Şüphesiz Harlem Rönesansı'nın umursamadığı bir gerçek de kadınların varlığıdır. Kadınlar en başından beri Harlem kültür hareketinin merkezinde olmalarına rağmen, unutulmaya yüz tutmuşlardı.
Bu da dönemin siyah erkek egemen kültüründen kaynaklanıyor. Zira, sınıf atlamak ve ekonomik bağımsızlık daha çok erkeklere yakıştırıldı.
Dönemin kadın şair ve yazarları arasında Marita Bonner, Nella Larson, Anne Spencer, Anna Julia Cooper, Georgia Douglas Johnson, Helen Johnson, Elise Johnson McDougald, Bessie Smith, Gwendolyn Bennett, Alberta Hunter, Ida Cox, Ma Rainey, Jessie Fauset ve Zora Neale Hurston sayılabilir.
Alain Locke, "yeni siyah"ı "genç ve güzel" olarak tarif eder, sırf bu yüzden pekçok kadın yazar yaşlarını saklamak zorunda kalmıştır.
Hatta W. E. B. Du Bois daha ileri giderek The Crisis dergisinde güzel yüzlü siyah bebekler için yarışma bile başlatır. 1960'da ortaya çıkan Siyah Güzeldir kültürel hareketini tetikleyen de aynı saik olsa gerek.
Dönemin en önemli romancısı Nella Larsen yazdığı bir öyküden dolayı editörü tarafından hırsızlıkla bile suçlanır, sırf bir okur mektubunda dayanarak başka bir öyküyle benzerlikten dolayı sorgulanır.
Sonradan editörü hatasını anlasa da çok naif ve kırılgan bir yapısı olan Larsen üçüncü romanını yazmak için kollarını sıvamışken edebiyat dünyasından kendi mütevazı hayatına çekilir.
Larsen'in Passing [Geçiş] romanı, dönemin ırkçılığının kadın bedeni üzerinden ideolojik ve sınıfsal bir kimlik olarak nasıl üretildiğini gösterir.
Şair Philis Wheatley'i yargılayan egemen kültür bu defa siyah erkin içinden konuşur.
Harlem Rönesansı Alain Locke'un tanımlamaları doğrultusunda biçimlendi, ancak feminist yazarlar Harlem'in kadın yazarlarının dışarda tutulduğunu iddia eder.
Harlem Rönesansı ve siyah kadın edebiyatı konularında uzman olan Cheryl A. Wall, dönemin kavramsallaştırılmasında kadınların dışarda bırakılmasının sorunlu olduğunu söyler.
Wall oyun yazarı Marita Bonner'ın yaşam hikâyesini anlatırken erkek egemenliğinin etkilerine de işaret eder. Bonner, 1920'ler ve 1930'larda edebiyat dergilerine katkıda bulunmuştu.
Harlem Rönesansı'nın üretken yazarlarından biri olan Bonner'ın yazıları ancak 1970'lerden sonra bir araya getirilip yayımlanır.
Kadın yazarların çoğu romanı Büyük Buhran'dan sonra ortaya çıktığı için Wall'un dediği gibi, kadın sesi "dönemselleştirmeyle baskılandı" bir nevi.
Çalışmaları antolojilerde yer alsa da erkek yazarlar kadar itibar görmediler, takdir edilmediler.
Wall, Harlem Rönesansı'nın erkek yazarlar tarafından "anıldığını" ancak kadınlar tarafından da "hatırlandığını" söyler.
Çünkü kadınlar "anmayı" hak edecek bir görünürlüğe sahip değiller.
Dönemin kadın şairlerinden Marion Grace Conover'in dizelerinde bu durum ironik bir biçimde şöyle ifade edilir:
Biraz cennet
Biraz cehennem
Karışmış birbirine
Fazlasıyla
Kırk dört yaşında canına kıyan Mae V. Cowdery'in şiirlerindeki karamsarlık ve belirsizlik "Hedef" adli şiirinde gün yüzüne çıkar:
Sözcüklerim damlayacak
Çözülen lav gibi
Yükselen volkandan
Uyuyan kasabaya
Zirvesinin dibinde
Düşüncelerim olacak
Kızgın küller
Önüne çıkan her şeyi yakarak
Durmayacağım
Münekkitler dudak büker diye
Ne de alçalmaya tenezzül edeceğim
Erkeğin kaprisine
Erkek bakışın çok net biçimde tahakküm kurduğunu gösteren dizeler, kadının aslında hem siyah hem de beyaz kamusal alanlarında görülmemesinin arzulandığını gösterir.
Kadın şairlerden Ruth G. Dixon ise bu yeni siyahın müjdesini "Öz" adlı şiirinde şöyle yansıtır:
Yeni bir kahraman doğuyor şimdi,
Bilinmeyen bir ruh,
Hayallerinin ufkuna sahip olmak için.
Alaca örtüden dışarı çıkacak
Oyun yazarı ve şair Georgia Douglas Johnson ise 1918 yılında yayımladığı "Bir Kadının Kalbi" adlı şiirinde kadın olmanın psikolojisini, yaşadığı ikilemi çarpıcı biçimde yansıtır:
Bir kadının kalbi şafakla birlikte atmaya başlar,
Yalnız bir kuş misali, hafifçe kanat çırpan, bu yüzden huzursuzca
Çok uzakta hayat'ın kuleleri ve vadilerinde aylak aylak dolaşır mı
Vatanı çağıran kalbin yankılarından hemen sonra
Geceyle çekilir bir kadının kalbi
Ve bilmediği birilerinin kafesine sığınır huzursuzca
Ve unutmaya çalışır yıldızları düşlediğini
Şiirden de anlaşıldığı üzere siyah kadının tutunacağı bir mekânı yoktur. "Çıkış Yok" adlı şiirinde kadının açmazını çok net biçimde özetler:
Hayatı cüceleştirilmiş, ve karamsarlığa gebe,
Gecenin gölgesiydi daha ilk günleri,
Her rüyası ölü doğmuştu,
Ruhu, asla çiçek açmamış -bir gonca.
Dutun Karası ya da Emma Lou neyi temsil eder?
Wallace Thurman'ın 1929 yılında yazdığı Dutun Karası [The Blacker The Berry] romanı, dönemin en trajik kadın karakterini yansıtır.
Harlem'de siyah olmak değil, bu defa daha "koyu tenli siyah" olmanın toplumdaki karşılığı ve siyah kadının kendi içinde verdiği onulmaz mücadele, kendisi de koyu siyah olan editör Thurman'ın kaleminde can bulacaktır.
Dutun Karası, Countee Cullen'ın bir dizesiyle başlar: "Ten rengim kefenliyor içimi".
Romanın başlığı ise yerel bir siyahi deyişinden geliyor: "Dut karardıkça suyu daha tatlı olur."
Roman daha başlığından itibaren kadının konumunun, Nella Larsen'de gördüğümüzden çok daha riskli bir durumda resmedileceğini haber veriyor.
Harlem'de siyah kadın bedeni neyi ifade eder?
Dutun Karası tam bu sorunun yanıtının çok derin olduğunu, adeta bedeni saran ikinci bir yüz, ya da kefen olan ten renginin kendisinde yattığını hatırlatır.
"Makbul siyah" olmak için Mulatto soyundan gelmek, yani açık tenli olmak ve orta sınıftan gelmek gerekmektedir.
Dutun Karası, Emma Lou'nun aşırı siyah teninden dolayı maruz kaldığı davranışları, ayrımcı yaklaşımları ve ön yargıları göstererek siyah olmanın kadın için aşılmaz bir engel olduğunu göz önüne serer.
Ihado eyaletinin Boise kentinde doğan Emma Lou Morgan ailedeki tek simsiyah denebilecek ten rengine sahipti. Daha romanın ilk sayfasında kızın ten renginin bir "lanet" olduğu imâ edilir, ki hayatı boyunca Emma Lou bu laneti tanıyıp onunla yaşamayı öğrenecektir.
Neden Emma Lou aşırı siyahtı, annesi, dayıları açık renkliydi, bir tek babası kendisi gibi siyahtı. Ailesi Emma Lou'nun teninin daha açık olması için çeşitli yöntemler kullanır, merhemler sürer.
Annesi, "oğlan çocuğu bunun üstesinden gelebilir ancak kız çocuğu acıdan ve hayal kırıklığından başka bir şey yaşamaz" diyecektir.
Emma Lou da bir erkek olmayı çok isterdi, okuldaki tek siyah öğrenciydi ve bu ona artı yük bindiriyordu.
Ten renginin nasıl bir açmaza yol açtığını gösteren roman, Du Bois'un "çift-bilinçlilik" psikolojisinin nasıl bir kadında trajik bir duruma dönüşeceğini, çıkışı olmayan "lanetli" bir yol çizdiğini açıkça gösterir.
Emma Lou iki kez geçmek zorundadır bu toplumsal statüyü. Birincisi, önce ailesinde kabul görecek, sonra toplumda kabul görecekti. Aslında sorunun ne kadar karmaşık olduğunu da gösterir Thurman.
Du Bois'un peçe olarak adlandırdığı engel, romanda lanetlenmiş ten olarak karşımıza çıkar. Üstünlük derecesinin farklı tezahürlerini görüyoruz.
Toplumdaki herkes Emma Lou'dan daha üstün, bundan kaçış yoktu. "Fark edilir olmak" dışlanmanın ve öteki olmanın en önemli göstergesidir romanda.
Emma Lou hem siyah hem de toplumdaki ayrışmanın trajik bir kurbanıdır.
Siyah cemiyetin kaynaşma için ürettiği bu yeni formül kendi aile fertlerini kurban ediyordu. Emma Lou'nun babaannesi bunun öncülüğünü yapar.
Emma Lou'nun babaannesine göre, siyah birinin topluma ayak uydurması için daha beyaz olmak için uğraşmalıydı. Siyahlık belirtileri kayboluncaya kadar bu sürmeliydi. Ancak Emma Lou'dan ailesi ümit kesmişti.
Emma Lou için tek bir çözüm düşünür dayısı Uncle Joe: Onu siyah öğrencilerin de olduğu Southern California Üniversitesi'ne göndermeye karar verir. Büyük şehirde bu derece ırkçılığın olmayacağını düşünür dayısı.
Üniversiteye vardığı ilk gün Öğrenci İşleri'nde Emma Lou'nun gözleri siyah çocuklar arar, onlara yakınlık duyar, ancak tanışmak istediklerinden umduğunu bulamaz, yalnız kalır, sırada beklerken gelen diğer kıza takıldı gözleri, yerel şivesiyle bağırarak konuşan kızı görünce, onunla tanışmanın doğru olamayacağını düşünür, alt-sınıflardan birisidir diye uzak durur.
Ama kız onunla tanışır, istemese de arkadaş olurlar. Konuşmasından dolayı Hazel Mason'un barbar olduğu bile düşünür Emma Lou. Çünkü ona öğretilen ideal tipin dışındaydı.
Emma yaz tatilinde Boise'a gelir, bir piknik esnasında kendisi gibi siyah olan Weldon Taylor ile tanışır, çıkmaya başlarlar, ancak bir süre sonra Taylor ondan iş bahanesiyle ayrılır.
Emma Lou bunu ten renginden dolayı olduğunu düşünür ve kendisini suçlar.
Emma okuldan sonra Harlem'e yerleşir, John'la tanışır orada, John'u da kendisi gibi "fazla siyah" bulduğu için ona çok yakın durmaz.
John ona iş bulması için yardım eder, onu bir emlak şirketine yollar. Karşısında Emma Lou'yu görünce şirketin müdürü şaşırır ve ona açıkça "açık tenli birini" aradıklarını söyler ve reddeder onu. Ancak Emma Lou New York'ta kalmaya kararlıdır.
Bir kabarede oyuncu olan Arline Strange'in yardımcısı olur, orada tanıştığı Alva bir keresinde onu dansa kaldırır. Alva ile arkadaşlıkları da başlar. Ancak Alva açık tenli bir siyahtır ve Emma ile ilişkisi cinsellik ve para üzerinedir.
Emma Lou, bir yandan kendi kara oluşuyla yüzleşmemek için kendisi gibi olanlardan kaçarken, hiçbir zaman saygın bir kadın olarak toplumda, erkeklerin yanında yer almaz. Kendi hayatını bunu anlamaya adasa da gittiği her yerde ten rengi bir kefen gibi onu sarar.
Alva onunla ortamlarda görünmemeye özen gösterir, ancak onu çocuğuna bakıcı yapmıştı. Üstelik Emma Lou'nun parasını da yiyordu.
Ancak Emma Lou hep iyi niyeti ve açık tenine hayranlığı sayesinde bu durumu fark etse de içinde yaşar. İstenmeyen birisiydi işte, toplum onu sadece cinselliğin bir objesi olarak görmek istiyordu. Kendi kanından olanlar bile onunla çıkar üzerine ilişki yaşıyorlardı.
Emma Lou hiçbir zaman bu "ikili bilincin" içinden kurtulamadı, siyahlık-beyazlık sınıfsal bir kategori olarak vardı, ama, bu sınıfa dahil olamayacak Emma gibi siyah ve kadınlar vardı.
Siyah kadın için bu toplumsal ve ırkçı ayrımların ne anlama geldiğini Emma Lou temsil eder.
Emma sonunda bir okulda ders vermeye başlar, ancak okuldaki hocalar ve öğrenciler tarafından alaya alınır, eşek şakaları yapılır, "dutun karası, dutun karası" diye çağrılır.
Emma Lou, erkeklerin taciz ettiği, toplumun dışladığı bir kadın olarak onulmaz bir yük taşıyordu, bunu fark etmesi, bize de şunu gösteriyor, Harlem hiçbir zaman cennet değildi.
Hele Emma Lou için, hayal kırıklığı, melankoli ve ıstırabın somut bir göstergesiydi.
Alva ile ilişkisini anlatan şu satırlar sanırım kadının konumu vermesi açısından önemlidir:
Onun (Alva) için ticari bir meta olmaktan başka hiçbir şey olmadığını da fark etmişti. Koyu tenli kadınlara ilgisi yoktu. Onu asla arkadaşları arasına davet etmedi, çevresindekilere onun kız arkadaşı olduğuna dair bir işaret bile vermemişti.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish