Özellikle Zambiya, Zimbabve, Namibya ve Güney Afrika'da bir kimlik kategorisi olarak mevcut olan Melezlerin "Coloureds" kim oldukları ve melezliğin nasıl bir ayrıştırma yarattığı son zamanlarda daha ciddi biçimde tartışılıyor.
Melezlik sınıfsal bir kategoriden ziyade ırkçı bir ayrıştırma olarak görülebilir. Bugün melezliğin aidiyet sorunu tartışan akademisyenler meselenin bir toplum mühendisliği tarafından biçimlendiğini ortaya çıkarıyor.
Melezlerin kendilerini sürekli Avrupalı atalarıyla anmaları, bir sömürge dili olan Afrikaansca konuşmaları, Apartheid baskıcı rejimi tarafından oluşturulmuş kategorideki "siyahlara karşı görece üstün olma" sıfatlarından kaynaklanır.
Melezlik kimliğinin oluşum süreci Güney Afrika'da sömürgeciliğin tarihiyle özdeştir. Hatta melezlerin oluşumuyla ilgili anlatılagelen şakalardan birisi de melezlerin Hollandalı Jan Van Riebeeck'in Cape Colony'e -yani Güney Afrika'ya- ayak basmasından dokuz ay sonra doğduğudur, ki melezlerin yeni yılı 6 Ocak olarak kutlanmaktadır.
Melez sınıflandırması sömürgeciliğin ürettiği tarihsel ve ırkçı bir tanımlamanın ötesinde değerlendirilmesi ve tartışılması gerekir.
Güney Afrikalı tarihçi Mohamed Adhikari, 1970'lere kadar melezler hakkındaki geleneksel görüşün melezlerin Avrupalılarla Asya ve Afrika kökenli işçi sınıfının birlikteliğinden doğan farklı bir ırk grubu yönünde olduğunu söyler.
Melezlerin Güney Afrika tarihinde çok fazla yer almamasında pekçok etken vardır. Adhikari, "melez" kategorisinin özcü bir sınıflandırma, ayrıştırma olarak inşa edildiğini iddia eder.
Bu özcü kategori bir şekilde sömürgeciliği, dolayısıyla Apartheid rejiminin melez ayrımına meşruiyet sağlamaktadır.
Melezlerin özellikle 2000'lerden sonra kendi tarihsel ve kültürel kimliklerini, toplum belleğini sorgulamaya başladığı görülebilir.
Ancak en temel sıkıntı bir iktidar kurma rejimi olan sömürgeciliğin ayrıştırdığı toplumsal farklılıkları nasıl gördüğümüzdür.
Şüphesiz bu konuda yazılmış en önemli çalışma Mohamed Adhikari'ye aittir. Adhikari Not White Enough, Not Black Enough çalışmasında, ırksal kimlik sorunun siyasi ve kültürel bağlamını çizdiği melezliğin toplumsal bir kimlik olduğunu söyler.
Biraz geçmişe gidersek; sömürgeci yazarlardan Olive Schreiner, 1883 yılında yayımladığı The Story Of an African Farm [Bir Afrika Çiftliğinin Hikâyesi] adlı romanında "melezler" için şunları söyler:
Melezler, şimdi toplumun aşağı yukarı önemli bölümünü oluşturuyor. Bununla birlikte, sosyal açıdan statüleri eskisi gibi kalır.
Özcü ve indirgemeci yaklaşımın tarihsel olarak nasıl oluşturulduğuna örnek olarak yukarıdaki alıntı okunabilir.
Hatta Schreiner'e göre;
O (melez) ne beyaz ne de siyaha aitti. ... Yaratılmışlar içinde yalnız başına kendi bireyselliğiyle savaş halindedir.
Güney Afrikalı sosyolog Zimitri Erasmus melezlik deneyimini aradalıktan ziyade aidiyet problemi olarak ortaya koyar:
Melez olarak büyümek, benim için, sadece beyaz olmadığımı değil, beyazdan daha az iyi; sadece siyah (Afrikalıları andığımızda) olmadığımı değil ancak ondan daha iyi olduğumu bilmektir.
Erasmus melezliğin tarihsel olarak inşa edilen kültürel bir kimlik olduğunu söyler. Söz konusu kültürel kimliğin Güney Afrika'nın sömürgecilik tarihi, kölelik, ayrıştırma politikaları ve Apartheid rejiminin bir ürünü olduğuna işaret eder.
Burada Fredrick Barth'ın 1969 yılında kaleme aldığı etnisite ve sınırları üzerine yazdığı çığır açıcı tespitine değinmeden geçemeyeceğim.
Barth'a göre etnisite bölgesel sınırlarla inşa edilir. Güney Afrika sömürgeciliğinin toplumları ayırma politikası da bu tarz bir kimliği üretmiştir.
Şüphesiz kimlikler kan bağıyla değil kültürel ve toplumsal yapıların zorladığı oluşumlardır. Melezliğin içinde barındığı gerginlik durumu Apartheid sonrası araştırmacıları, edebiyatçıları bir aidiyet inşasına itmiştir.
Güney Afrikalı tanınmış gazeteci Sylvia Vollenhoven bunlardan sadece birisi. Güney Afrikalı yerlilerin soyundan geldiğini, Khoi ve San'ın çocuğu olduğunu söyleyen Vollenhoven 2016 yılında yayımladığı otobiyografik anlatısı The Keeper of the Kumm [Hikâyenin Bekçisi] kimlik arayışının çetrefilli yolculuğunu anlatır.
Vollenhoven'ın eseri, "melez" olarak anılmanın Apartheid döneminde ve sonrasında nasıl psişik ve çözümlenemez bir yara olduğuna parmak basar.
Melezliği sorgulayan yazar, içine düştüğü ve anlam veremediği gerginliği sonlandırmak için atalarıyla yeniden bir araya gelmeyi arzular. Bir bağlanma gereksinimi de diyebiliriz buna.
Bütün hikâye tarihsel olarak koparıldığı yurda, atalarına yeniden bağlanmanın gerekliğinden ve aciliyetinden doğar.
Sylvia her defasında belirsiz bir sıfat olan "melez" diye çağrılmaktan yorulmuştur. Çünkü, melezlik aslında olmayan bir kimliktir.
Hayatı boyunca bu melezlikle mücadele eden Sylvia Vollenhoven, melezlerin hikâyenin hep dışında tutulmasından şöyle yakınır:
Melez diye anılan insanlar yeni yeni inşa edilen Güney Afrika ulus anlatılarının dışında tutuluyor. Bu kesinlikle açıktan ifade edilmez ancak hayatım boyunca pekçok biçimde kendime açıklamak zorunda kaldığım bir gerçek bu.
"Putperest, pagan, pis" anlamlarına gelen "kafir" hakaretiyle itham edilmek onun zoruna gider. "Koyu tenli melez çocuklar için kafir diye çağrılmak hakaretlerin en zirvesiydi" der.
Keeper of the Kumm bir benlik keşfi, şifa arama yolculuğunun adıdır; siyasi olduğu kadar maneviyat kitabıdır aynı zamanda.
Yıllarca çeşitli hastalıklarla boğuşan Vollenhoven en sonunda siyahların genelde danıştığı bir tür şifacı, maneviyat ehli olarak bilinen sangomalara/kahinlere gitmeye karar verir.
Sangoma ya da diniver (kâhin, kutsayıcı) kısaca geleneksel şifacı demektir. Diviner kimi zaman bitkisel ilaçlarla halkı tedavi eden ve ruhani güçlere sahip olduğu iddia edilen, Afrika toplumlarında geleneksel otorite sahibi olan bir çeşit din adamı. Bu din adamları olayların, sıkıntıların çözümünde ataların ruhlarıyla bağ kurarak halka çözüm sunan, gerekirse ataları adına söz sahibi olan manevi kanaat önderleridirler.
Sylvia, Botsvana doğumlu geleneksel bir doktor ve manevi hoca olarak tanınan diviner Niall Campbell'e danışır. Atalarla iletişime geçme, "ataları çağırma" ritüeli Sylvia'ya dünyanın kapılarını açar.
"Ataların çağrısına kulak kabartmak sözsel bir tecrübe değildir" der Sylvia.
Bu pratiklerle birlikte Sylvia kendi hikayesini keşfeder.
"Hikâye kişi için ilaçtır" der Niall.
Bu süreçte ortaya çıkan hikâye, yalnızca Sylvia'nın değil, aynı zamanda mülksüzleştirme, yok etme, aşağılama ve vahşet geçmişini paylaşan herkesin kayıp tarihini bir araya getirdi.
Süreç içinde ona yerli adam Kabbo'nun hayali görünür; onun peşinden giden Vollenhoven, Kabbo'nun 1800'lü yıllarda kayıt altına alınan 1200 sayfalık defterlere ulaşır.
San halkının hikayesini anlatan bu defterler Cape Town Üniversitesi arşivinde korunmuş olup UNESCO Dünya Belleği'ne 1997 yılında girmiştir.
Yok edilen, tarihten silinen bir belleğin peşinden giderek ait olduğu yurdu, kimliği bulan Vollenhoven bulduğu hazine karşısında şunları söyler:
Bu dilleri tarihten silinen Kabbo and the /Xam-ka !ei halkının bir mirasıdır.
Sylvia'nın şu sözleri kimlikleri ve dilleri tarihsizleştiren, yok edilen halkın hikâyesini anlatır:
Atalarımızın yurdundan ve adlarımızdan arındırıldık. Mirasımızdan ve gerçek kimliğimizden büyük ölçüde habersiziz. Ama tüm kalbimizle ararsak, ritüellerimiz ve hikayelerimiz bizi canlandırabilir.
Vollenhoven arayışını şu sözlerle özetler:
Eğer Afrika tüm insanlığın doğduğu bir yerse, biz de San'ın evlatlarıyız.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish