Asker ile diplomaside ön almak!
Afganistan hem bir şeriat devleti olarak bir kaygı kaynağı olmaya devam edecek hem de gelişmelere göre zamanla bir saatli bombaya dönüşecek bir yer. Nitekim patlayan bombalar bunu gösteriyor.
AKP İktidarı bunları serinkanlılıkla, acele etmeden değerlendirmek yerine bir süredir diyalogla, diplomasiyle yapacağı işleri askeri sahaya sürerek yapmaya, ön almaya ve bundan kendine bir şey çıkarmaya çalışıyor.
Politikasızlığa dayanan bu politika belki AKP iktidarı için günü kurtarmaya yarayabilir ama orta ve uzun vadede ülkeye bir yarar getirmeyeceği açık.
Bundan sonra zaten oradaki risk katlanılabilir ve öngörülebilir bir risk de değil. O halde bu durumda söz konusu olan, Türkiye'nin çıkarı mı; hükümetin çıkarları mı, yoksa kişisel hırs ve beklentiler mi?
Bu noktada AKP iktidarı ile Taliban'ın geçmişe dayanan ilişkilerini cumhurbaşkanın Hikmetyar hayranlığını hatırlamak lazım.
ABD ve NATO güçleri BM Güvenlik Konseyinin 1368 sayılı kararı ve NATO'nun 5. maddesi gereğince oradaydılar, üstelik bu kararlar olmadan ve Afganistan hükûmetinin bir çağrısı bulunmadan Türkiye'nin illa orda asker bulundurması, bir biçimde müdahil olması hem meşru olmaz hem onu hedef haline getirir.
Türkiye'yi ilgilendiren asıl sorunlar
Türkiye'yi ilgilendiren üç ana sorun var:
- Göçle gelen sığınmacılar
- Cihatçı kesimlerinin harareti
- Ekonomik ilişkiler.
Önce ekonomiden başlayalım
Afganistan geri kalmış bir üçüncü dünya ülkesi. 38 milyon nüfuslu bir ülkenin Gayri Safi Milli Hasılası 70 milyon dolar, yıllık bütçesi 20 milyar dolar civarında. Kişi başı gelir 500-600 dolar.
ABD'nin 20 yılda harcadığı para 1 trilyon dolardan fazlaydı. Peki, bu para nereye gitti diye sorulabilir. Aslında harcanın paranın yüzde 80-90'ı gene ABD'ye geri dönmüş.
Çünkü harcanan bir trilyonun 850 milyarı savunma harcamaları; onun da büyük kısmı ücretler.
Afganistan'ın inşası için bugüne kadar harcanan para ise 140 milyar dolar. Sürekli savaş ve yıkım bunu da zaten zayi etmiş.
Ayrıca vergi gelirleri yok denecek kadar az. Hem zaten ticaret yok hem de toplumda vergi alışkanlığı yok.
Sürekli olarak merkezi iktidarlara baş kaldırmış olan örgütler vergiyi soygun ve haraç olarak görüp reddetmişler.
Bu yüzden 20 milyar dolar bütçesi olan ülkede rüşvet ve kayırmacılık had safhada.
Son 20 yılda 60 bin Afgan askeri, 48 bin sivil ölmüş. Taliban 70 bin kişilik gücüne karşılık 300 bin kişilik Afgan ordusu birden ortadan yok olmuş (Aslında gerçekten yok mu oldu, yoksa olanlar anlaşmanın bir parçasıydı?)
Afgan ordusunun profesyonel kısmı ancak 50-60 bin civarındaydı, gerisi milisti. Çözülme başlayınca dağıldı, bir kısmı da Türkiye'ye geldi (gelen genç erkeklerin bir kısmı bunlardır).
Cihatçıların hareketleri açısından bakınca da şunlar söylenebilir:
Dini açıdan orda üç kesim çatışıyor. Vahabi Peştunlar en güçlü grup, zaten iktidarı da onlar ele geçirdi.
Vahabilik ilk İslam'a dönüşün koyu bir biçimidir ve Afganistan'da yaşanıyor. Peştular muhtemelen dini açıdan böyle bir şeriata dayanacaklar.
Ortadaki Hazaralar Şii mezhebine dahiller, dini açıdan Taliban'la uyuşmayacak bu grup daha çok İran'ın korumasına güveniyor.
Taliban da İran korkusuyla bunlarla bir biçimde iyi geçinebilir, hatta onlardan iktidara temsilci alabilir.
Bir de Özbek ve Taciklere dayanan IŞİD var. Nitekim IŞİD son bombalamalarla hemen piyasaya çıktı, ben buradayım dedi.
El Kaide ve mücahit gruplar da ayrı bir vaka. El Kaide menşeli El Nusra'nın da buradan çıktığını unutmayalım.
Göç politikası: Sığınmacılar ve Türkiye kentlerindeki yansımaları
Bir kere baştan belirtelim. Türkiye'nin maalesef bir göç politikası yok. Ülke uluslararası göçler açısından adeta bir yol geçen hanına dönmüş, sığınmacı ambarı gibi.
Bu noktada sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim: Derhal bir "Göç Bakanlığı" kurulmalı ve önümüzdeki 5-10 ve 30 yıl için (kısa-orta ve uzun vadeli) göç senaryolarına, mastır palanlarına dayalı "göç politikaları" oluşturulmalıdır.
Bunu belirtikten sonra konuya giriş yapalım. Batı silahla başa çıkmayınca bu coğrafyayı kendi içinde hapsetmek istiyor, Türkiye'ye de jandarmalık görevi veriyor.
İktidar ise beklentileri karşılığında bu projeyi kabul etmiş görünüyor. Onun için Türkiye'nin Batı'ya açılan sınırları demirden geçilmez perdeye dönüştürülürken doğudaki sınırlar için adeta açık kapı politikası uygulanıyor.
Yol geçen hanı gibi bir "göçmen kampı" haline gelmiş durumda ülke.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Dolayısıyla AKP izlediği politika ile batının modern bir parçası olmakla taşranın bir ülkesi olmak arasında gidip geliyor.
Ara sıra yapılan Şangay atağını de böyle okumak gerekir. Türkiye resmen savruluyor. Tek adam rejimine dayanan katı merkeziyetçilik sorunları çözemediği gibi toplumu bölüyor ve kutuplaştırıyor.
Yangınlar, seller ve felaketlerle baş etmek, kendi birikmiş sorunlarını çözmek yerine dışarıya gözünü dikmiş.
Dış dünyada olup biteni diyalog ve müzakere ile çözmek yerin de bir süredir hep askeri ileri sürüyor. Askerle kendine alan açmaya çalıyor.
Oysa son olarak Afganistan'da görüldüğü gibi, bugüne değin askeri çözüm hiçbir yerde çözüm olamamıştır.
O halde bu ısrar niye? İllaki bekçilik, jandarmalıkla ön almak ve batıya bu anlamda yaranmaktan başka Türkiye çıkarları açısında ne işe yaralayacak?
Var mı bunun bir başka izahı?
Kimler geliyor?
Önce sığınmacılar konusunda şu soruyu soralım.
Afganistan'dan kimler Türkiye'ye geliyor:
- Afgan ordusundan kaçanlar geliyor.
- ABD ve NATO güçleri ile iş tutanlar geliyor.
- Afgan hükümeti ile ilişki içinde olanlar geliyor.
- Daha sonra açlık ve yoksulluk içinde Taliban'dan kaçacak olanlar gelecek.
Zaten gelenlerin genç erkekleler olması bunu gösteriyor. Kanımızca bu grupların elini kolunu sallaya sallaya 2500-300 kilometrelik bir yolu kat ederek Türkiye kadar gelmeleri ve ülkeye sorunsuz giriş yapmalarının Biden-Erdoğan görüşmesiyle yakından ilgisi vardır.
(Kabil Havaalanını korumak vaadi Taliban'ın devleti ele geçirmesi ile birdenbire "yalan" olunca Türkiye askerini şimdilik çekti, fakat sonra tekrar gönderme arzusu ve ısrarı hala sürüyor.)
Ancak göç meselesi başka ve bizi doğrudan ilgilendiren bir mesele yakıcı bir gerçek olarak devam ediyor.
Ne kadar Afgan var, nasıl önlem alınmalı?
Gelen Afgan sayısının tam bir kaydı tutulmadığı için muhtelif rakamlar konuşuluyor. Kimi beş yüz bin diyor, kimine göre ise bu sayı bir milyonu aşkın. İktidar ise birinci rakama yakın sayılar telaffuz ediyor.
Burada sayıdan ziyade asıl mesele, neden önlem alınmadığıdır. Deniyor ki "duvar çektik". Bu doğru değil.
Ben şahsen Van'a gittim ve o duvarı gördüm. Çekilen duvar halı hazırda 27 kilometre kadardı. Oysa sadece Van İran sınırı 300 kilometre. Bu nasıl bir önlem?
Bir de bu zaptiye tedbirleri ile alınacak bir şey değil. Öncelikle göçün o duvara gelmeden önlenmesi gerekir. Duvara dayandıktan sonra hangi önlemi alırsan al bir biçimde içeri girecektir.
Alınması gereken önlemler
- Onun için temel çözüm göçü kaynağında çözmektir. Kaynağında çözmek için insanları yaşadıkları yerde insan onuruna yakışır derecede yaşanır kılmaktır. Bu da doğrudan Afganistan'ın (ve tabi Suriye'nin) barış ve istikrar kavuşması ile ilgilidir ve uzun vadeli bir çözümdür. Bu bir.
- İkincisi aradaki ülke olan İran ile konuşmaktır. İran neden bu göçmenlere izin veriyor?
- Üçüncüsü de AB ve Batı ile diyalog kurmaktır. Daha da önemlisi para pul karşılığında göçmen deposu olmayı kabul etmemektir.
- Dördüncü olarak da göçü regüle edecek/düzenleyecek bir "göç politikası" geliştirmektir.
Türkiye bütün bunları yapamadı. Ne Suriye göçü için yapabildi ne de Afgan göçü için.
Bunları yapmadığı zaman sonuçları çok kötü oluyor.
O zaman ne oluyor, bakalım:
Suriye göçünün yoğun yaşandığı yerlerden biri Mersin, Afgan göçünün yaşandığı yerlerden biri ise Van ilimizdir.
Göç edenler çoğunlukla yoksul insanlar. Çoğu vasıfsız. Vasıflı ve olanakları olanlar Türkiye'yi bir göç istasyonu olarak kullanıyor sonra geçip başka ülkelere gidiyorlar ki bunların sayısı çok az.
Kenteler gelen yoksul vasıfsız göç ise dönüşemiyor, tam tersine zaman içinde giderek artıyor, yerleştiği bölgeyi, yeri, kenti kendine benzetiyor.
Çünkü bu kentlerimiz dışardan yoksul ve niteliksiz köylü göç alırken dışarıya da bir kentin temel iç dinamikleri olan sermaye (yani zenginleri) beyin (yani okumuşları) ve kentlileşmiş nüfusu dışarıya (başka yerlere) göç olarak veriyor.
Dolaysıyla geleneler etkileşimde bulunup dönüşecekleri dinamikler bulamayınca (onlarla hemhal olmayınca) kenti dönüştürüp kendilerine benzetiyor, adeta devasa köy ya da göçmenler kenti haline getiriyorlar.
Üstüne üstlük onlara iş aş olanakları da sağlanmadığı için giderek gerginlikler oluşuyor.
Hatta bazen bu kesimlere sağlanan olanak ya da ayrıcalıklar Türkiye vatandaşlarına sağlanamayınca bu gerginlik çatışmaya dönüşüyor.
Diğer bir boyut da bu ötekileştirmeler dışlayıcı ve ırkçı boyutlara yol açıyor. Bunlar da giderek gelecekte kapanması zor derin sosyal pelemeleri bünyesinde barındırıyor.
Çünkü iktidar batıya yaranacak ya da iktidarını daim edecek diye bu nevi kentlerin varoşlarında fitili ateşlenmemiş bombalar meydana getirmiş durumda.
Açlık, yoksulluk ve ırkçılıkla malul, ne zaman patlayacağı belli olamayan "bombalar" bunlar.
Belediye hizmetleri açısından
Bir diğer husus da belediye hizmetleri açısından sergilenen tablodur. Bu sığınmacı ve göçmenler kayıtlı değiller. Yasal statüleri yok.
O nedenle geldikleri yerlerde yerel yönetim nüfusuna resmi olarak eklemlenmiyorlar.
Böylece, merkezi hükümet, belediyelere İller Bankası paylarından bir ödeme yapamıyor.
Kayıtlı olmadıkları için yerel işlerden dolayı da belediye vergi, harç ya da katılım payı alamıyor.
Oysaki belediyeler bunlara hizmet sunuyor. Çünkü buralarda barınıyor, bu çevreleri kullanıyorlar.
Bu durumda belediyeler mevcut nüfuslarına bile hizmet götürmezken bu sorunla karşı karşıya kalınca bir nevi hizmetler açısından acz içinde kalıyorlar.
Ne yeni gelenlere ne de yerleşiklere doğru dürüst hizmet sunamıyorlar. İşte Van'da, Mersin'de ve benzer kentlerde yaşanan budur.
Bu durum behemehâl değişmelidir. Aksi taktirde yarın olduğunda geç olabilir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish