Gazi Mustafa Kemal’e atfedilen “Bir Türk cihana bedel” lafını küçüklüğümde çok yanlış anlamıştım ama o zaman bile abartılı geliyordu.
O yaşlarda, biraz da sevgili Cüneyt Arkın filmlerine olan hayranlığım münasebetiyle, düşünür dururdum, “Acaba bizim büyüklerimiz bütün dünyayı dövebilir mi?” diye…
Sonra, hani biraz da iyimser davranarak, “Tek bir vatandaşımızın canı için dünyalardan vazgeçeriz” gibi insana değer veren bir yaklaşım mı var bu lafta diye düşünmeye başladım.
Herkesin öyle naif dönemleri oluyor…
Neticede, ‘büyüdükten sonra’ bir Türk’ün canının çok da para etmediğini, ayrıca ‘büyüklerimiz’in dünyada öyle önüne geleni dövebilecek durumda olmadıklarını anladım.
Bunu ilk kez rahmetli dedemle beraber 1984 Olimpiyat Oyunları’nda güreş müsabakalarını izlerken idrak ettim…
Dedem olimpiyatlarda sadece güreş müsabakalarını izlerdi, çünkü sadece güreşte madalya alma şansımız oluyordu.
Pehlivanımız Reşit Karabacak’tan altın madalya bekliyorduk.
Rakibi ABD’li Mark Schultz’tu. Mindere çıktılar. Mark Schultz belli ki düzenli idman yapmış, çok iyi beslenmiş, kas yığını bir adamdı.
Saçları dökülmeye yüz tutmuş ve göbeği güreş mayosundan sarkmakta olan Reşit Karabacak’ın o kas yığınını yeneceği bir türlü aklıma yatmamıştı.
Ama dedem kendinden çok emin, “Bak şimdi ne oyunlar yapacak gavura” diyordu.
Dedem mert adamdı, emekçi adamdı ama onun için dünyada bir ‘biz’, bir de ‘gavurlar’ vardı.
Midilli’de doğan ve küçücükken doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalan biri için belli ölçülerde anlaşılabilir belki…
Neyse… Müsabaka başladı, Mark Schultz, Karabacak’a alttan daldı, üstten çıktı, bir baktık Reşit Abimiz’in kolu kırılmış!..
Schultz turu geçti, benim ağzım açık kaldı, dedem, “Gavur oyun etti, madalyayı vermemek için kolunu kırdılar bizim pehlivanın!” diye sinirden deliye döndü…
Şimdi artık olimpiyatlarda, dünya şampiyonalarında madalya kazanabilmek ve iç siyasette halka kendini ‘başarılı’ hissettirebilmek için sporcu ithal etmeye başladık.
Ne yazık ki, hem bizim sporcularda, hem de hızla bizim sporculara benzeyen o ithal sporcularda sıklıkla dopinge rastlanıyor ve iç siyasette ‘başarı’ gibi gösterilen her şey dünya spor camiasında birer skandala dönüşüyor…
Şimdilerde, “Bir Türk cihana bedel” lafının artık benim için ‘inanabileceklere gaz verme’ işlevi dışında bir anlamı yok.
Onun yerine, “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” lafını seviyorum. Yaşasaydı, Gazi Mustafa Kemal’in de benim gibi düşüneceğinden eminim.
Şimdi diyeceksiniz ki, bütün bunları niye anlattın? İzah edeyim…
Bir ABD vatandaşının canı Türkiye’de yaşayan ortalama vatandaşın canından 34 kat kadar kıymetli.
Bırakın bir Türk’ün cihana bedel olmasını, 34 Türk bir araya gelse ancak bir Amerikalı ediyor.
Evet, öyle…
Halihazırda yaşadığımız koronavirüs salgını dünyanın her tarafında hükümetleri harekete geçirdi.
Salgın hastalığın tıbbi ve sosyal etkilerini atlatabilmek için devasa bütçeler açıklanmaya başladı.
Bizim iktidarımız da, çam sakızı çoban armağanı, 100 milyar liralık bir paket hazırladığını kamuoyunun dikkatine sundu. Bu rakam 15 milyar dolara denk geliyor.
Paket içeriğinin detayına hiç girmeden, tüm bu mali takviyenin iş alemine, özellikle de müteahhitlere yapılacağını, yoksullara, o da 65 yaş üzerindeki yoksullara –hâlâ verilmeyen- bir şişe kolonya ile bir adet maske düştüğünü bir kenara yazmak isterim.
Öte yandan, ABD, koronavirüsün sağlık ve sosyal boyutlarıyla mücadele için Türkiye'nin açıkladığı harcamanın yaklaşık 135 katı kadar bir kaynağı, 2 trilyon doların üzerinde ayıracağını duyurdu.
Aslında böyle hesaplamaları Devlet Bahçeli yapar, ama bir de biz denersek, ABD nüfusu Türkiye’nin dört katı kadarsa, ABD’de koronavirüsün etkisini artırma bütçesi, kişi başına, 34 kadar Türk’e denk düşüyor…
Başka deyişle, bir Mark arka arkaya 34 Reşit abimizi arka arkaya tuş ediyor…
ABD hiç de adil ve eşitlikçi bir ülke olmamasına rağmen, insanlar sokaklarda sürünerek ölmesin diye –ve tabii kasım ayında başkanlık seçimleri geldiği için- bu paranın en azından bir kısmını tabana yayma niyetindeler.
Böylelikle en azından beslenme konusunu çözmek, ölümle sonuçlanan vaka sayısını düşürmek istiyorlar.
Bizde ise yayacak bir para yok…
Öyle görünüyor ki, yaşadığımız salgın krizi, zaten felaket noktasındaki ekonomimizi dibe vurduracak.
Bu durumda daha önce de sık sık uyarısını yaptığımız ciddi bir gıda yoksunluğu krizine sürüklenmemek için her gece yatsı namazından sonra okunan dualara güveniyoruz…
Şimdi, çok moral bozmuş gibi olmamak için, lütfen gözlerinizi kapatın ve Nijerya’ya doğru bir yolculuğa koyulalım.
Zengin petrol yataklarına sahip olan, ama petrolünü ulusüstü petrol şirketlerine kaptıran 200 milyon nüfuslu Nijerya’da hükümetin koronavirüs salgınından kaynaklanacak sıhhi ve ekonomik etkileri hafifletebilmek için 27 milyon dolar, evet, milyon dolar kaynak ayırdığını vurgulamak isterim.
Orada, “Bir Nijeryalı cihana bedeldir” diye bir laf olup olmadığını bilemiyorum. Belki, “Ne mutlu Nijeryalıyım diyene!” diye bir laf vardır.
Doğru ya, insan Nijeryalı olunca mutlu olmayacak da ne olacak?!
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish