Bir doğa fotoğrafçısı değilim. Daha çok yaşanmışlıkların peşinden koşar; doğada, tarihi yapılarda insan izlerini arar, hikayelere konu olmuş yapıların fotoğraflarını çekmeye çalışırım.
Benim için doğanın, tarihin, taşın, toprağın, suyun tek başına bir anlamı yoktur.
Gözümde insanın dokunduğu, iz bıraktığı, bütünleştiği her obje, her nesne daha değerli, daha eşsiz ve elbette önemlidir.
Bu nedenle bilmediğim bir yere seyahat ettiğimde, önce karanlık tarihin sesini dinler, insan izleri peşinden gitmeye çalışırım.
İnsanın dokunduğu bir taş, ektiği bir ağaç veya duygularını kazıdığı bir kitabe ararım.
Ne kitabe okuryazarlığım vardır, ne de arkeolojik bilgim. Sıradan birisi olarak insanın geçmişinin peşine takılır, anlamaya çalışırım.
Taşa düşen ışığı fotoğraflar, ağaç yapraklarının arasından süzülen ışık huzmesinde tarihin sesini dinler, kadrajımda zamanı dondurmaya çalışırım.
Çok yere gitmişliğim de yok aslında. Hayat beni nereye savurmuşsa, ben orada sıradanlık içinde sıra dışı olanı yakalamaya çalışırım.
Benim hikayem de bundan ibarettir;
Savrul ve savrulduğun yerde fotoğrafın gücüyle insan izlerini yakala...
Işığın peşinden koş, hayalle gerçek arasındaki izleri takip et.
Bir profesyonel gibi değil, sıradan bir insan gibi yaşa.
Yaşamın içinde, hayata dokunarak zamanı fotoğrafla, geçmişin tünelinde sevinç ve acıları hisset, anı yakala...
Bir ara, hayatın savrulmuşluğu içinde yolum İç Anadolu'ya çok düşerdi. Su yolu yapmamıştım ama yoğun gidip geldiğim zamanlar olmuştu.
Ya bir protesto yürüyüşünde ya da bir sendikal eylemde Ankara sokaklarında anı yaşar, fotoğraflamaya çalışırdım.
Ya da sürgün yollarında, gece yarısı İç Anadolu'nun uzak kentlerinin ıssız otogarlarında bulurdum kendimi. Uykusuz gecelerde, yorgun argın sürerdi seyahatim.
Güneşin doğuşuyla keşfe çıkar, yeni bir yeri görmenin heyecanını yaşar, sürgünlüğü unuturdum.
Yolumun üzerinde, yakınında bulunan tarihi yerleri, doğal güzellikleri ve çarşıları ziyaret eder, tanımaya çalışırdım.
Bunlardan biri de tarihteki ismi Peristremma olan Ihlara Vadisi'ydi.
Aksaray il sınırları içinde yer alan, çağlar öncesinden Hasan Dağı'nın püskürttüğü lavların oluşturduğu yeryüzü şekillerinin, Melendiz Çayı sularının aşındırması sonucu oluşan derin vadinin günümüze ulaşması sonucu oluşan kanyondu.
Vadinin bulunduğu alana Aksaray'dan ilçeler arasında yolcu taşıyan minibüsle ulaşmış ve ilk anda gördüklerim karşısında hayal kırıklığı yaşamıştım.
Gözlerim yemyeşil bir ortam ararken, yazın kavurucu sıcaklığında uçsuz bucaksız çorak arazi çıkmıştı karşıma.
Kendi kendime "Burası Ihlara Vadisi olamaz, bu basbayağı çorak bir bozkır" diyerek, çevreye şaşkın şaşkın bakakalmıştım.
Köy meydanından, köyün dışına doğru ilerleyen levhaları takip ederek, vadinin bulunduğu alana gelmiştim.
Artık yol bitmiş, birkaç adım ötede uçurum başlamıştı. Yüksekçe bir kayanın üzerinden aşağılara bakınca, vadinin genelini görmüş, hayal kırıklığım bir anda dağılmıştı.
Çorak bir bozkırın içinde eski zamanlarda oluşan derin vadi; yemyeşil bir vaha görünümdeydi.
Buradan sonra ne araç yolu vardı, ne de patika. Vadiye zikzaklar çizerek uzanan, yumuşak kayalara çakılan demir merdivenden, vadinin içine inilen bir yol vardı.
Kaç basamak indim hatırlamıyorum. Bana öyle uzun geldi ki, bir an dünyanın merkezine indiğimi düşündüm.
Demir basamaklar vadi tabanına vardığında, yorulmuştum ama her şeye rağmen yeni bir yer görmenin sevincini yaşıyordum.
Vadinin içinde hoş bir serinlik ve birazcık da nem karşıladı beni. Kavak ve selvilerin gölgesi, vadi tabanında akan duru bir nehir, kuş cıvıltısı ve gökyüzünün maviliği buranın özel bir yer olduğunu gösteriyordu.
Sadece adını duyduğum, hiç bilmediğim bir yerdi burası. Sağa ya da sola gitmenin beni nereye götüreceğini bilmiyordum.
Derinliği yer yer 100 metreyi aşan, alabildiğince dolanan bir vadinin içindeydim.
Bir süre hangi yöne gideceğimi bilmeden çevreyi izledim ve gelen turist kafilelerinden birinin peşine takılmanın en doğru yol olduğunu düşündüm.
Bu ıssız ama ziyaretçisi çok olan yerde kaybolma kaygısı içinde, turist kafilesinin arkasına takılıp, gezmeye başladım.
Ortam tamamıyla doğal; kendine kayalar arasında yol açan harika bir çay ve müthiş bir yeşil yoğunluk.
Tek kelime ile müthiş bir yerdi. Hem vadiye hayat veren, tertemiz bir nehir akıyor hem de kıyısında çeşit çeşit ağaçlar bütün görkemiyle kendini gösteriyordu.
Bozkırın karasal ikliminden farklı olarak daha yumuşak, daha serin bir microklimal iklim hissediliyordu.
Bu vadi boyunca yetişen bitki örtüsüne yansımış, Akdeniz iklim kuşağında yetişen ağaç türlerine rastlamak mümkündü.
Öte yandan değişik ağaçlar ve kuş sesleri altında patika yollardan ilerlerken, dikkatimi çeken oldukça ilginç şeyler vardı.
İnsan yapımı mağaralar... Mağara demek belki eksik kalır. Onlarca, yüzlerce mabet demek daha doğru olur.
Çoğu erken Hristiyanlık döneminden kalma. O kadar çok kilise ve şapel var ki insan hayretler içinde kalıyor.
Vadi kuş bakışı 10 kilometre kadar ancak Melendiz Çayı'nın oluşturduğu zikzaklar gerçek uzunluğu 20 kilometreye çıkarıyor.
Vadiyi bir cennete çeviren ve insanlar için bir cazibe merkezi haline getiren Melendiz Çayı vadi yatağını yara yara ilerliyor ve eşsiz bir microklimal iklim yapısı oluşturuyor.
İlginç olan her adım başı bir kilisenin olması. Bu kadar çok kilise olması bana normal gelmiyor. Mutlaka bir nedeni olmalı?
Bunca kilise, şapel, manastırın iç içe olmasının çok özel bir nedeni olmalı. Her kilisede yüz kişi ibadet etse bile vadi boyunca binlerce kişinin aynı anda ibadet edebileceği kiliseler mevcut.
Şu ana kadar kayalara oyulmuş 105 kilise, manastır ve şapel tespit edilmiş. Daha tespit edilmeyi bekleyenleri de düşünürsek, buranın bir sıradan vadi olmadığı ortaya çıkıyor.
Ya sığınılan bir yer ya da baskılardan korunmak için yaşam alanına çevrilen olağanüstü kutsal bir alan.
Kilise ve şapellerin kimisi iki katlı, kimisi kayaların içine doğru uzanmış tek katlı yapılar. Bazı kiliseler gizli tünellerle birbirine bağlanmış.
Ayrıca insan eliyle oyulan kayalara yapılan resim ve freskler oldukça dikkat çekici. Bütün yapılarda yoğun bir emek göze çarpıyor.
Kilise denilince aklınıza yüksek taş duvarlar gelmesin. Vadiye dik yükselen kayalara oyulan mağaraların içi kilise olarak kullanılmış.
Kilise duvarlarına olağanüstü ve tarihsel öneme sahip resimler yapılmış, Hristiyanlık için önemli işaretler nakşedilmiş.
Bu kilise, manastır ve şapellerin M.S. 4'üncü yüzyılda Hristiyan gruplarca yapıldığı ve burada 11'inci yüzyıla kadar kendine özgü bir yaşam sürdürüldüğü araştırmalar sonucu ortaya çıkmış.
Hristiyanlığın gizli yaşandığı dönemlerde, özellikle Roma İmparatorluğu'nun zulmünden kaçan Hristiyanların sığındığı bir yer olarak kayıtlara geçmiş.
Ve aynı zamanda Kapadokya'ya açılan kapı olarak da biliniyor. Gerçekten de vadi içinden yol alınırsa Kapadokya bölgesinde bulunan yeraltı kentlerine ulaşmak mümkün.
Hem vadide bulunan kilise ve mabetlerin, hem de çevrede bulunan yeraltı kentlerinin nasıl ve ne amaçla yapıldığı halen tam olarak açıklanmasa da, farklı inançlarda insanların sığındıkları yerler olarak kabul ediliyor.
Henüz Hristiyanlığın gizli yaşandığı dönemlerde binlerce insan bu kutsal vadiye gelerek, inancını özgürce yaşamak istemiş.
Buna rağmen vadinin zaman zaman saldırıya uğradığı ve burada yaşayan cemaatin saldırılardan korunmak için daha içlere çekildiği anlaşılıyor.
Vadiyi gezerken, dikkatimi turistler çekiyor. Çoğu Uzak Doğulu, en ilginç olan ise Vietnamlılar. Çok uzak ve bilinmez bir coğrafyadan, Ihlara Vadisi'ni gezmeye gelmişler.
Onların da kafasındaki sorular benimkiyle aynıydı sanırım. Binlerce insan neden vadiye sığındı, neden yeraltında, derin vadide bir yaşam sürdürdüler?
Ben Ihlara Vadisi'nden zorlu bir tırmanışla, aynı basamakları nefes nefese çıkarken, gün çoktan kararmış, akşam olmuştu.
Kafanda asırlar öncesi çağların soruları, elimde Melendiz Çayı'nın kıyısında bulduğum kan kırmızısı taş, kendimi gecenin koynuna bırakarak, geziyi noktalıyordum...
Kaynak:
- Kültürportalı.
- Wikipedia
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish