Otoriter rejimlerin en kötü neticelerinden biri, 'geçmişi temize çekme' imkanı yaratması. Biz de şu günlerde bu süreci yaşıyoruz. Her şeyin bu denli kötü gitmesi sonucu, maziye nur yağmış vaziyette.
Mevcut rejime muhalif olanlara baksanız, Türkiye geçmişte ideal bir ülkeydi sanırsınız. Geçen hafta, sevgili dostum Celalettin Can ile sohbet ederken bu meseleyi konuştuk.
Celalettin, 12 Eylül askeri rejiminin onca çilesini çekmiş insanların bazısının bile, 'askeri rejim bile bugünden iyiydi' diyebildiklerini hayretle izlediğinden söz etti.
İdamlar, işkenceler, mahpusluklar, faili meçhuller neredeyse unutuldu. Kimilerimiz sanıyor ki, geçmişi hatırlatırsak bugünü temize çekmiş oluruz, ancak böylesi bir kaygı da geçmişi temize çekmeye yarıyor.
En kötüsü Türkiye'nin gelecek tahayyülünü 'kaybettiğimiz eşeği bulmaya' indirgiyor. Seksenli ve doksanlı yıllarda yaşananların en ağır bedellerini hatırlatmayı, o dönemlerin en çok eziyetini çekenlerden biri olan Can'a bırakıyorum.
Ben daha sıradan siyaset gerçeklerini hatırlatmak istiyorum.
Bugüne varan yolu döşeyenler, muhalif 'bilgeler' haline geldi. Hele, genç gazeteci ve yorumcuların ağzından 'devletin kurumlarını, geleneklerini, dış siyaset çizgimizi yıktılar, geçtiler' sözlerini duymak üzücü, çok üzücü.
Kuşkusuz, Türkiye dünyanın en kötü ülkesi değildi, ama arkadaşlar, ne kurumu, ne geleneği, ne dış politika çizgisi?
Nedir Türkiye'de özlenen 'devlet geleneği'? Nelerdir yıkıldığına ağıt yakılan kurumlar? Nedir izi sürülmediği için darboğaza girilen dış politika çizgisi?
Ben 'devlet geleneği' kavramına inanan biri değilim, ama illa bir genelleme yapacaksak, onun adı çeşitli kılıklara giren 'otoriter siyasetler'de ısrar olabilir.
Cumhuriyet'in kuruluş dönemi 'tek parti rejimi' idi, çok partili dönemin ilk on yılı da 'ikinci tek parti dönemi' oldu. O bitti, Soğuk Savaş dönemi 'komünizmle mücadele' adına asker-sivil siyaset otoriter uzlaşması geldi.
Bu çerçevede, 'kurumlar' ise, farklı siyasi parti ve çevrelerin kontrol etmek için yarıştığı araçlardan ibaretti ve bu çevreler içinde öne çıkan sağ milliyetçi muhafazakar partiler ve söylemlerdi.
Soğuk Savaş döneminde 'Kontrgerilla' bu kurumların neresindeydi? 12 Eylül darbesi sonrası, Fethullah Hoca çevresi dahil olmak üzere Türk-İslam sentezi kadrolarının Emniyet ve Yargı bürokrasisine yerleşmesi, mafya-siyaset ilişkilerinin ayyuka çıkması, vb. bu kurumların, 'kurumsal yapı'nın neresindeydi diye sormak gerekmez mi?
Susurluk skandalı ardından Çiller-Erbakan hükümeti istifa etmek zorunda kaldı da yerine kim geldi hatırlayalım, ANAP-DSP-MHP koalisyonu!
Mafya-siyaset-bürokrasi üçgenini faş eden bu skandalın ardından merkezin sağında ANAP, solunda DSP, skandalın başkahramanlarından Abdullah Çatlı'nın partisi olan MHP ile koalisyon kurmakta tereddüt etmemişti.
AK Partisi öncesi Türkiye böyle bir Türkiye idi.
Türkiye'nin dış siyaset çizgisi denilen, Kemalistlerin çok sevdiği 'yurtta barış, dünyada barış' falan değildi, o kuruluş döneminin dış siyaset ilkesiydi, İkinci Dünya Savaşı sonrası, Türkiye'nin dış siyaseti NATO müttefiki olmanın hakkını vermekten ibaretti.
Soğuk Savaş bittikten sonra, Türkiye muvazenesini kaybetti. Bu dönemde Batı ittifakının yeni hedefleri izinden gidilmeye çalışılırken, yeni dünya düzeninin Türkiye'nin önünde yeni imkanlar açtığı hayaline fazlaca kapılıp maceralara girişme dönemi başlamış oldu.
Turgut Özal'ın 'Çin'den Adriyatik'e Türk dünyası' dediği Orta Asya'da nüfuz çabaları, ABD'nin Irak macerası çerçevesinde Çekiç Güç hamlesi, Çiller döneminde Azerbaycan'da darbe, Irak Türkmenleri üzerinden Ortadoğu'ya açılmalar, AK Partisi'nin dış politika maceralarının öncülleri oldu.
Siyasetin ufku, 'yeter ki bunlar gitsin' olunca neler olduğunu hep birlikte gördük. AK Partisi iktidarı döneminde, 'yeter ki askeri vesayet bitsin' mantığının sonu, 'sivil dikta' oldu.
Doğrusu 'askeri vesayet' denilen şey de doğru dürüst tanımlanmış değildi. Tam da bu nedenle AK Partisi'nin 'askeri vesayet' sorunun ordunun 'laikliğin bekçiliği' adına sivil siyasete müdahalesinden ibaret olduğu, militarist siyaset anlayışı ile bir sorunu olmadığı kavranamadı.
Doğrusu, o manada bir 'askeri vesayet' de başlı başına sorundu, ama sorun ondan ibaret değildi.
Mesele geçmişi hatırlayıp bugüne razı olmak değil elbette, mesele gelecek tahayyülünü geçmiş özlemi üzerine kurmamak.
Benzer bir durum medyanın bugünkü hali için geçerli. Bugün medyanın ne halde olduğu ortada, ama bugün kendini muhalefette konumlayanlara baksanız, sanırsınız ki geçmişte medya özgürdü.
Yirmi yıllık bir iktidar döneminde yetişenler hatırlamıyor olabilir, bari biz yaşta olanlar onları yanıltmayalım.
Yanılmasınlar ki, 'bir ülke bu hale nasıl gelir' sorusunu sormayı ihmal etmesinler, ihmal etmesinler ki geleceğe dair hayalleri, ortalarda nostalji rüzgarı estirenlerin ufku ile sınırlı olmasın.
Genel olarak siyasette olduğu gibi medya alanında da bugünlere varan yolların taşlarını şimdi medya özgürlüğü adına racon kesenler döşedi.
Dün Genelkurmay'dan talimat alanlar, bugün Cumhurbaşkanından talimat alanlara esip savuruyor.
Geçmişte, patronlarını kollamayı birinci vazife sayanlar, şimdi Cumhurbaşkanının kapı kulu olanlara esip savuruyor.
Dahası, AK Partisi iktidarı iyice güçlendikten sonra, yeni duruma uyum sağlamak için azami gayret sarf edenler, yüksek maaşlarından, ekranlarda görünür olmaktan bir türlü vazgeçemediği için susup oturanlar, devre dışı kalınca baş muhalif kesiliyor.
O nedenle, ne zaman ki, sıra kendilerine geldi, yani yeni rejim kendi medyasını kurmak adına merkez medyayı tasfiyeye girişti, hepsi medya özgürlüğü havarisi kesildi.
Malum 'sosyalistler tutuklanırken susup oturan rahip' meselesi! Ama o zaman da işi işten geçmiş oluyor meselesi.
'Bugüne varan yolların taşları' dediğim bu. Dahası, mevcut iktidara bu denli pervasız davranma cesareti veren de bu gerçekler.
En önemlisi, geçmişte Kürt meselesini 'terör' ile eşleştirenler, cezaevlerinde yaşananları, iş cinayetlerini ağızlarına almayanlar, yoksulluk diye bir meseleleri olmayanlar, şimdilerde Kürt dostu, işçi-işsiz dostu, özgürlük sevdalısı geçiniyorlar.
Bırakalım geçmişi; şimdi söylediklerine bakalım diyebilirsiniz, ben de demek isterim. Ama tam da bu nedenle, inandırıcı olamıyorlar, sahici bir muhalefet rüzgarı estiremiyorlar.
Tam da bu nedenle, yoksulluk derinleşirken iktidar partisi hala hatırı sayılır bir seçmen kaybı yaşamıyor, Kürt siyaseti hala iktidar partisine açık kapı bırakmaktan başka çare göremiyor.
Hala, hala, hala…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish