Ekrem İmamoğlu büyük ve farklı bir zafer elde etti. Her ne kadar söz konusu zaferde – tıpkı 31 Mart’ta olduğu gibi – HDP oyları yadsınamayacak bir etken olmuşsa da, geçen seçime kıyasla kaydedilen 800 bin oy farkını esas olarak Türk milliyetçisi seçmenin davranışı tayin etmiştir. Başka bir deyişle İmamoğlu’na seçimi önemli ölçüde HDP oyları kazandırmış ve fakat farkı Türk milliyetçileri açmıştır.
Milliyetçi seçmen Binali Yıldırım’ın Diyarbakır’da kullandığı “Kürdistan” ve “Lazistan” ifadelerini, affedilemez “ekümenik” gafını, terörist başı Öcalan’ın mektubunun iktidar yanlısı medya aracılığıyla güzellemeler eşliğinde yayılmasını, aynı terörist başının kendini bilmez bir “akademisyen” tarafından “yerli ve millî” şeklinde takdim edilmesini, Osman Öcalan’ın devletin resmî televizyon kanalına çıkıp söyleşi vermesini ve cumhur ittifakının terörist başının çıkışını onaylamasını çok sarsıcı bir şekilde cezalandırdı.
Cumhur ittifakı “Kürtleri kazanacağım” derken, milliyetçilerin desteğinden oldu. Milliyetçi seçmen 31 Mart kampanyasında beka sorunuyla başlayıp 23 Haziran kampanyasında terörist başının mesajıyla sona eren karmaşık sürecin gelişim aşamalarını çözümlemekte zorlandı. Dahası, hem HDP’li seçmenler hem de milliyetçi seçmenler zekalarının küçümsenmesini yadırgadılar.
İstanbul seçimleri 16 Nisan referandumundan bu yana her geçen gün biraz daha belirginleşen bir sosyolojik dönüşüme de işaret etti. Referandum esnasındaki “Hayır” kampanyası çerçevesinde farklı platformda dolaylı yoldan yan yana gelmek zorunda kalan HDP’liler ile kentli milliyetçiler artık birbirlerinin aynı “cephedeki” varlıklarını kabul ediyor, bu varlığa en azından tahammül gösteriyorlar. Her iki kesim de şimdilik karşılıklı “görmezden gelme” politikasını benimsiyor ve uyguluyor. Gerçekten de bu nispeten yeni bir olgudur ve henüz oluşum safhasındadır. Mevzubahis dönüşümün önümüzdeki süreçte nasıl bir seyir izleyeceği ve pekişip pekişmeyeceği ise şimdilik meçhuldür. Fakat HDP’nin terörist Öcalan-Kandil-PKK teslisiyle olan bağlarını kesmeye çekimser davranmakta inat etmesi bu dönüşümün her an kesilebileceği ihtimalini de canlı tutuyor.
Her ne kadar büyük, farklı ve bence hak edilmiş bir zafer elde etmişse de, İmamoğlu’nun ayakları yere sağlam basmalıdır. Gerçekten de İmamoğlu önemli sayıda “emanet” oya sahiptir. Cumhur ittifakının kullandığı dil ve üsluptan, çizilen zikzaklardan, hayat pahalılığından, adaletsizlikten, kutuplaşmadan ve diğer bilumum toplumsal yahut kişisel sebeplerden dolayı sandıkta İmamoğlu’na yönelenlerin bizzat İmamoğlu’nun şahsına mı yoksa cumhur ittifakının, özellikle de AK Parti’nin karşısındaki en güçlü adaya mı teveccüh gösterdikleri hâlâ tartışmalıdır. Başka bir deyişle, İstanbul seçimleri özelinde cumhur ittifakının karşısında geniş tabanlı bir “mutabakat” oluşmuştur oluşmasına ancak söz konusu mutabakatın yalnızca İmamoğlu’nun şahsıyla açıklanmaya çalışılması fevkalade yanlış olacaktır.
İstanbul’da seçmen İmamoğlu’nda iyi bir “aracı” gördü. Ne için mi? Hoşnutsuzluğunu göstermek, tepkisini dile getirmek ve korku duvarlarını yıkmak için. İmamoğlu şanslı bir siyasetçidir ve siyasetteki “şans” faktörünü asla hor görmemek lazımdır. Örneğin Napolyon generallerini terfi ettirmeden evvel onların askerî kabiliyetleriyle birlikte şanslarını da araştırır, soruştururmuş. İmamoğlu doğru zamanda, doğru yerdeydi. Tarzı, söylemi ve genel tavrıyla farklı eğilimlerden insanlara hitap edebildi.
Ne var ki İmamoğlu için asıl imtihan şimdi başlıyor. Bence İmamoğlu’nun en büyük sınavı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olduğunu unutmamak olacaktır. Şayet İmamoğlu bazı danışmanlarının coşkun heveslelerine karşı koyamaz ve belediye başkanlığını 2023 yılındaki (o da erken seçim olmazsa!) Cumhurbaşkanlığı adaylığına yönelik bir “sürekli kampanya”ya evirirse herkes kaybeder.
Peki, Cumhurbaşkanı Erdoğan seçmenin İmamoğlu üzerinden verdiği mesajı alacak mı?
AK Parti cenahında her seçim sonrasında artık klasikleşen bir tarzda “mesaj alınmıştır” açıklamaları yapılıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan, aynı zamanda AK Parti Genel Başkanı olması hasebiyle, salı günü partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada “muhasebe” gereksiniminin altını çizdi. Çizdi çizmesine ama bundan önceki seçimlerde de aynı minvalde değerlendirmelerde bulunulmuş, arkası bir türlü getirilememişti.
Ben 23 Haziran akşamı itibariyle “Türkiye ittifakı” fikrinin Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın talimatıyla AK Parti kurmayları tarafından yeniden masaya yatırıldığı düşüncesindeyim. 31 Mart seçimleri ertesinde kısa süreliğine dillendirilen ve fakat akabinde dondurulan Türkiye ittifakının yeniden gündeme getirilmesi benim açımdan şaşırtıcı olmaz. Nitekim CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu Cumhurbaşkanı’nın bu teklifine kapıyı vaktiyle açık bırakmış, partisinin millî konularda böylesi bir ittifakı destekleyebileceğini ifade etmişti.
Cumhurbaşkanı Erdoğan CHP, İYİ Parti, HDP ve belki de Saadet Partisi’yle birlikte yeni bir “Türkiye ittifakı” teşebbüsünde bulunabilir mi? Seçim gecesi İmamoğlu’nu tebrik etmesi ve söz konusu tebriki Salı günü yinelemesi bu anlamda bir ipucu mahiyetinde olabilir. Ekonominin yeniden çalışır hâle getirilmesinin önemini kavrayan Cumhurbaşkanı, bu uğurda diğer partilerin de üzerinde anlaşacakları isimleri göreve getirmek suretiyle bir kabine değişikliğine gitmeyi düşünebilir ve isteyebilir. Her şeye rağmen Salı günkü grup toplantısında S-400’lerin teslimat takviminin işlediğini ve kararın nihaî olduğunu yineleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan, cumhur ittifakının da yoluna birlikte devam edeceğini açıkladı.
Gerçekte Cumhurbaşkanı Erdoğan bugün itibariyle “Sophie’nin Seçimi” adlı roman-filmdeki gibi zorlu bir tercihle karşı karşıyadır. Cumhurbaşkanı ya Türkiye ittifakını yeniden gündemine alacak ve bu adımla “Türkiye ittifakını kabul edemeyiz” diyen MHP lideri Devlet Bahçeli’yle cumhur ittifakını fiilen sonlandırma pahasına zıtlaşacak, ya da cumhur ittifakının sınırlarını genişletecek ve muhalefet blokunu teşkil eden partilerle ipleri bütünüyle koparacaktır.
Cumhurbaşkanı Erdoğan Türkiye ittifakını tercih ettiği takdirde görünen odur ki MHP, BBP ve VP söz konusu ittifakın dışında kalacak, söz konusu ittifaka karşı konumlanacaktır. Bu anlamda dışarıda kalan blok kendi içinde bir “milliyetçi ittifak” kurar mı, bu da sorulması elzem bir sorudur. Yok, şayet Cumhurbaşkanı cumhur ittifakında ısrar ederse o hâlde onu genişletmeye çalışacağı aşikârdır. Bu anlamda cumhur ittifakına BBP’nin yanı sıra, VP, DSP ve Hüda-Par gibi partilerin de katılma durumu hâsıl olabilir.
Cumhurbaşkanı’nın ittifak tercihine göre ortaya çıkacak Türkiye manzaraları birbirinden son derece farklı olacaktır.
Türkiye ittifakıyla birlikte Türkiye’de kutuplaşmanın nispeten azalacağı, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin şimdiki yapısına kıyasla esnetileceği, Avrupa Birliği (AB) sürecinin yeniden başlatılmasına yönelik adımlar atılacağı, kabinede farklı partilerden isimlerin önemli bir özgürlük alanıyla yer alacağı ve ekonomide yabancı yatırımcılara nispeten olumlu ve teşvik edici bir siyasî manzara arz edileceği öngörülebilir. Böylesi bir ittifak aynı zamanda Batı dünyası, Körfez, Doğu Akdeniz ve Suriye meselelerinde biraz daha “pasif” bir profil sunacaktır.
Cumhur ittifakı ve ittifakın bahsini ettiğim sınırlara doğru genişlemesiyle birlikte ise Türkiye’de tam anlamıyla bir direniş hükümetinin kurulması yoluna girileceği öngörülür. Türkiye ittifakına nispetle daha Asya merkezli, sıcak paraya daha az bağımlı olsa da daha sert rüzgârları karşılaması beklenen, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin cumhur ittifakının bileşenlerinin talep ettiği kıstaslarına göre şekillendiği, Batı dünyası ile gerilim politikası izleyen, Doğu Akdeniz ve Suriye’de kati suretle hiçbir tavizin verilmediği, dış politikanın genel olarak bölgesel ittifaklar ile büyük ölçüde Rusya-Çin-Pakistan üçlüsünün ekseninde örüldüğü bir Türkiye meydana gelecektir.
Özetlemek gerekirse, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın önümüzdeki haftalarda vereceği ve açıklayacağı kararlara göre karşımıza iki çok farklı Türkiye versiyonu çıkabilecektir.
Gönül isterdi ki, Türkiye; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ni esneten, ekonomide “sıcak para” yerine “üretim” diyen, kutuplaştırıcı dili terk eden, Batı dünyası ile Asya milletlerine eşit mesafede duran, Doğu Akdeniz ve Suriye’de millî menfaatlerini aktif bir biçimde gözeten, önümüzdeki yıllar için biraz daha fazla içe yönelen ve iç sorunlarının çözümü için gayret sarf eden – en önemlisi bunları eşzamanlı ve eşgüdümlü olarak yapan, yapmayı vaat eden bir üçüncü yol seçeneğine sahip olsun.
Türkiye, şimdilik böylesi bir yola ve seçeneğe maalesef ki sahip değil.
Sahip olana dek ise umuyorum ki – hangi senaryo yürürlüğe girerse girsin – Türkiye bu süreci en az hasarla atlatır.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish