Kolomb'un Amerika Kıtasını "keşfi"varsayılan Bahama adalarından Guanahani'ye varışının üzerinden 24 yıl geçmişti.
Fetihçi Juan Díaz de Solís'in birlikleri bugünkü "La Plata"Nehri kıyılarına ayak bastığında tarihler 20 Ocak 1516'yı gösteriyordu.
İspanyollar bu süre içinde pek fazla yol alamamıştı. Henüz Meksika bile fethedilmemişti.
İspanyol donanmasının baş kılavuzu Díaz de Solís, Brezilya kıyılarından aşağıya doğru inerek Pasifik Okyanusu'na bir geçiş ararken dünyanın en büyük nehrini bulmuştu.
Fakat buranın neredeyse deniz seviyesinde olması ve enginliği sebebiyle bir nehir olabileceğine ihtimal vermediğinden "Tatlı Deniz"anlamında "Mar Dulce"adını vermişti.
Buenos Aires'in karşı kıyısındaki sahile indiğinde birliği ile beraber yerlilerin saldırısına uğradı ve öldürüldü. Gemide kalanların iddiasına göre yerliler hemen orada onu parçalayıp yemişti.
Böylece İspanyollar demir alıp 20 yıl boyunca bir daha geri dönmemek üzere kaçtılar ve komutanlarının hatırasına, keşfettikleri nehri "Solis Denizi"olarak vaftiz ettiler.
1536'da Kastilya Krallığı "kafirleri"imana getirmek için bölgeye Pedro de Mendoza komutasında yeni bir sefer düzenledi.
Mendoza, bazı gemilerini Brezilya kıyılarında şiddetli fırtınalarda kaybetmesine rağmen La Plata Nehri'ne varmayı başardı.
22 Ocak'ta buraya indiğinde San Gabriel adacığına demirledi. Bir hafta kadar etrafta keşif yaptıktan sonra güneye, bugün Arjantin'in en ünlü futbol Kulübüne adını veren Boca semti kıyılarına yerleşme kararı aldı.
Sefere katılan 300 Alman lejyonerden biri olan ve 20 yıl bölgede fetih hareketlerine katılan Ulrich Schmidl'in notlarında yazdığına göre burada havanın sakinliğinden ilham alan İspanyol fetihçi, limana "Puerto de Nuestra Señora Santa María del Buen Aire" adını vererek vaftiz etti.
Bu olay muhtemelen 2 ya da 3 Şubat 1536'da gerçekleşmişti. Fakat tam anlamıyla bir "kuruluş" ya da bir kentin temellerinin atılması sayılmazdı.
Bugün turistik San Telmo semti sınırlarında yer alan "Lezama Parkı"nın bulunduğu yükselti üzerine ilk yerleşimi kurdular. Kolonicilerin sayısı 1500 dolayındaydı.
Bölgede yaşayan yerlilerin sakinliği yamyam efsanelerine inanan İspanyolları şaşırttı. Querandi yerlileri çok misafirperverdi. Onlara yiyecek verdiler ve yer gösterdiler.
İspanyollar sömürmek ve işgal etmek için gelmişti. Fakat değil yerlileri zapt edecek, karınlarını doyuracak kapasiteye bile sahip değillerdi.
Schmidl "La Plata Nehrine Yolculuk" (Viaje al Rio de la Plata) başlığı altında toplanan eserinde şöyle not alıyordu:
Querandi'ler bize 14 gün boyunca her gün yiyecek getirdiler. Balık ve az miktarda ki et stoklarını bizimle paylaştılar ve sadece bir tek gün gelmediler. Don Pedro de Mendoza hemen iki askerle Juan Pavon adındaki belediye başkanını onlara gönderdi. Ve askerler öyle (küstah) davranmıştı ki yerliler onları dayaktan perişan ettikten sonra geri dönmelerine izin vermişlerdi.
Querandi yerlileri, ürkek hizmetkarlar olmadıklarını kanıtlamışlardı. Zaten yerlilerin, her yerde olduğu gibi direnecekleri kesindi.
Mendoza'yı kaygılandıran şey bu değildi. İspanyolların asıl problemleri çevresel koşullara uyum sağlamakla ilgiliydi.
İspanyollar yerliler gibi hayvanları avlayamıyor hatta balık tutmakta bile zorlanıyorlardı. Kişi başına günlük bir parça kuru ekmek ve üç kişiye bir balık düşüyordu.
Bir süre sonra fare, yılan, ayakkabı ve ölen arkadaşlarını yemeye başlayacaklardı.
İspanyollar, Amerika'nın diğer yerlerinde göstermiş oldukları başarıyı burada gösterememişlerdi. Bunun ilk nedeni bölgede nüfusun düşüklüğüydü.
Sayı düşük olduğundan herkes için yeterince toprak vardı. Burası ne tarım ne de bir ticaret havzasıydı. Toprak birçok yerde deniz seviyesinde ya da altında olduğundan suyla kaplıydı.
Yerli kabileleri bu bölgede yerleşik değil göçebelerdi. Mevsimsel olarak yer değiştiriyorlardı. Bu nedenlerle İspanyollar diğer yerlerde olduğu gibi kabileler arasındaki çelişkilerden faydalanamıyordu.
Querandi yerlileri ile ilk sürtüşmeler başlayınca kurdukları yerleşimin etrafına iki metre toprak yükselti yığdılar.
Ancak bu duvar onların cehennemi oldu. Yerlilerin okları ve taşları her an başlarına düşüyordu.
Yerli saldırılarından korunmak zorunda olduklarından rahatça dışarıya çıkıp ihtiyaçları olan yiyeceği arayamadılar.
Açlık yavaş ama acımasız biçimde mağrur fetihçileri tüketmeye başladı.
Açlık ve terör, zenginlik bulma umuduyla Yeni Dünya'ya gelmiş istilacıların birbirine olan nefretini arttırdı.
Kendi aralarında bölündüler. Başlardaki disiplin yerini karmaşa ve paniğe bıraktı. Nüfusları yarı yarıya düştü.
Durum çok umutsuzdu ve Mendoza'nın, yerlileri güçle boyun eğdirme deneyimi trajik biçimde sonuçlanmıştı.
Hiçbir şey arzu ettiği gibi gitmedi. İlerleyen tek şey Roma'dan beri taşıdığı frengisiydi.
Aynı yıl martla haziran arasında üç keşif ekibini yardım ve yiyecek bulmaları için gönderse de sonuç olumsuzdu.
Yerliler keşifçileri yakalayıp öldürmüştü. Açlık, İspanyolları üçer beşer öldürüyordu.
Yiyecek yoktu, insanlar hızla zayıflıyor ve açlıktan ölüyordu. Dahası (karnımızı doyurmak için) atları kullanamıyorduk. O kadar üzücüydü ki ne fareler, ne sıçanlar, ne yılanlar; ayakkabı, deri, yenilebilecek her şeyi yediler. O sırada bir İspanyol kendi ölmüş kardeşini bile yedi.
(Ulrico Schmidl, Viaje al Río de la Plata, 1567)
Schmidl'in bu kaydı önemliydi. Zira Avrupa sömürgeciliği ve köleciliğinin resmi tarih anlatısı, "kanibalizm" ve "antropofaji" ile insanlıktan çıkmış yamyamlara medeniyet götürmek üzerine kuruluydu.
Schmidl'in aktardığı "Buenos Aires"in ilk kuruluş tecrübesi, tam tersine insan gibi paylaşarak yaşayan doğa ile uyumlu yerli toplulukları karşısında kardeşlerinin etini yiyen Avrupalıları aktarıyordu.
Schmidl günlüğünde kanibalizmin nasıl yaygın bir hal aldığını gözler önüne seriyordu:
Üç İspanyol bir at çaldı ve gizlice yediler; böylece yakalandılar ve itiraf etmeleri için işkence gördüler. O zaman yargılanmalarına ve üç İspanyol'un darağacında idam edilmelerine karar verildi… İdam edildikleri gece çöktüğünde ve herkes evine çekildiğinde bazı İspanyollar darağacındakilerin bacaklarını ve diğer uzuvlarını kesip evlerine götürdü ve orada onları yediler. (age. S.22)
415 yıl sonra bu defa yerlilerden arındırılmış modern Buenos Aires kentinde bir tarihçi yazar Manuel Mujica Láinez yaşananları yeniden kaleme alacaktır.
Láinez "Gizemli Buenos Aires" kitabında yer verdiği "Açlık" adlı öyküsünde halüsinasyonlar gören bir ok ustasının kardeşini yemesini şöyle canlandırır:
"Açlık ve nefret, okçuyu boğuyordu. Daha fazla çığlık atmak istese de başarılı olamadı ve kendinden geçerek sessizce seyrek çimenlerin üzerine düştü… Birkaç metre ileride asılmış bedenler sallanıyordu. Açlık ona anlayacağı dilden işkence etmişti. Eğer hemen onu yatıştırmazsa çıldıracaktı. Dilinde kanın sıcaklığını hissedene dek ısırılmış bir kol. Yapabilseydi kendini bile yiyip bitirebilirdi. O kolu kopartacaktı. Ve darağacındaki üç mor bedenin korkunç baştan çıkarıcılığı… Cenovalı bir defalığına herkesin olsaydı… Ve neden, gerçekten, onun en korkunç gerçeği, bir defada herkesin olmasın? Niçin onu (açlık) sonsuza dek bastırmak için fırsattan faydalanmasın? Hiç kimse bilmeyecek… Bir atlayış ve av bıçağı İtalyan'ın sırtına girecek. Ama bitkin halde böyle sıçrayabilir mi?
Hayır, bu bir sıçrama olmadı; köşeye sıkışmış bir avcının atlayışıydı. Kağıdı duvara çivilemek gibi bıçağı kaldırıp iki eliyle saplamak zorunda kaldı. Ve bıçak su samurlarının yumuşaklığında nasıl da kayboldu! Nasıl gitti içinde, kalbinin yolunda, bu avlanan hayvanın etinde ve sonunda başardın! Canavar alçak bir hırıltı ile düştü, titreyerek kasıldı ve yüzünün üzerine yığıldı. Alnında, burnunda, elmacık kemiklerinde, cildinde onu hissetti. Bu sırada bıçağı iki, üç kez indi.
Hezeyan içinde, Prens Doria'nın atını mı kampın etrafında dolaşan kaplanlardan birini mi öldürdüğünden habersizdi. Soluğu dinene kadar. Mantosunun altını aradı ve kumaşın bittiği yerde, adamın koluna rastladığında bıçakla kesti ve dişlerini geçirdi. Yaptığı şeyin dehşetini değil, sadece karnını doyurmak için ısırmayı düşünüyordu. Ancak o zaman kızıla boyalı kollar ona çok daha fazlasını gösterdi. Orada, ötede, İtalyan korsanın cesedi yatıyordu. Camlaşmış gözlerinin arasına girmiş bir ok vardı. Baitos'un dişlerine, annesinin verdiği, üzerinde bir haç çakılı gümüş yüzük takıldı ve kardeşinin ondan aldığı kürk arasında çarpılmış yüzünü gördü.
Okçu insanlık dışı bir çığlık attı. Bir ayyaş gibi yalpalayarak, söğüt ve ceibo kütüklerinden yapılmış çitlerden atlayarak vadiden aşağı, yerlilerin yaktığı dev ateşlere doğru koştu. Gözleri yuvalarından fırlamış; sanki kardeşinin kesik eli boğazını sıktıkça sıkıyordu."
("El hambre", Manuel Mujica Láinez, Misteriosa Buenos Aires,
Cuentos completos 1, Buenos Aires, Alfaguara,1999)*
15 Haziran'da Alman birliğinin yerlilere saldırısı da başarısız oldu. Üstelik bu saldırı sonrası Querandi'ler başka yerli gruplarıyla ittifak kurarak 20 binden fazla silahlı adamı bir araya getirdiler. Sahile yakın küçük gemileri ve bazı evleri yaktılar.
İlk Buenos Aires kolonisinde üç ayda açlık, hastalık ve yerli saldırılarında bin kişi öldü.
Tüm umutlar tükenmişti. Mendoza son nefesini bu cehennemde vermek istemiyordu. 300 civarında koloniciyle 1537 Haziranı'nda yerleşimi terk etti ve aynı ayın 23'ünde gemisi Atlantik'te seyrederken son nefesini verdi.
Fetihçi Pedro de Mendoza'nın kardeşi Diego da Querandi yerlileriyle girdiği muharebede hayatını kaybetti.
Mendoza'nın seferine katılanların bazıları Paraná Nehri boyunca 1600 kilometre yukarı çıktı ve 1537'de bugün Paraguay'ın başkenti olan Asunción şehrini kurdu.
Aires seferinin en önemli sonucu da bu oldu.
Eğer Buenos Aires yeryüzünün cehennemiyse, Asunción cennetiydi. Ağacın bile seyrek yetiştiği bir coğrafyadan yemyeşil bir dünyaya varmışlardı.
Orada Guaraniler tarafından iyi karşılandılar. Her bir İspanyol erkeğine en az 30 kadın hediye edildi. Böylece Güney Amerika'nın ilk melezleri doğdu.
Fakat Asunción'da ki başarının asıl nedeni büyük işgücü potansiyeliydi. Paraguay'da sürecin ilk aşamasında madencilik sömürüsü için ikame edilmese de verimli toprakları işlemek için çok yeterli yerli nüfus vardı.
Mendoza'nın yenilgisinden sonra Buenos Aires yerleşiminde kalan 160 kişi 1541'e kadar varlıklarını sürdürmeyi başardı.
Isabel de Guevara, Buenos Aires'in başarısız kuruluşuna katılan birkaç kadından biriydi. 20 yıl sonra Prenses Juana de Austria'ya yazdığı mektupta seferin başarısızlığını erkeklerin zayıflığına bağlıyordu.
Isabel mektubunda kadınların çamaşır yıkamak, az malzemeyle yemek yapmak, hemşirelik, nöbetçilik, ateş kontrolü, silahların bakımı ve düzeni gibi tüm işleri yaptıkları halde erkeklerden daha az yemek payı aldıklarını yazdı.
Buna rağmen "erkekler kadar zayıf düşmemiştik" diyordu Isabel.
Bu mektup Amerika kıtası tarihindeki ilk kadın savunması olarak tarihe geçti: Isabel de Guevara da ilk feminist.
1580'de kentin ikinci kuruluşuna kadar bölgeyi terk eden İspanyollardan geriye yalnızca yiyemedikleri atlar kaldı.
*Yazıdaki tüm çeviriler bana aittir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish