470 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu’nun taht merkezi olan İstanbul neler gördü neler!
Surları, sarayları; hanları, meydanları, dile gelse de anlatsa!
İbrahim Tatlıses’in dediği gibi bu 470 yıl içinde ‘Kimler geldi, kimler geçti;
Nice han nice sultan sadece tahtını, tacını’ değil, kellesini de bırakıp gitti!
Saymakla bitmez!
Tahttan indirilen ve boğdurulan padişahlar, bazıları daha kundakta iken öldürülen günahsız şehzadeler, padişahın bir sözüyle başı vurulan valiler, vezirler, sadrazamlar ve imparatorluğun dört bir yanından yakalanarak boyunlarında zincirlerle getirilen asiler.
1818’de Arabistan’dan İstanbul’a getirilen Abdullah bin Suud da bu binlerce asiden biri.
Bugünkü Suudi Arabistan Kralı Salman bin Abdülaziz’in dedesinin, dedesinin babası, tam künyesi ile Abdullah bin Suud bin Abdülaziz bin Muhammed bin Suud.
Abdullah bin Suud’un isyanının İstanbul’da biten hikayesini de, Suudilerin asılları fasıllarını da, yaklaşık 1000 kilometre uzaklıktaki Riyad’tan gelerek Mekke ve Medine’ye nasıl el koyduklarını da anlatacağım.
1700’lü yılların başlarında Suudiler, Arabistan’ın doğusundaki Riyad kasabasının yakınlarında, 25-30 hanelik Dir’iyye köyünde yaşamakta olan, küçük bir aşirettiler.
Soyları, Hz. İsmail’in torunlarından olan Adnan'ın, Beni Rebia-Bekir bin Vail koluna dayanan Aneze Aşireti’nin; Mesalih Kabilesi’ne mensup Suudilerin, ilk zamanlar ciddi bir güçleri ve etkileri yoktu.
1744 yılı aile için bir dönüm noktası oldu.
Kendini 13'ncü yüzyılda yaşamış olan Harranlı İbn-i Teymiyye’nin takipçisi olarak takdim eden ve Ehl-i Sünnet'e aykırı fikirlerinden dolayı babası Abdulvehhab ve kardeşi Süleyman’la bile çatışan Muhammed bin Abdulvehhab (1703-1792); fikirlerini yaymak için 1744'te Riyad kasabası yakınlarındaki Dir’iyye köyünde oturan Muhammed bin Suud’un yanına gelir.
Tam adı, Muhammed bin Suud bin Muhammed bin Mukrin bin Merhan olan, Suudi emirin çevresini etkiler.
Emir, başlangıçta Muhammed bin Abdulvehhab'a karşı çıkmasına rağmen, eşi ve çevresinin ısrarları sonucu ikna olur ve Muhammed bin Abdulvehhab’la günümüze kadar devam edecek olan bir anlaşma imzalar.
Günümüze kadar devam eden anlaşmaya göre, Muhammed bin Suud, Muhammed bin Abdulvehhab’ın öğretilerini, dini anlayışını savunacak; Muhammed bin Abdulvehhab da Suudilerin siyasi egemenliği için çalışacaktır.
Bu birlikteliği pekiştirmek için, Muhammed bin Abdulvehhab’ın kızı, Muhammed bin Suud’un oğlu Abdulaziz’le evlendirilir.
Yeni ‘Vehhabilik’ anlayışı yayıldıkça, Suudilerin çevresi de genişlemeye başlar.
Vehhabi anlayışına sahip bedeviler vahalara yerleştirilir ve kısa bir zamanda Suudiler bölgenin en etkili gücü haline gelir.
Muhammed bin Suud 1765’te ölür, yerine, Muhammed bin Abdulvehhab’ın da damadı olan oğlu Abdulaziz geçer.
Ehli Sünnet’e, özellikle de sufilere ve Şiilere karşı olan Vehhabiler, kendileri dışındaki herkesle çatışmaya başlarlar.
1800 yılında ticaret ve tebliğ amacıyla Kerbela ve Necef’e giden Vehhabilerden 300 kişi bağnaz Şiilerce öldürülür.
İntikam için yola çıkan Vehhabiler, 20 Nisan 1801’de Kerbela törenlerinin sona ermesi üzerine yorgunluktan ve bitkinlikten gece yatmakta olan 5 bine yakın Şii’yi öldürürler.
Bir yıl sonra 1803’te ise Şii bir derviş Riyad’da, Abdulaziz bin Muhammed bin Suud’u çadırında öldürür, Abdulaziz’in yerine oğlu Suud geçer.
1806’da Mekke ve Medine’yi ele geçiren Vehhabi Suudiler, sahabe mezarları ile türbeleri tahrip ederler.
fazla oku
-
Geleneksel İslam, radikal İslam, ılımlı İslamNode ID: 74821
Peş peşe birkaç yıl içinde yaşanan bu hadiseler, bugün Ortadoğu’da Mısır, Yemen, Suriye ve Irak’ta sürmekte olan Suudi Arabistan, İran ve İhvan arasındaki vekalet savaşlarını anlayabilmek için çok önemlidir.
Müslümanlar arasındaki her türlü çatışmayı sadece Batılıların tahrikleri ve oyunları ile izah etmeye çalışanlar için ibret verici olaylardır.
Günümüzde Ortadoğu'da yaşamakta olduğumuz depremlerin yıkıcı ve öldürücü fay hatları tarihin derinliklerinden gelmektedir.
1806’da Osmanlı hakimiyetini hiçe sayarak Hicaz’ı işgal eden ve Mekke Emiri'ni kovan Suudileri, Hicaz'dan çıkarmak için Osmanlı; Mısır’daki Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım ister.
Kavalalı, oğlu Tosun Paşa’yı gönderir ve Vehhabiler 1813’te Hicaz’dan çıkarılır.
Suud bin Abdulaziz 1814’te ölünce yerine oğlu Abdullah geçer ve Abdullah tekrar Hicaz’a saldırır.
Bir kez daha Suudilerin üzerine yürüyen Tosun Paşa 1816’da ölünce, Kavalalı Mehmet Ali Paşa diğer oğlu İbrahim Paşa’yı Hicaz’a gönderir. 2 Mayıs 1817’deki savaşta Vehhabiler yenilir ve kendi bölgeleri olan Riyad’a çekilir.
6 Eylül 1818’de, Muhammed bin Abdulvehhab’ın torunu Dir’iyye Kadısı Süleyman bin Abdullah, Abdullah bin Suud, 4 oğlu ve yakınları; İbrahim Paşa tarafından Riyad Dir’iyye’de ele geçirilerek, Kahire’ye götürülür.
Suudilerin, Arabistan'dan Kahire'ye; Kahire'den, İstanbul'a götürülmeleri ile İstanbul'da başlarına gelenleri Ahmet Cevdet Paşa ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır.
Bir müddet Kahire’de tutulan asiler, gemiyle İstanbul’a gönderilir. 14 Aralık 1818’de, Haliç'te Defterdar İskelesi’ne yanaşan gemiden çıkarılan tutuklular, Eyüp Sultan'dan elleri, ayakları ve boyunları çifte zincirli bir şekilde; Divan Yolu’ndan geçirilerek, Babı-ali’ye götürülür ve sadrazamın huzuruna çıkarılırlar.
Halka teşhir edilen Suudiler, ifadeleri alınmak üzere Bostancı başına teslim edilirler.
3 gün ifadeleri alınıp, mahkeme edildikten sonra; Beyazıt’taki Eski Saray’da cirit ve Mızrak oyunları seyretmekteki Sultan 2. Mahmud’un huzuruna çıkarılırlar.
17 Aralık 1818’de, 2. Mahmud’un huzurunda Bostancıbaşı Halil Ağa tarafından başları kesilerek idam edilirler. İdam edilenler arasında Muhammed bin Abdulvehhab'ın torunu Süleyman bin Abdullah da vardır.
Abdullah bin Suud’un kesik başı, Topkapı Sarayı’nın surlarında teşhir edildikten sonra Sarayburnu’ndan denize atılır.
Suudilerin isyanı şiddetli bir şekilde bastırıldıktan sonra aşiretin başına Abdullah’ın sağ kalan oğullarından Türki geçer ve 1824’te Osmanlı kuvvetlerini sürerek, Riyad bölgesini tekrar egemenliği altına alır.
Suudi Devleti’nin ikinci kurucusu olarak kabul edilen Türki bin Abdullah bin Suud, 1834’te aile içi bir çatışmada akrabası Mişari bin Abdurrahman tarafından öldürülünce yerine, Mişari'yi öldüren; oğlu Faysal geçer. Osmanlı Hükümeti, devletle anlaşan, Turki'nin oğlu Faysal'ı kaymakam olarak atar.
Faysal 1865’te ölünce oğulları arasında kanlı bir iktidar mücadelesi başlar, aile içi çatışmalarda kardeşler ve amcaoğulları birbirlerini öldürür.
Bu kargaşa döneminde öteden beri Suudilerin rakibi ve düşmanı olan Şammar Aşireti şeyhlerinden İbnür-Reşid Ailesi Osmanlı’nın desteğiyle bölgeye egemen olur.
İki aşiret arasında bir denge politikası takip eden Osmanlı, ileride Suudi Arabistan’ın kurucusu olacak Abdulaziz’in, babası Abdurrahman bin Faysal bin Turki'yi Hail Kaymakamı yapar.
1891'de, iki aşiret tekrar çatışır ve Şammarlar, bir kez daha Suudileri Riyad'tan çıkarır.
Abdurrahman Bin Faysal, Osmanlı Hükümetince 60 lira maaşla Kuveyt’e sürgün edilir, Şammarlar Riyad’a hakim olur.
Abdurrahman ve oğlu Abdulaziz, 11 yıl ailece Kuveyt’te; Kuveyt Emiri Mubarek bin Sabah’ın yanında kalırlar.
1990'da Kuveyt'in, Saddam tarafından işgali üzerine Suudilere sığınmak zorunda kalan Kuveyt Emiri Sabah Ailesi'nin; Suudiler tarafından memnuniyetle ağırlanmalarının bir sebebi de bu eski dostluklarıdır.
Cesur bir genç olan Abdulaziz (1876-1953), Kuveyt'te sürgünde kaldığı 11 yıl boyunca Riyad'a dönme hayalleri kurar. Fırsatını bulunca yanında 20-25 kişilik küçük bir grupla Kuveyt’ten gizlice kaçarak 15 Ocak 1902’de gece sabaha karşı Riyad’ı basar.
İbnürreşid’lerin Riyad Emiri’ni öldürerek Riyad’ı ele geçirir, kasabada bulunan taraftarlarını toplar ve babasını Kuveyt’ten geri getirir.
Babı-Ali, Riyad'ı ele geçiren Abdülaziz’in, babası Abdurrahman bin Faysal’ı Riyad Kaymakamı olarak atamak zorunda kalır.
Abdurrahman, kısa bir müddet sonra yerini kendi rızasıyla oğlu 'Riyad Fatihi' Abdulaziz’e bırakır.
Genç yaşında, cesur bir baskınla, üstelik çok az sayıda kişiyle liderliği ele geçiren Abdülaziz, hızla çevresini genişletmeye başlar.
Öncelikle yüz yıllardır rakipleri olan Şammar Aşireti’ni alt etmeye çalışır, ilk hedefi kendi bölgelerinde tartışmasız bir hakimiyet sağlamaktır.
13 Nisan 1906’daki savaşta Şammarlı İbnürreşid’lerin emiri öldürülür.
Abdülaziz, 1912 yılında Vehhabi ‘İhvan’ teşkilatını kurar. 'Vehhabi İhvan Teşkilatı'nı, Mısır’daki İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) ile karıştırmamak gerekir.
Vehhabi öğretilerini yaymak için kurulan örgüt kısa zamanda çok geniş bir kitleyi etkiler.
Başlangıcından itibaren aşiret gücü ile ideolojiyi (öğretiyi, fikri) birleştiren bu ikili ittifak; Hicaz’dan, Suriye’ye; Basra Körfezi'nden, Kızıl Deniz'e kadar yayılır.
Emir Abdülaziz, 1914’te Osmanlılar tarafından kendisine paşalık verilerek Riyad Valisi yapılır. Artık babası gibi o da bir devlet görevlisidir, ancak bağımsız bir emir gibi davranır.
Aynı zamanda o güne kadar ilçe olan Riyad, vilayet yapılmıştır.
10 Haziran 1916'da İngilizlerle anlaşarak, Osmanlı'ya isyan eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e; eski düşmanlıklarından dolayı destek vermez.
Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizler tarafından yeniden şekillendirilen Ortadoğu'daki gelişmeleri izler, konumunu ve gücünü korumaya çalışır.
İngilizler, Suudilerin düşmanı olan Şerif Hüseyin ile işbirliği yaptıklarından, Abdülaziz bin Suud; sürekli olarak İstanbul ve Ankara ile irtibatlı olmak ister.
1 Kasım 1922'de Saltanatın kaldırılması, 24 Temmuz 1923'te Lozan Anlaşması'nın imzalanması ve anlaşmada Türkiye'nin Araplar üzerindeki her türlü haklarından vazgeçmesi ile büyük bir hayal kırıklığına uğrar.
Bu hayal kırıklığını Lozan Anlaşması'ndan sonra, Eski Yemen Valisi ve Cidde Mutasarrıfı dostu Mahmud Nedim Bey'e yazdığı 10 Sefer 1342 tarihli mektubunda şöyle dile getirir:
...Bilhassa Lozan Konferansı'ndaki son muzafferiyetleri badii ibtihacımdır (Büyük sevincimdir).
Haklarında (Ankara Hükümeti) bir hayli emeller bağlamıştım.
Fakat Arap memleketleri üzerindeki bütün hukukundan feragat (vazgeçme) ettiklerini işittiğim zaman çok müteessir oldum (üzüldüm).
Tabii ki bunu hiç ümit etmiyordum.
Bilakis Arap kardeşlerine mukteda (savunma, sahip çıkma) olacakları ve hukukuna temessük (koruma, sarılma, kayıt altına alma) edecekleri itikadını (inancını) besliyordum.
Türkiye'nin Araplardan vazgeçmekteki maksadını ve bu babdaki (konudaki) siyasetini, muvazzahan (açık bir şekilde) bildirmenizi rica ederim...
...Bilirsiniz ki bu kuyrukların (Şerif Hüseyin Ailesi) hamisi İngilizlerdir ve İngilizler bunları himaye için uykularını bile kaçırıyorlar.
Ben de biliyorum ki İngilizlerin büyük bir donanması vardır ve kuvveti yalnız bu donanmasından da ibaret değildir ve yine pek iyi biliyorum ki bizde ne silah ve cephane fabrikaları ne de yığılmış zahire ve erzak ile harp için lazım diğer sanayi vardır.
Fakat bilirsiniz ki bütün bunlara karşı koyacak ve icabında her kuvvet ve satvete hücum edecek azim, iman ve cesaretimiz yok değildir.
Lazım olacak kadar paramız da mevcuttur...
Şurasına bilhassa emniyet buyurunuz ey aziz dost, biz Türkiye Hükümeti'ni çok severiz ve bu sevgimiz ilanihaye devam edecektir. Eski lütufları hiç bir zaman unutmayız. Bunun için bugün bile vuku bulacak her teklifi maal sürur (memnuniyetle) kabule amadeyiz...
Abdülaziz'in 'Bugün bile, Ankara Hükümeti'nin her türlü teklifini; memnuniyetle kabule hazırız' çağrısı karşılıksız kalır.
Ortadoğu'nun tüm yer altı ve yer üstü zenginliklerini, özellikle de tüm petrol kaynaklarını acımasızca sömüren Batılılar; Türkiye'nin Selçuklulardan itibaren bin yıl birlikte yaşadığı kardeşleri ile ilişki kurmasını istemezler.
Ankara, yıllarca Ortadoğu’ya sırtını döner.
3 Mart 1924'te Halifeliğin ilgası üzerine Hicaz Kralı Şerif Hüseyin 6 Mart 1924’te, kendisini halife olarak ilan eder.
Abdülaziz bin Suud, Şerif Hüseyin'in halifeliğini kabul etmez ve Mekke üzerine yürür.
Ankara'ya yaptığı çağrılardan hiçbir olumlu cevap alamayınca İngilizlerle ilişkiye geçer.
Tüm Arapların Kralı ve İslam Halifesi olma vaadiyle İngilizlerle anlaşan ancak Osmanlı parçalandıktan sonra İngilizler tarafından aldatıldığını anlayan Şerif Hüseyin; İngilizlerle bozuşur ve Kıbrıs'a sürgün edilir. Tüm hayalleri suya düşer.
Abdülaziz bin Suud, 8 Eylül 1924'te Taif’i, 16 Ekim 1924 Mekke’yi, 22 Aralık 1925’te Cidde’yi alır,10 Ocak 1926’da Hicaz Kralı olur.
'Tarih ibretlerle doludur' diyenler çok doğru demişler ancak içi boş bir ezberden bir şey çıkmaz!
Tarihi, ibret almak, ders çıkarmak ve bugün hata yapmamak için okumak gerekir.
Başta Mısır Kralı Mehmet Ali Paşa, Hicaz Kralı Şerif Hüseyin, Hicaz Kralı Şerif Ali bin Hüseyin, önce Suriye, sonra Irak Kralı olan I. Faysal, Ürdün Kralı I .Abdullah, Suudi Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz bin Suud, Katar Emirleri Thaniler, Kuveyt Emiri Sabahlar, Yemen Kralı İmam Yahya, Irak Başbakanları Cevad el Askeri, Hikmet Süleyman, Nuri Said Paşa ve Suriye Cumhurbaşkanı Muhammed Ali Abid olmak üzere yüzlerce Arap lider; hayatlarının ilk dönemlerinde Osmanlı Meclisi'nde ya milletvekili, ya paşa, ya kaymakam veya vali idiler.
Önemli bir kısmı Galatasaray Lisesi ve Mekteb-i Mülkiye mezunuydu, Türkçe'yi birçok Türk'ten daha güzel konuşuyorlardı. İstisnasız hemen hemen hepsi İstanbul aşığıydılar.
Neden canla başla çalıştıkları devletlerine isyan ettiler, ayrıldılar?
Bugünü anlamak ve bugünün sorunlarını çözebilmek için 'dünü' iyi bilmek gerekiyor.
'Hepsi hain, hepsi alçak, hepsi bölücüydü, emperyalistlerin oyunlarına alet oldular; bizde hiç bir suç yoktu' diyerek işin içinden çıkamayız.
Tarih, sosyoloji ve ekonomi 100 yıl sonra yönümüzü tekrar Ortadoğu'ya çevirdi.
İşlerin, nasıl bu noktaya geldiğini derinlemesine öğrenip, anlamadan; siyasi, ekonomik, sosyal ve kültürel analizler yapmadan; paldır, küldür yürümeye çalışırsak varacağımız yer yine maalesef 100 önceki yer olur.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish