim nokta, tahkimli nokta olmak zorundadır.

Koskoca şehirdeki tek doğru dürüst savunma sanayi yatırımı olan FAMOS tank fabrikası da Sırplar tarafından parça parça çıkarıldığında Boşnaklar bunu fark edememişti.

Tek güvenilen şey, şehirde birkaç sene önce yapılmış Kış Olimpiyatları idi ve dünyanın bu kadar tanınmış bir şehri yalnız bırakamayacağı düşünülüyordu. Bıraktı ama...


Dağlarda mevzi hazırlayan Sırplara ek olarak birkaç Sırp da Boşnakların savunma mevzilerini hazırlamıştı.

Rahmetli Çedomir Domuz bunlardan biriydi. Ayrıca Özel Kuvvetler Şefi Dragan Vikiç'in yüksek binaları temizlemesi ve parlamento binasına ilerleyen Yugoslav ordusunu durdurması türünden eylemler gibi bazı "Dost Sırp" polis şeflerinin öngörüsü olmasa Boşnakların liderliği çoktan Allah'a emanetti.

Çünkü o liderlik, inancıyla elindeki taşı Rus tankına Allahuekber diyerek atan ve Rus Tankını patlatan Afgan mücahit mavralarına inanıyordu.

Ayağında terlikle gezen Afgan eğer ABD-Sovyet çekişmesi olmasa o silahları bile bulamazdı.

Maalesef İslami kesim, bu duygu seli sebebiyle gerçeklikten çok uzaktır ve hala da uzak kalmaya devam etmektedir.


Savaşın öncesinde Bosna Hersek'te yaşamamış, bu ülkeyi görmemiş, savaşta buranın kokusunu almamış olanların yaptığı filmlerdeki hikayelerde değildir savaşın psikolojisi.

Öncesinde ciddi bir cehalet, umursamazlık ve boş özgüven yüklüdür o psikoloji.


Bosna'da savaşı götüren lokomotif Boşnak partisi olan SDA, İslami romantizmini destekleyecek hiçbir stratejik öngörüye sahip değildi.

Bu stratejik fakirliği, savaşın sonlarına dek bila istisna devam etti ve birbiri üzerine yapılan hatalarla orduda birleşik Bosna Hersek idealine inanan Hristiyanların küstürülüp gönderilmesi gibi gereksiz işlerle ordu sürekli güç kaybetti.

Savaş günlerinde halk ekmek bulamazken 5 milyon mark gibi ciddi bir paranın Lilyan dergisine aktarılması da halkı çileden çıkartan icraat fakirliklerinden biriydi.


Birleşik Bosna idealine inanan Hristiyanların kaybedilmesi bir yana, kendi canından, kendi inancından olan, kendi kahramanlarının bazıları, partiye sırf İslamcı olmadığı için jurnallendi.

İzet Naniç bu zavallı kahramanlardan biriydi. Kendisine sırf SDA'lı olmadığı için yardım edilmemesine sebep olan nasipsiz bir partili yüzünden Naniç, garip bir şekilde ihanete uğrayarak terk edildi ve şehit düştü ve tabi badem gözlü oldu.

Ama TRT'de gösterilen hali ile durum farklıydı tabi... En az Abdülhamid filmi kadar cahilce uydurmalar içeren ve kimin yazdığı umurumda bile olmayan Aliya filminde de uyduruk şeyler işlendi.

Ben Bosna Hersek'teki komutanlarla ve oradaki gazilerle muhatabım. Dolayısıyla isteyen TV'ye isteyense bana inanabilir.

TV, aptalca şeylerle duygu selleri yaymak ve tarihteki kişilerin ağzından günümüzde yaşayanlara propaganda yapmak için tarihi olmadığı şekilde gösteren bir aygıta dönüştü artık.


Neyse devam ediyoruz. Hal böyleyken yüzde 30'u Sırp ve Hırvatlardan oluşan ordunun çözülmesi ile Sırp ve Hırvat ayrılıkçı orduları güç kazanırken, toprak da kazandı.

Bosna Hersek, varlık yokluk ile karşı karşıya gelirken ABD'nin "diriltici eli" uzandı ve özetle Boşnaklara "Bağımsızlık size hayal, gelin AB mandasında bir ülke olun" dendi.

Müslümanlar, 4 senelik bir savaşın tamamen gereksiz bir şekilde patladığı ve geldiği noktadan ne bir ders çıkarabildi ne de kazanç.

Tecavüze uğrayanlar, öldürülenler, yok edilen altyapı, bozulan düzenler ve Avrupa'ya gidip orada Çingene gibi yaşamak zorunda kalan milyonlarca insan için koskoca bir hayat değişti.

Şu anda Boşnaklar, eskiden yaşamakta oldukları ülkenin yarısından daha azında yaşamaktalar. Sırplar için de durum böyle.

Hırvatlar ise en kazançlı çıkan grup. Yaşadıkları bölgeler her zamankinden daha homojen ve daha da bir "onlara ait".

Dahası, Bosna Hersek'teki toptan ve perakende sektörünü Hırvatlar kontrol ediyor. Bir elleri yağda, diğeri balda bir millet halindeler.

İsterlerse Bosna Hersek'i yıkacak güçte olanlar aslında Sırplar değil, Boşnaklara eklemlenmiş Hırvatlardır.


Yugoslavya savaşı hiç kimseye ders olmadı.

Bağımsız olan her küçük devlet, bir başka devlete bağımlı olur.

Kosova da Sırbistan'dan ayrılıp ABD'ye bağlandı. Buna itiraz edebilirler ancak ülkenin her yanında birçok okul ve devlet dairelerine Kosova bayrağına ek olarak ABD bayrağı asan ben değilim.


Savaşlar, ders alınmadığı için çıkmaktadır diyemezsiniz. Bilakis ders olarak öğretildiği için çıkıyor.

Ama yenilgiler ders olarak anlatılmaz. Mohaç Zaferini öğretiriz ama II. Mohaç Savaşı olan mağlubiyetimizi birçok kişi bilmez.

Bunu sıklıkla konuşmalarımda söylerim. Balkan Savaşı'nı ve o savaşı kaybetmemizde etkili olan saikleri de kimse öğretmez; ama şu anda en az Balkan Savaşı öncesindeki kadar siyasallaşmış bir orduya ve içi boşalmış kurumlara sahip olduğumuza dair bir endişem var.


Vakti zamanında bir ABD'li mafya babası kendisine koruma seçmek için birkaç adam almış.

Aralarında şampiyonlar, ordudan gelme keskin nişancılar mı ararsınız... Ne varsa...

Hiçbirinden memnun kalmamış. En son aldığı adam ise topallayan, doğru dürüst yürüyemeyen biriymiş. 

Mafya babası bir puro yakmış, bir de adama vermiş ve sormuş:

- Hayatında hiç dayak yedin mi?

- Evet efendim, çok yedim ve hiç hoşuma gitmedi.

- Peki hiç kurşun yedin mi?

- Kurşun da çok yedim; hatta kemiğime geldiğinde en acıttığı andı. Bu yüzden topallıyorum.


"Tamam" demiş adam; "al şu iki silahı, maaşını da sen belirle. Gel başla yarın."

Mafya babasına genç oğlu merakla sormuş:

- Niye bunu aldın? İki metrelik 150 kiloluk onca adam vardı?

- Niye mi aldım? Baksana şuna! Diz kapağından kurşun yemiş ki ömür boyu her basmasında acıtır, bir kulağı yok, muhtemelen işkence ile kesmişler. Dayak yemenin de kurşun yemenin de ne demek olduğunu biliyor. Beni ondan başkası koruyamaz. Bu halde iş de bulamaz. O ekmek için bana, ben de hayatta kalmak için ona muhtacım.

İşte bu şekildedir savaşın psikolojisi. Dayak yememiş, kurşun yememiş adamın savaşa istekliliğini geçiniz efendim.

Bu sebeptendir ki Mustafa Kemal Atatürk, II. Dünya Savaşı öncesinde, savaşa girmemekle alakalı çok veciz sözler söylemiş ve bir ulusun hayatı tehlikeye girmediği taktirde savaşın bir cinayet olduğunu belirtmiştir.

Dayak da yemiş, kurşun da yemiş, sevdiklerinizi kaybetmiş iseniz, savaşma sebebiniz vardır; ama yaşamak her zaman ağır basan bir sebeptir.

İnsanlar, savaşlardan ve ödedikleri ağır bedellerden sonra intikamı değil, garip bir şekilde yaşamı seçerler. Savaşa dair konuşmazlar.

Boşnaklara gidip soruyorlar; "Savaşı anlatın." Anlatmıyor, konuşmuyorlar. 1945'ten sonra Almanlar da pek anlatmamış. 

Savaşmış olan adama savaşı sormak, tecavüze uğramış olana "Nasıldı? İyi miydi? Tecavüzcünün boyu, eni, organının şekli nasıldı?" demek gibi uygunsuzdur.

Kimse kan yutup irin yediği bir dönemi anlatmaktan zevk almaz. Kimse yediği dayağı ve aşağılanmayı da anlatmaktan zevk almaz.

Bu sebeptendir ki savaşların psikolojisi çoğu kez yazılmaz, kağıtlara dökülmez.

Biraz dikkatle bakarsanız onları insanların yüzünde, bozulan nizamlarında, yıkılan şehirlerinde, dişi geç çıkmış çocuklarda, mezarlığa dönüşmüş yeşil alanlarda görür, o savaşın gerçeğini siz kendiniz okursunuz.


Savaş, normal hayattaki her olağanın lükse bindiği bir dönemdir.

Fatura ya da icra gelmesinden korkarak uyumak bunun yanında solda sıfır kalır.

Evinize 120 kilogram ağırlığında bir top mermisinin düşmesi ve bir akşam öncesinde başını okşadığınız yavrunuzun beyninin ellerinize akması, korkunun gerçek tarifidir.

Öperek yattığınız eşinizin yanan yüzünü tutarak ağlaması, yıkılmış bir binanın içerisinde çocuklarınızın çığlıklarını duymak ve üzerinize düşmüş betondan dolayı 3 metre ötedeki yavrunuza yardıma gidememek, tüm şanlı tarihi de kahramanlık hikayelerini de, devletler arası mücadeledeki haklılığı da, milli duyguları da siler atar.

Şansınız varsa hayatta kalır, yemek kuyruklarda 250 gram un almak için kuyrukta bekler, dağıtım memuruna kuyrukta öne geçmek veya 100 gram daha fazla süt almak için rüşvet verirsiniz.

Et yemek için balkonunuzda güvercin tuzakları kurar, bodrumda tavuk besler, yatağın altında mantar yetiştirirsiniz.

Evinizde para edecek ne varsa sokakta bir taşın veya kaldırımın üzerine dizer satmaya başlarsınız.

Para ediyorsa bedeninizi, etmiyorsa emeğinizi düşük bedellere satarsınız.


Savaş insanın insanlık onurunu silip atan, altyapıyı, parayı, barutu hesapsız tüketen, eti, kanı, kemiği Allah yaratmamışçasına harcatan bir süreçtir.

Savaşı isteyen siviller, bu duyguların hiçbirini tatmamış, bunları aklına getirmemiş, bunların sonucunda şekillenecek bir dünya düzeninde tek güçlü olanın sermaye olacağının farkına hiç varamamış "dehlenmiş cahiller" sürüsüdür.

Savaş cinayet, savaş akılsızlıktır.


Kimse savaşı istemez, savaşı istemeniz sağlanır. İstemenizi sağlayanlar ise savaşın finansörleri ve ondan ekmek yiyecek olanlardır.

Savaş olmasın diye diplomasi, savaş olmasın diye istihbarat müesseseleri vardır. Savaş olmasın diye savaşı oluşturmayacak mekanizmalarla donatılır devletlerin akıl sistemleri olan "hükumetler".

Bu sebepten, kendisinden güçlü bir devletle olası bir savaşa istekli bir hükumet, akılsız bir hükumettir.

Rusya, olmayan ve gelecekte olması koskoca bir soru işareti olan "Slav dünyasının" lider ülkesi olarak bir varlık yokluk sebebi olarak görüyor durumu.

Bu açıdan da kendisini haklılığın kadranına oturtuyor ve tüm halkını inandırıyor.

 
Savaş psikolojisi bir kırılma psikolojisidir. O ana dek devam edegelen düzeninizin ki buna devlet düzeni de dahil, kökten değiştiği, yarınınızı emanet edeceğiniz şartların silindiği ve bunun bileğinizin gücüne kaldığı bir dönemdir.

Bildiğiniz birçok şey, savaşta işe yaramaz. Bir profesör, şair, cam ustası, avukat ya da tercüman iseniz ekmek bulmak için yapacağınız çok az şey vardır.

Yaşlıysanız ya da çocuksanız büyüklerin merhametine, savaşacak yaştaysanız da karşıdaki düşmanın ya da bir kör kurşunun merhametine bağlısınızdır.

Savaşta isim yapmış bir mimar, akademisyen, mühendis veya bir doktor için en makul şey, ülkeyi terk etmektir. 


Makul olan her zaman yüceltilen olmayabiliyor ama. Yani ülke savunması en yüce değerken siz, kendiniz için en meşru ve makul olan seçeneği seçerken geride kalanları terk etmiş gibi oluyorsunuz.

Aslında geride kalanların sizdeki olanaklara sahip olmaları halinde "geride kalacakları" da garanti değildir.

Kısacası savaş, gücü birbirine yeten devletlerin gücü yetmeyenleri kullandığı bir karşılaşmadır.

Bu karşılaşmada akıllı ve şartları gayet iyi olan bir insanın cephe hattında kalması için de hiçbir bir sebep yoktur.

Ne sizden önce ölmüşlerin kemikleri ne de sahrada yapayalnız yan yatmış soğuk mezar taşları kalmaya değer görülür.

Giden gider, kaçan kaçar. Kaçamayan ise kalır veya savaşır ya da işbirliği yapar. Bu sebeptendir ki çoğunluğu "refah toplumu" standardına sahip devletlerde "savaşa isteklilik" farklı, çoğunluğu bulunduğu ülkeyi geçtim, bulunduğu şehri bile terk edemeyecek ekonomik standartta olan milletlerde de savaş, farklı psikolojik zemine oturur.

İnsanlar, ekseriyetle bulunduğu yerden hareket edemeyecek ve kaçıp gidemeyecek durumda olduklarında gidenlere "hain" derler.

Oysa aynı durumda olduklarında kendileri de aynı şeyi yaparlar çünkü kaçıp gidenlerin, geride kalanlardan tek farkı, ekonomik güçleri ya da zanaatlarıdır. Savaş işte bu psikolojiyi de açığa çıkarır.


İradesinin çelik gibi olduğunu söyleyen bir erkeğin iradesi, güzel bir kadının göz kırptığı ana kadardır.

"Asla satın alınmam" diyen siyasetçi ya da bir gazetecinin de fiyatı, kendisine yapılacak "cazip teklif" kadar, dindar bir belediye başkanının kul hakkı inancı veya solcu bir belediye başkanının emekçi duyarlılığı ise müteahhitlerin yaptığı ortaklık teklifiyle orantılıdır.

Savaşmaya istekli bir çocuğun savaşma isteği de buna benzer ve ilk top mermisini duyana kadardır.

Tüm mutlu şarkıları susturan ve kendi şarkılarını yazdıran şey savaştır. Tarihin akışını değiştiren, eğitimli nüfusu şehirlerden silen yegane şey, savaştır. 


Savaş, eğer bir devletin parçalanma savaşı ise farklı, iki devletin birbirine karşı savaşı ise daha farklı bir psikolojiye sahiptir.

Hele ki birbiriyle kardeş ve neredeyse aynı dili konuşan Rusya-Ukrayna gibi iki devletin karşılaşması ise hepten farklıdır.

Bu sebepten Yugoslavya Savaşı ve muhtemel Rus-Ukrayna savaşı, birbirinden ayrı psikolojilere sahiptir.

Türkiye ile Azerbaycan'ın birbiriyle savaşması ne kadar kulağa garip geliyorsa bu da o derece garip bir savaştır.

Tarihte savaşmadık mı peki? Osmanlı-Safevi Savaşları, Türk'ün Türk'le savaşı değildir de nedir?

Şüphesiz bu, hanedanların savaşı ve bir güç mücadelesi olduğu için milletin milletle savaşı olarak bakmıyoruz.


İşte bu dönemde de böyledir ve hiçbir şey değişmemiştir. Millet milletle değil, çıkar, çıkarla savaşır ama birbirini öldürenler sonuçta aynı milletin evlatları olur.

Ağlayan her iki tarafta da Slavca ağıtlar yakılacak. Kolu kopanın, yüzü parçalananın kanı aynı renk akacak.

Savaş sonrasında şehirlerde belirli meslekler yok olmuş olacak, şehrin ya da mahallenin terzisi ölmüş, diş hekimi kaçmış, hastanede çalışan doktorlar başka ülkelere gitmiş olacaklar.

Şehirde üst kat komşunuz ABD'ye, alt kat komşunuz ise Fransa'daki kızının yanına gitmiştir.

Savaştan çıkmış devletin size ödeyeceği emekli maaş, eskisi kadar olsa da ekmek, yağ, elektrik ve gaz fiyatları ayın ilk haftasında yetmeyecek kadar düşük kalacaktır. 


Sokağa çıktığınızda bir saat bekleseniz gelmeyecek olan otobüs, otobüse binseniz gördüğünüz yüzler farklı olacaktır.

Artık şehre oradan rant sağlamaya gelen kimseler ve mafya oluşumlar hakim olacaktır. Köylüler biraz daha şehre akın etmiş olacak, sağda solda insanların kolay para kazandığı casino, bar, pub ve en basiti domino oynayan yaşlıların görüntüsü artacaktır.

Daha az çocuk, daha az cıvıltı ve daha hakim bir kaderine terk edilmişlik bekler savaştan çıkan ülkelerin halklarını.

Çocukları, ekonomisi gelişkin savaşmamış ülkelere garson ya da inşaat işçisi olmaya, yaşlıları da onların yolladığı paralarla ölümü beklemeye "barış" ve "huzur" demeye başlar. 


Sermayenin çıktığı, halkının fahişeliğe, ölüme, köleliğe itildiği ülkeler haline gelir savaştan çıkmış memleketler.

Onlara sahte cennet vaadi ile gelen dini, sosyalist ya da faşist yönetimlerin aptalca uygulamaları ile haber olurlar dünyaya her yeni gün.

Bu, bazen faşist İtalya, bazen cani Nazizm olur, bazen akılsız Taliban olur, bazen de bir başkası. Böylece yeni savaşlara yelken açılır.


Pek çok insan, savaşının sonucunda kimin neler kazanacağını, hangi milyar dolarların hangi coğrafyalar arasında harekete geçeceğini bilmez.

Üniformanın cazibesi ve silahın verdiği beylik onuru ile kuşanmış gençler, birkaç ay sonra çamurun, bitin, toprağın, kirin, pasın, yağın ve normalde yüzüne bakmayacağı yemeklerin içerisinde bulacaktır kendini.

Üreme organını sadece işemek için, ağzını ise nefes almak için kullanacaktır. İnsan, insanlıktan çıkacak, yaşamak=nefes almak noktasına indirgenecektir.

Şansı varsa ön cephe hattında olmayacak, geride belki birkaç füze yemek ya da mayına basarak bir uzvunu kaybetmek riskini hep taşıyacaktır.

Üreme, çoğalma, normal bir yaşam duygusu unutulacak, tohum dökmeden toprağa dökülen gençlerle biraz daha verimli olacaktır savaşılacak topraklar.


Çernozyom denir Ukrayna topraklarına. Çürümüş organik madde ve soğuk havada şekillenir bu toprak.

Dünyanın en verimli topraklarından birisidir ve manası "Siyah Toprak" şeklindedir. Kara toprağın en kalitelisi buradadır ve milyonlarca insanın yok yere üzerine düştüğü ve pek kısa bir dönem huzurlu ekmek yediği verimli topraklardır.

İşte bu toprakların tam üzerinde Rusya uzanıyor ve kendisini Batı'dan koruyabilecek dağlık sahaya Ukrayna'nın batısında sahip.

Ama işgal ettiği kısımlar, Ukrayna'nın doğusu ve güneyindedir. Ukrayna'nın kuzeyini ise zaten Rus-Belarus sınırı ile kuşatıyor.

Geometrik açıdan Ukrayna, Saat 10 yönünden saat 6 yönüne dek Rusya tarafından çevrelenmiştir. Açısal olarak 360 derecelik toplam Ukrayna çevrelenme alanının 240 derecesini Rusya çevrelemektedir.

Rusya, Ukrayna'yı zaten coğrafi kaderde işgal etmiştir bile. Bundan sonraki savaş, Ukrayna'nın Rusya ile olan kardeşlikten, ortak tarihten de vazgeçmek üzere alacağı bir karardır.

Ukrayna'nın NATO'ya girmesi sadece bir askeri birliğe giriş değil, gerektiğinde Rusya'ya karşı savaşacağı bir safta yer almasıdır.

Bu tercih de şüphesiz üstün ve hayli yüceltilmiş Rus üst bilincine karşı var olma savaşı veren Ukraynalılığın son tercihidir.


İşte Zelensky de buna oynuyor ki başarılı olma şansı çok azdır. Bu meselede elde edeceği başarılı, Boşnakların elinde kalan topraklardaki Boşnak ulusal bilinci ile doğru orantılı bir başarıdır.

Toprakların çoğunu verecek ama ulusal açıdan "ayrı bir millet" olmayı başaracaklar. Başka çareleri yok. Çünkü Ukrayna, Slav dünyasının gerçek Bünyamin'idir ve asla Yusuf olabilecek kapasitede değildir.


Gelelim Rusya'nın yığınaklarına. Şimdilerde bir ordu mevcudu kadar asker yığmayı başardılar ancak Ukrayna'ya girmek için bu yeterli değil.

Tabii ki arkadan akmaya devam edecek Rus askerleri ve Rusya eğer savaşırsa Ukrayna'ya girişinin bir satürasyon saldırısı olacağını da söylemiştik.

Rusya Ukrayna'ya girerse, Orta Ukrayna'ya yerleşmekle kalmaz, Batı Ukrayna'da Rutenya dağlarına dek ilerleyecek demektir.

Biliyorsunuz, Ruslar 1945'te Berlin'e girmekle kalmamış, ABD ordusuyla buluşana dek ilerlemişlerdi ve bu ilerlemenin sınırı, haritada belirlenmişti bile.

Öyle ki Leipzig şehri ABD tarafından kurtarılmış olmasına rağmen, Sovyetlerle kararlaştırılan sınırın berisinde kaldığı için ABD tarafından Sovyet idaresine teslim edilmişti.

ABD'nin hızla ilerlemesinin sebebi, Hitler'in tüm gücünü Rusları durdurmak için doğuya yığmasından dolayı idi.

Yoksa ABD nispeten daha dirençsiz bir bölgede hızla ilerleyerek Rus ordusuyla buluştu. Bu konuda ABD ve Nazi Generalleri arasındaki diyaloglar ve pazarlıklar hala açıklanmamıştır.

Büyük olasılıkla "Siz gücünüzü Rusları durdurmaya harcayın, biz arkadan geliyoruz. Esir düşerseniz de bize düşün, Ruslara değil" türü bir anlaşma olduğuna inananların sayısı hiç de az değildir. 

Rus ilerlemesi her şekilde Avrupa'nın geleceği için tehdit oluşturduğu için Batı tarafından yaratılan sözde sosyalist devlet Yugoslavya da Rusların kurtarıcı olarak gelip yerleşeceği deniz bölgesini korumuştu.

Arnavutluk'ta da partizanları batının ve Yugoslav partizanların desteklediği açıktır ki zaten Arnavutluk sosyalist partisinin kurulmasına yardım edenler de Duşan Mugoşa ve Miladin Popoviç adlı Sırplardı ve Batılı amaçlara hizmet ettiklerini bilmeden Yugoslavya adına Arnavut sosyalist partisini ve partizan direnişini kurmuşlardı.

Başlarda sosyalizm adına Yugoslavya'yı destekleyen Stalin, daha sonra Sovyetleri denizlerden uzak tutan Batı destekli bu sosyalist ülkeyi desteklememişti.

Yugoslavya, Batı istediği kadar yaşadı, istedikleri anda da ipi çekildi ki bu, çok parametreli ve daha uzun bir yazının konusudur.

Burada bilmeniz gereken şey, her şeyin Batı Avrupa'nın güvenliği için olduğudur. Doğal kaynakları zayıf, sermayeyi biriktirmiş olan ve şehirlerinde tarih ve zenginlik akan, altyapı problemi kalmamış bu kazananlar kulübü için koskoca "Doğu Avrupa" tarihten beridir sadece bir tampon bölge olmalıdır ki buna Balkanlar da dahildir. 

Bu Avrupa, esasen monolitik bir kültürdür. Skolastik dönemde Hristiyan olmayanlar makbul değilken, günümüzde "insan hakları, eşcinsel hakları, şeffaflık" gibi kriterlere indirgenen "Avrupalılık" kavramına inanmayanlar makbul değildir.

Bu kavramlara inanmıyor ve inanmayı da geçtim, teslim olmuyorsanız onlardan değilsiniz. Avrupa'nın dayattığı şey, dayatmacı ve üstten bakan inşacı zihniyetidir.


Rusya'da ise bunu görmüyoruz. Kaba bir güçtür Rusya ve yeryüzünde yaşayan tek imparatorluktur. Düz bir emperyal bir bakışa sahiptir.

Çatı ülkeye inandığın ölçüde neye inandığın fark etmez. İster Şoygu gibi bir Tuvalı Türk ol, ister Ramazan Kadirov gibi bir sufi, ister Jirinovski gibi bir ayarsız... Çatıyı kabul ettiğin sürece odanda özgürlüğü sınırsız verir Rusya.

O çatı önemlidir; zira Rusya, tek çatılı bir devlet olarak inşa edilmiştir. Çatı bir yerden su alırsa, tüm evi su basar. Bu sebepten de Rusya için "AB değerleri" tarzı bir "Rusya değerleri" yoktur.

Rusya'nın gücü ve o güçle koruması gereken çatısı vardır. Bu her ne kadar Rusya'yı Arap Ülkeleri, İran ve bizdeki bazı "Avrasyacı" çevrelere daha sempatik gibi gösterse de gerçekte Rusya'nın yanında olmak ne tercihidir ne de ehven bir seçimdir.

Rusya ile yapılan her ittifak, ayı ile dansa kalkmak hükmündedir ve bu dansın ne zaman biteceğine de siz değil, ayı karar verir.

Rusya ile en makul mesafe, atom çekirdeği ile elektron arasındaki kadar mesafedir ki bunda en usta ülke Rusya ile ortak sınıra sahip olan ve ona bedenlerinden belli kısımları vererek bu tecrübeyi kazanmış olan bazı sınır ülkeleridir.

Finlandiya Peçenga ve Vyborg ile Karelya'yı, Almanya, Königsberg ve çevresindeki Doğu Prusya arazisini, Sibirya'da çürüyen milyonlarca insanını, Türkiye ise en güzel topraklarını vererek almıştır dersini.

Bekara karı boşamak kolay, Rusya ile sınırı olmayana da savaşmak kolaydır.

Biz bunları en verimli cennet topraklarımızı kaybederek öğrendik. Bu tecrübe Ukrayna'da henüz oluşmuş değil, oysa Doğu Ukrayna ve Kırım'ı kaybetmekle onlar da öğrenebilirdi. 


Kaybettiklerinizi kabullendiğinizde tarihi süreçte yaşam hakkı kazanıyorsunuz.

Zorba ile mücadele gücünüz yoksa, istediğini vermezseniz tamamen tarih sahnesinden silinebiliyorsunuz da...

Korkarım zamanla daha kötü bir bedel ödeyerek öğrenecekler.

Bir gücü yere sermenin onca yolu vardır. Onu bir başka güçle savaştırıp kenara çekilmek ya da onu içten yok etmek gibi yöntemler...

Ancak bunu 30 senelik bağımsızlığa sahip Ukrayna gibi bir ülkenin bilmesi ve uygulaması için kurumları da kapasitesi de yeterli değildir.


Rusya'nın kaybetmesi için Komodo ısırığı gerekir. Komodo ejderi kendisinden cüssece büyük bir mandayı ayağından ısırır ve çekilir. Sonraki günlerini ise mandayı izlemekle geçirir.

Isırıkla birlikte mandanın kanına karışan bakterilerle kan zehirlenmesi ile yaşayan manda yere düşerken, Komodo ejderi, yüzlerce kilo taze eti, bir tek boynuz darbesini kafasına yemeden mideye indirir.

Zamana yayıp beklemek ve ısırıktaki bakterilerin büyük cüsseli düşmanı düşürmesini beklemek Ukrayna için en anlamlı olanı idi ama böyle bir bakteri yerine geçecek proxy kuvvet Ukrayna'da yok.

Şimdi ise mandanın boynuzunu tadacak. Mandanın düşeceği garanti olmadığı gibi Komodo ejderinde de boynuz yok işte... Kısacası bu iş, 15-20 SİHA ile başarılacak iş de değil. 

 
Rus askeri doktrinine göre bir savaşa girildiğinde ödenen bedel yüksekse arkadan lojistik yağmur gibi yağmalı ve hedef ülkenin kalbine girilene dek o mühimmat stoku ve üretimi tamamen harcanmalıdır.

Türkiye'den alınan SİHA ve TİHA'ların ve ABD'den getirilen Javelin tanksavarlarının büyük boyutlu bir savaşın gidişatını değiştirici etkisi olduğunu söylemek, savaştan "Age of Empires" oyunu oynayanların anladığı kadardır.

Sofistike silahlar, kaba gücünü yağmur gibi yağdıracak olan bir devletin satürasyon saldırısında sadece daha iyi dayak yemeniz için onu kızdırır. Olan biten de bu olacak zaten şimdi sadece izleyin diye söylüyorum.

Tüm bu sofistike silahlar, en ön saftaki düşmanın en ön safını seyreltmesini sağlar; ancak arkadan kum gibi akan askeri teçhizat ve sürekliliği 1 ayda başlayıp biten 2. Karabağ savaşı gibi olmaz.

Rusya, Putivl'de, Sumi'de, Çernihiv'de ve Harkiv'de 100 tank kaybederse 5 bin tankı Kiev'e değil Lviv'e sokmadan bu savaşı bitirmez.

Yağmur gibi cepheye silah sevki ile özdeşleşmiş bir kaba kuvvet stilidir Rusların savaşı. Çeçenistan'da birbiri ardına düşürülen helikopterlerine rağmen, yine aynı model helikopterlerle asker indirmeye devam eden, aynı geçitte pusuya düşürülen askerlerine rağmen cesetlerin parçaları duran o geçide 11 kez daha asker gönderen ve ısrarla o geçidi güvenli hale getiren bir ülkedir Rusya.

Beş askerinin burnu kanadı diye sokağa çıkıp gösteri yapan batılı halklar gibi değildir Rus mantığı.

Beş askerini geç, 2000 yılında 118 askeri Kursk denizaltısında mahsur kaldığında nükleer denizaltıları batılıların eline geçmesin diye tüm batılı ülkelerin yardım tekliflerine adeta "top çevirerek" kendi askerlerini ölüme terk etmiş ve ölenleri de kahraman ilan etmiştir.  

Putin'in o günlerde Soçi'deki tatilini yarıda kesmeyip tüm yardım çağrılarına kulak tıkayarak bu askeri zayiatı zaten gözden çıkardığını ve sonrasında itiraf da ettiğini bilirsiniz.

Bu, Putin'in değil, Rusya'nın duruşudur. Putin, Rus politikaları için ihtiyaç duyulan bir sembol yüzüdür. Rusya'dır konuşan.

Rusya için asker demek, rakam demektir. Rakamı harcar, toplar, çıkarırsınız. İşlemin sonucu önemlidir.


Rusya elindeki yayı 1945'ten beridir çekiyor. Nükleer gücü eksiksiz ve kalabalıktır. Pahalı olmasına rağmen bakımı yapılıp geliştirilmeye devam ediyor.

Rusya istese tüm kaynaklarını refah için de harcar ancak bu kaba kuvvetin idamesi için harcıyor. Bu açıdan da emperyal devlet yani imparatorluk özelliğini koruyor.

Yayın geriye çekilmesi okun geriye gideceği manasına gelmez. Rusya, özellikle son 30 senedir yayı geriye fazlaca çekiyor ve bu yayı doğuya doğru çekerken, oku da batıya doğru bakıyor.

Bu yay bir gün boşalacak ama bugün ama yarın. Bunu onlar da istemiyor inanın ama Rusya, gücü için yaşayan bir ülke. Bu toprakları kuvvet zoruyla tutuyorlar. ABD kendi birliğini nasıl kapital ile sağlıyor ise Çin, üretimle Rusya da silah zoruyla sağlıyor. 


Ukraynalı entelektüeller ise bu savaşta kullanıldıklarının fazlaca farkındalar. Coğrafya onlara bu savaşta 1/3'ünde üzerinde tutunabilecekleri, 1/3'ünü anında kaybedecekleri ve 1/3'ünde ise üzerinde savaşabilecekleri bir ülke sunuyor.

Şimdiden Kiev'i Lviv'e taşıma planları başladığını ve Ukrayna sermayesinin özel jetlerle ülkeden ayrıldıklarını görüyoruz.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Önceki yazımda eğer savaş gerçekleşme safhasına gelirse bunlar, bunlar olacak dediğim ne varsa bu hafta gerçekleşmeye başladı. Ama bu bir noktada durabilir de. Çünkü diplomasi için her zaman ümit var... 

Slav dünyasının tek güçlü ülkesi Rusya kendisini Yusuf, Belarus'u ise sadık kardeşi Bünyamin olarak görüyor. Yusuf güçlü, Yusuf mazlum, Yusuf haklı, Yusuf Tanrı'nın görevlendirdiği elçi, Yusuf seçilmiş kardeş.

Sonuçta Yusuf Mısır'ın 2. adamı, bir nevi hükümdarı, kardeşleri ise uzaklarda...

Şimdi mesele, diğer 11 kardeşi toplamakta (Polonya, Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Slovenya, Sırbistan, Hırvatistan, Bosna-Hersek, Makedonya, Karadağ, Bulgaristan ve tabii ki Ukrayna).

Putin'in kendisini Slav Dünyasının Yusuf'u, Lukaşenko'yu da Bünyamin'i olarak gördüğü bir durumda meselenin en garip kısmı başlıyor.


Slav dünyası diye bir dünya aslında İslam dünyası denen dünya gibi... Sözde var ama özde yok. Hiçbir Slav ülkesi de bir diğerini kardeşi olarak görmüyor. Umurlarında bile değiller. Garip bir toplumdur bunlar.

Bugün Makedonya'da güçlü bir deprem olsa ve ülkenin yarısı çökse, onlara en yakın dili konuşan Bulgar ve Sırplar ağlamaz bile.

Slavlar hala karanlık çağını aşıp bir uluslar konfederasyonu oluşturacak şuura sahip değiller. Kendilerini yöneten milletlere bağlılık gibi kırsal bir duygu ise 21'inci yüzyılda olmalarına rağmen en hakim refleksleri. 

Avusturya-Macaristan etkisinde kalan Katolik Slav ülkeleri arasında bile bir "kardeşlik" ve dayanışma duygusu yoktur. Onlarda bir "Jeokültürel" birlik duygusu olmadığı için de Avrupalılık duygusu verilerek Avrupa'nın doğusunu koruma görevi, bu 11 kardeşe verilmiş oluyor. Ukrayna bu 11 içerisinde 11. kardeş. 


Slav dünyasının belirleyici ülkesi de burası. Bu hayli eğitimli ülke Avrupa'nın safına geçerse AB, hiç yoktan 40 milyonluk bir güç ve tabi iş gücü kazanacak.

Türkiye'ye yarım asır daha ihtiyaçları olmayacak. Yok eğer bu güç, kuvvet zoruyla Rusya'nın safında kalırsa o vakit Rusya'nın damarlarında taze kan olacak.

Gerçekçi bakmak gerekirse, Avrupa Birliği, Türkiye'nin karşısındaki en ciddi güçtür. Parasal açıdan fazlaca büyümüş olan AB'nin bir de stratejik açıdan büyümesi, Türkiye'nin zararınadır.

Türkiye'nin büyümesini asla istemeyecekler ama bir tampon olarak hep işleri düşecek. Yani özetle "uzarsa budayacak, solarsa sulayacaklar".


"Ey güzel Kırım!" gerçekten hoş ve acıklı bir şarkı. Ama bunu dinleyerek Rus ile harp etmek de akıl karı değil

Kırım zaten 1774'te gitmiş. Üzerine soğuk su içmek için koskoca Tuna Nehri'ni de içsek az. Dönse de bize dönmez o topraklar.

Bu savaşta 1940'lardaki gibi birbirini tüketen güçlerle irtibatı sürdürüp her iki cenahın da bir diğerinin ekonomik ve askeri gücünü yok etmesini izlememiz en akıllıca yoldur.

Savaş çıkarsa Rusya kesinlikle en ağır askeri kayıpları alacak ülkedir; ancak Rusya için asker harcamak iş bile değildir.

Arkadan devam eden mal akışı ile Rusya her şekilde savaşı moral bozucu bir zaman düzlemine yayar ve AB ile ABD'nin sabrını tüketir.

Ukrayna'nın da hiçbir şekilde savaşmaya istekli olduğunu düşünmeyin. Bu insanlar arasında 1945'leri görmüş olan, 1980'lerde Afganistan'da savaşmış olanlar konuşuyor TV'de...

"Doğuda zaten savaşıyoruz niye cephe savaşından tüm Ukrayna'yı savaş alanına çevirelim?" diyorlar. Ukrayna savaşırsa Avrupa'nın Afganistan'ı olacak ve sanmayın ki bu nüfusu kalacak. 10-15 milyon insan kalacaktır ülkede.

Böyledir savaşlar.

Hiçbir haber programında yüzünün bir kısmını veya bedeninin bir parçasını kaybeden askerlere mikrofon verildiğini ve savaşa dair fikirlerinin alındığını görmezsiniz.

Doğal olarak Ukrayna'da da bunlar konuşamıyor. Bu adamların yapacağı yorumdan ziyade apoletli, ceketi rengarenk, sırmalı ciddi ve sert bakışlı komutanları dinlemek ister insan.

Halk kitleleri ile güzel kadınların refleksi birbirine çok benzer. Yakışıklı ve kültürlü erkeklere kulp takar, sonunda bir mafya bulup evlenirler.

Güç ve güven arayışı her ikisinde de sabittir. Bu güven ve gücün onlara mutluluk getireceği ise garanti değil bir algı yanılsamasıdır.

Çünkü savaşın bir diğer psikolojik gerekliliği de onu yönetenlerin yüzünde aradığınız ciddiyettir. Bu ciddiyet, geride kalanların kendini güvende, olayları kontrol altında hissetmesini sağlar.

Gerçekte ülkenin ülkeye sürprizleri bitmez. Her ülkenin bir savunma planı ve bir felaket senaryosu vardır ve o ciddi yüzler görevden alınır, kimi zaman kaçar veya ölür.

Yüzüne bakıp güven duyduğunuz insanlar tarih sahnesinde yer alırken, siz seçiminizin bedelini ödersiniz.


Savaş, matematiksel bir olaydır. "Gel, vatan için savaş" deseniz bin kişiden biri gelir, ancak herkesi belirli bir matematiksel celp sırası ve vazifesi ile çağırdığınızda devlet denen organizasyona tabi olanlar paşa paşa gider.

Genital bölgesinden rapor alıp askere gitmeyenler de olur tabi ama aynı genital bölgeden 3-4 çocuk yaparken, psikolojisine dair rapor alan ise aynı psikoloji ve kafa rahatlığı ile 3-4 kitap yazabilir. Savaş, biraz da olanakları, statüsü, gücü yetmeyenlerin savaşıdır.

Kuvvet dengesi, fiziki coğrafya, nüfus yönetimi, ekonomi, stok yönetimi, medya ve beşinci kol unsurların sevk ve idaresi sert bakıştan fazlasını ve sistemi, o sistem de kurumları ister.

Sistem ülkesi dendiğinde Batı Avrupa ve ABD akla gelmelidir ancak Ordu ülkesi dendiğinde akla Rusya gelir. 


Bir savaşın yaklaştığını varsayacak olursak bile Rusya ekonomik açıdan, Batı ise militer açıdan hazır değildir. Rus, lahana çorbasına 20 yıl daha yulaf ekmeğini banar yer; ancak Avrupa için fermesan sosu markette yoksa bu kabul edilemez.

Hala da savaşmaya hazır değiller. Ukrayna'yı her geçen gün pervasızca kışkırtıyorlar. Onlar silahlandırdıkça Rusya da sınıra doğru yaptığı yığınağına hız veriyor.

Rusya yerleştikçe de Ukrayna'yı silahlandırıyorlar. Bu savaş maalesef Ukrayna'da başlar, Ukrayna'da biter. Oysa AB ve ABD'ye ders verecek olan şey, Polonya ve Baltık kıyılarında başlayıp Romanya ve hatta Ege kıyılarına dek sürecek bir cephe savaşıdır ama bu savaşın kazananı sadece Çin olur. Kimse de bu maceraya kendisini atmaz. 

Savaşın sonunu sadece ölüler görür. Bu savaş da eğer başlarsa ölüler için bitecek.

Sağ kalmak, aklı başında insanların kazanacağı en büyük savaştır.

Yarınları görmek ve tarihi sürece tanık olmak adına yapmamız gereken de budur.

Dünyanın küresel ısınma ve türlerin yok oluş tehdidi ile karşılaştığı bir bin yılda savaşmak mutlak elzemse, bu hiç şüphesiz mazlum milletlerin adaleti için olmalıdır ancak bu adalet için kimse kılını kıpırdatacak değildir. Hiçbir savaş, başkalarına getirilecek bir adalet için çıkmaz, çıkarılmaz.

Ama adaleti çoğu kez savaşla tesis edersiniz. Bu bakımdan adalet sebepte yok, sonuçta vardır. Zafer garanti değilse her savaş kumardır ve adaleti bırakın sağlamayı, karşısında savaştığınız ne varsa onlara daha fazla köle olursunuz.

Köleliğin son safhası ise düşmanının "düşman" olduğunu unutup ona saygı duymak ve giderek ona benzemektir. Kapitali elinde bulunduran patron devletler de sınır devletlerine bunu yaptırır.

Tamponun düşmanı olmamalıdır. Onu bir diğerine karşı kışkırtan, onun hayatiyetinin düşmanıdır. Tampon hayatta kalmak istiyorsa nötr kalmalıdır. Ukrayna, Belarus, Finlandiya birer tampon ülkedir. 

"Taraf olmayan bertaraf olur" derler ancak bazı durumlarda bu farklıdır.

İki büyük güç arasında taraf olan, çoğunlukla bertaraf olur.

Tarih, bu tür ülkelerin enkazı üzerine kuruludur.

Saygılar, selamlar.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU