ABD ve dört ideoloji

Neo-gerçekçilik ve pragmatizmin karşı karşıya olduğu bu büyük testle birlikte Biden, örs ve çekiç arasında sıkışmış bulunuyor

Fotoğraf: Reuters

Batı ve ağırlıklı olarak Amerikan kültürü, "ideoloji"yi genel olarak yaşadığı zor gerçekliğe ve duruma bahane bulmak, içeriyi seferber etmek ve harekete geçirmek amacıyla kullanacağı bir fikir kompleksine ihtiyacı olan geri kalmış devletlerin veya diktatörlüklerin bir özelliği olarak görüyordu.

Liberalizm ve demokrasi bu kapsayıcı çerçeveye dahil değil. Çünkü çoğulculuğa, ötekinin kabulüne ve kültürel çeşitliliğe dayanıyor.

Liberalizmde politika, ortak bir kültürün anlaşmazlıkların çözümüne ulaşmada önemli bir rol oynadığı bir süreç yoluyla, uzlaşı ve orta çözümler bulma oyununa dayanıyor.

Bu şekilde çözülemediğinde, bir çoğunluk ve azınlık üreten seçimler meseleyi çözüyor. Böylece ne bir çatışma ve mücadele yaşanıyor ne de silaha özlem duyanlar oluyor.


Sportmen ruh böylelikle bir varsayım haline gelir, popülerleşir ve sonunda, herkesi doğru siyasi, ekonomik ve sosyal kararlar veren yola götürür.

Ancak Amerikan yaşamında varsayım bir şey, gerçeklik ve hakikat başka bir şeydir.

Sonuçta ABD de yoğunluğu bir çağdan diğerine değişse de Amerikan Devrimi'nden bugüne kadar farklı ideolojiler tanıdı.

Başlangıçta, Amerikan devrimciler pratikte iki siyasi grup arasında bölünmüşlerdi ve her birinin kendi ideolojisi ve temel aldığı bir belgesi vardı.

Eşitliğe ve kişisel özgürlüklere daha çok inananlar, büyük ölçüde bu ilkeleri destekleyen Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi'ne güvendiler.

Diğerlerine gelince; "köleliği" devletin ekonomik temellerinden biri olarak kabul eden anayasaya güvendiler.

Devletin kurulmasından kısa bir süre sonra Fransız Devrimi ve özgürlük, kardeşlik ve eşitlik çağrısı yapan ilkeleri konusundaki tutum üzerinden yeni bir bölünme yaşandı.

Fransız ilkelerini birinci Amerikan devriminin bir uzantısı olarak görenler gibi, isyan ve bölünme savunucusu olarak görüp onları benimseyen herkesi cezalandıran Yabancılar ve İsyan Yasası'nda ısrar edenler de vardı.

Elbette, Amerikan İç Savaşı (1861-1865) patlak verdiğinde, toplumda ne fikir birliğinin ne de uzlaşma çözümlerinin işe yaramadığı keskin bir bölünmenin ifadesi oldu.

Mesele sadece kölelikle değil, Amerikan Federasyonu'nun kendisiyle, eyaletlerin veya federal devletten ayrılma dahil muhalif fikir sahiplerinin kendileri için uygun gördükleri her türlü kararı alma haklarıyla ilgiliydi.

ABD'de iç savaştan önce ve sonra yaşananlar, elbette demokratik toplumlarda değişim isteyen "ilerici" güçler ile statükoyu korumak isteyen "muhafazakar" kuvvetler arasındaki geleneksel bir bölünme olarak tanımlanabilir.

Aslında muhafazakar güçler, Afrika kökenli Amerikalılara kölelikten kurtuluş, genel seçimlerde aday olma ve oy kullanma hakkı veren üç anayasa değişikliğine yol açan iç savaşın sonuçlarının manipüle edilmesinde büyük rol oynadılar.

Muhafazakarlar, "eşitiz ama ayrıyız" ilkesine dayanan Jim Crow Yasaları yoluyla köleliği yeni kisveler altında pekiştirmekte başarılı oldu.

Birbiri ile buluşmayan bu iki ideoloji arasında ayırıcı bir çizgi oluşturan yalnızca kölelik meselesi değildi. Kadınların, Katolikler, Yahudiler ve yerli halk gibi diğer azınlıkların hakları meselesi de vardı.
 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Büyük Buhran ve ardından İkinci Dünya Savaşı, ABD ideolojik ilişkileri için yeni bir temel oluşturdu.

Roosevelt'in liderliğinde, devlet müdahalesi ve azınlıkların hakları, kapsam olarak olmasa da formalite olarak mümkün hale geldi.

Muhafazakarlar ve ilericiler arasındaki bölünme bir şekilde, iki büyük partinin varlığına dayanır oldu.

Birinci parti, İç Savaş döneminde Abraham Lincoln önderliğinde ilerici olan, ardından 20'inci yüzyılda muhafazakar hale gelen Cumhuriyetçi Parti.

İkincisi de savaşın ardından ilericilik örtüsüne bürünen Demokrat Parti.

Gerçekte ise saf ideolojiler yoktu. Aksine hem iç hem de dış politikada ortak bir temele olanak tanıyan bir şey vardı.

Bu nedenle Roosevelt'ten baba George Bush'a kadar Cumhuriyetçiler ve Demokratlar arasındaki iktidar değişiminde bir ikilem bulunmuyordu.


Bir bakıma Bill Clinton'ın ABD başkanlığı dönemi, belki de Vietnam Savaşı ve Nixon'ın başkanlığı haricinde hep yüksek olan Amerikan mutabakatı çağı için bir dönüm noktası oluşturdu.

Onun döneminde iki parti, dünya üzerindeki Amerikan egemenliği konusunda uzlaştı. Ama bundan sonra sadece iki parti arasında değil, iki ideoloji arasındaki Amerikan bölünmesi süreci başladı.

Birincisi ABD'nin dünyaya müdahalelerinin sert güce, ikincisi yumuşak güce dayanmasını istiyor. Biri devletin bireylerin yaşamlarına ve özellikle sağlık hizmetlerine müdahale etmesini istiyor, diğeri piyasa güçlerinin çalışmasını talep ediyor.

Dünya Ticaret Merkezi ve Pentagon'a yapılan terör saldırıları bu bölünmeyi derinleştirdi. Oğul George Bush Afganistan'a ve sonrasında Irak'a saldırmaya karar verdiğinde, 21'inci yüzyılı bir Amerikan yüzyılı olarak gören neo-muhafazakarların kapsamlı ideolojisini ifade ediyordu.

Neo-muhafazakarlara göre ABD, siyasi rejimleri zorla değiştirmeli ve ulusları Amerikan demokrasisi tarzında yeniden inşa etmeliydi.

İlginçtir ki George Bush savaş kararını alır almaz Demokrat Parti'den birçok kişi onun etrafında toplandı.

Parti, ABD'ye çok pahalıya mal olacak bir savaşa direnecek kadar ideolojisine sadık değildi. Savaşı ancak kaybedileceği aşikar olduğu zaman eleştirmeye başladı.

Bu suç ortaklığı belki de Obama yönetimindeki Demokratların, Doğu Avrupa'da meydana gelen değişimler ve ardından Arap Baharı kaosunun desteklenmesiyle belirginleşen dünyayı yumuşak yollarla değiştirme arzularından kaynaklanıyordu.

Aslında muhafazakarlar ve ilericiler birbirlerinden çok da uzak değillerdi. Ama bu yeni değişim iki taraf arasındaki mesafeyi genişletti.


Trump'ın yalnızca Demokratlara karşı değil, aynı zamanda muhafazakarlara (Ronald Reagan, baba George Bush) veya neo-muhafazakarlara (oğul George Bush), hatta ilerici ve muhafazakar kanatlarıyla Amerikan düzenine karşı yeni bir değişimi yansıttığı kesin.

Trump, ABD'nin dünyaya karışmasını istemeyen, bir bütün olarak Amerikan düzeninin vatandaşların kişisel işlerine müdahale etmesini ya da kitlesel göç yoluyla ABD'nin demografik yapısının değiştirilmesine karşı olan beyaz muhafazakarları temsil ediyordu.

Biden ise muhtemelen Amerikan düşüncesini muhafazakarların ve ilericilerin aynı Amerikan cephesinde yer aldıkları o ilk güzel günlerine döndürmeye çalışıyor.

Nixon'a karşı ortak bir cephe oluşturup kendisini deviren ve hep birlikte Donald Reagan'ı Beyaz Saray'a taşıyan düşünce okulunun mensubu…

İkinci Dünya Savaşı'nı müteakip Amerikan tarihine hakim olan pragmatik gerçekçilik okuluna.


Çağdaş Amerikan tarihindeki bu dördüncü ideolojinin karşı karşıya olduğu en büyük ikilem, sadece Cumhuriyetçi Parti'de değil, aynı zamanda Trump ve Trumpizm'de de cisim bulan sağcı baskıya maruz kalmak.

Trump şimdiden 2024'te yapılacak seçimler için hazırlanırken Biden'ın politikalarını ve içinde gördüğü sosyalist eğilimleri yakından gözlemliyor.

Söz konusu ideoloji aynı zamanda Bernie Sanders, Elizabeth Warren ve gruplarının oluşturduğu ilerici tabanla birlikte soldan gelen baskıya açık.

Ayrıca Amerikan demografik yapısını bir kerede ve sonsuza kadar değiştirmek için göç kapılarını sonuna kadar açmak isteyen Afrika ve Latin kökenli Amerikalılardan oluşan tabanın baskısına da maruz kalıyor.

Böylelikle neo-gerçekçilik ve pragmatizmin karşı karşıya olduğu bu büyük testle birlikte Biden, örs ve çekiç arasında sıkışmış bulunuyor.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

Şarku'l Avsat

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU