Baruch Spinoza ve Sabatay Sevi: Bir filozofun (sahte) Mesih karşısındaki sessizliği

Ahmet Mansur Tural Independent Türkçe için yazdı

Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot

Bazı kelimeler yitip giderler. Spinoza'nın Oldenburg'a yazdığı mektuptaki "Zevi" kelimesinin sırra kadem basmasıysa yalnızca bir kelimenin yitip gitmesine yol açmamış, Latincede yeni bir tetragrammatonun Spinoza okurları tarafından ebediyen telaffuz edilemeyecek olmasına sebebiyet vermişti.

Baruch Spinoza ve Sabatay Sevi her ne kadar ilk bakışta birbirlerinden farklı dünyalara ait görünseler de çağdaş olmanın ötesinde birçok benzerlik taşıyorlardı.

Biri, mucizeleri, dünyanın sonluluğunu, Yaratan'ın ve yaratılanın farklılığını aklın soğukkanlı berraklığı içerisinde reddederken Amsterdam'daki Yahudi Cemaati tarafından aforoz edilmiş bir filozoftu.

Diğeriyse yaşadığı sürece Yahudilerin yaşadığı her şehri, kasabayı, köyü kasıp kavuran, Mesihi coşkuyu ve umutsuzluğu benzer ölçülerde hemen hemen herkese tattırmış (Sahte) bir Mesih'ti!


Siyaset felsefesinde vatandaşlık, laiklik gibi kavramların yeni yeni filizlendiği bir 17'nci yüzyıl dünyasında belirmişti her ikisi de.

Ernest Gellnerci bir okuma yaparsak bu iki figürün de aynı yıllarda Sefarad Yahudileri içerisinde belirmesi hiç de tesadüf eseri değildi aslında.

Aksine Reconquista sonrası Avrupa Yahudilerinin yaşadığı sürgünler, vatandaşlık haklarından mahrum bırakılmaları, uğradıkları katliamlar ve zorunda bırakıldıkları din değiştirme (Marrano ve Avdetiler) hareketleri göz önünde bulundurulursa birbirine taban tabana zıt görünen bu iki ismin alemde her şey zıddıyla kaimdir ilkesi gereği Janus'un iki farklı yüzü olduğunu düşünmek, onlara bu şekilde en azından bir defalığına olsa bile bakmak pek de yanlış olmayacaktır. 
 

Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot
Görsel: Independent Türkçe/Microsoft/Bing-Copilot

 

Hemen hemen hepimizin kulak aşinalığının olduğu üzere, Sabatay Sevi ve Spinoza'nın hayat hikâyeleri, 17'nci yüzyılın önemli ticaret şehirlerinde -Amsterdam ve İzmir'de- şekillendi; hem Osmanlı hem Hollanda, İspanya ve Portekiz'den sürülen Yahudilere sığınma sunmuş, onlara dini özgürlük fırsatı vermişti.

Osmanlı İmparatorluğu'nun millet sistemi sayesinde Yahudiler, İstanbul ve İzmir başta olmak üzere birçok şehirde inançlarını açıkça yaşayabiliyor, ticaretin ve entelektüel hayatın merkezinde yer alabiliyordu.

Benzer şekilde Amsterdam, Engizisyondan kaçan Sefarad Yahudilerine hemen hemen aynı sebeplerle kapılarını açmış ve Hollanda altında onların zenginleşmelerine olanak sağlamıştı.

Bu şehirler, sürgünlerin yerlilerle harmanlandığı, eski dünya ile modernitenin doğuşunun bir araya geldiği laboratuvarlar hâline gelmişti adeta.

İşte, hem birbirinden uzak hem birbirine yakın bu özgürlük ve çalkantı dolu dünyalarında Sabatay Sevi kurtarıcı olarak ortaya çıkarken Baruch Spinoza felsefe tarihinde yadsınamaz bir kilometre taşı niteliğindeki fikirlerini yaymaya başladı.  

Sabatay Sevi
Sabatay Sevi

1665 yılında Sabatay Sevi'nin Mesihlik iddiası, Osmanlı'dan Avrupa'ya kadar Yahudi topluluklarını kasıp kavurmaya başlamıştı.

1665'te İzmir'e dönüşü sonrası kısa bir inzivadan sonra taraftarlarını toplayarak İzmir Sinagogunu ikiye bölmüştü.

Hatta baskılara dayanamayan, bir zamanların Sevi hareketini benimseyen önemli isimlerinden İzmir baş hahamı Haim Benveniste Portekiz Sinagoguna sığınmış, ancak Sevi ve taraftarları aynı sinagoga girerek Yahudi hükümlerince yasak olan bir davranış olan kadınların kürsüde Tevrat okumalarını sergilemişti.

Taşlaşmış bir yasanın, geleneğin açıkça çiğnenmesiydi yaşanan belki de.

İsa Mesih'in tapınağı basma anlatısıyla karşılaştırılabilecek derecede şok ediciydi. Karl Schmidt'in Kierkegaard'dan mülhemle dediği gibi Yasayı ancak Yasa Koyucu ihlal edebilirdi.

Sevi de bu ihlalle Mesihlik iddiasını perçinlemekle kalmıyor, artık Osmanlı sınırlarının ötesinde bir harekete dönüşüyordu.

Sürgün ve zulümle şekillenmiş bir halk için Sevi'nin Mesihlik mesajı bir umut kıvılcımıydı.

Elbette dönem itibarıyla başka küçük çaplı Mesihlik hareketleri de belirmekteydi. Ancak hiçbiri tüm bir Yahudi topluluklarını Sevi kadar kökünden sallandırabilmiş değildi. Yerel boyutları aşamıyorlar, Mesihi anlatı kehanetlerini karşılayamıyorlardı. 

Oysa eşi Sara'nın da Kahire'de Sevi'yle tanışmadan önceki hayatında Amsterdam'da bir fahişe olması, bir fahişeyken bile Mesih'in eşi olduğunu iddia etmesi, İsa Mesih ile Mecdelli Meryem anlatısını akıllara getiriyor Sevi'nin anlatısında.

Bunun da ötesinde bu Amsterdam bağlantısı Sevi'nin mesajının doğrudan Spinoza'nın da yaşadığı Hollanda'daki Yahudilere de yayılmasını sağlıyordu.

Böylece Hollanda'daki Yahudi topluluklarında da git gide bu Mesihlik iddiası mektuplar ve yolcular aracılığıyla kök salıyor, birçok kişi Sevi'nin mucizelerini ve Yahudilere getireceği kurtuluşun haberlerini fısıldıyordu.

Hatta Amsterdam başta olmak üzere Avrupa'da birçok Yahudi ve Marrano aile Sevi'ye iman ederek mallarını satmış, "vadedilmiş topraklar"a dönüşe hazırlanıp diasporanın gölgesinden kurtulacakları bir geleceği beklemeye başlamıştı. 

Ancak bu Mesihi iddia yalnızca Spinoza'nın aforoz edildiği (dindar) Yahudi çevreyle sınırlı kalmamış, Hristiyan milenyaristlerin de dikkatini çekmeyi başarmıştı.

Zira, Sevi'nin yükselişi, onların da apokaliptik kehanetlerinin bir kanıtı olarak görülüyordu. Hatta bunun da ötesinde uzun bir zamandır Avrupa'da zulüm gören bir kısım Yahudi cemaatleri, Sevi'nin Edirne'de yargılandığı sırada onun dönemin sultanı IV. Mehmet'i ikna ederek büyük bir Osmanlı ordusuyla Batı'ya yürüyeceğini, böylelikle Yahudileri kurtaracağına bile inanıyorlardı.


Ancak tarih, Borges'in de bizlere sıklıkla sunduğu üzere ironi sahnesine dönüşüvermişti.

1666 yılında Sevi, Yahudi cemaatlerinin baskıları sonucu tutuklandı ve İslam'a geçme ya da ölüm arasında bir seçim yapmaya zorlandı.

Sevi'yse iddiaya göre Tevrat'ın ölüme karşı yaşamı seçin emrine uyarak, Müslüman oldu. Bu olaysa, Yahudi dünyasında şok dalgaları yaratarak toplulukları böldü.

Bazıları bu hareketi ihanet olarak görürken, diğerleri bunu daha derin mistik bir fedakârlık olarak yorumladı.

Bu sonunculara göre Sevi'nin yaptığı bir "tikkun olam"dan ibaretti. Yani âlemin sağaltılması, iyileştirilmesiydi yaşanan. Amsterdam da tıpkı İstanbul ve İzmir gibi, bu çalkantının yankılarını derinden hissetti.

Ancak Spinoza'nın yazılarında nedense bu yaşananlara dair bir suskunluk seziliyordu.

Bilhassa Spinoza'nın fanatikler tarafından düzenlenen bir suikast girişiminden kurtulmasına rağmen yakın arkadaşları Johan ve kardeşi Cornelis de Witt'in linç edilmesi karşısında Ultimi Barbarorum'u kaleme alacak kadar dönemin olaylarına hassasiyet gösteren biri olduğu göz önüne alındığında, Amsterdam'da mesiyanik umutları ve milenyarist tartışmaları tutuşturan Sevi hakkında sessiz kalması daha da dikkat çekici bir hâl alıyor(du).


Ta ki bildiğimiz üzere yakın arkadaşlarından Hollanda Kraliyet Cemiyeti Sekreteri ve dönemin entelektüel tartışmalarının en önemli aktarıcılarından Oldenburg'un ona yazdığı bir mektupta açık açık Sabatay Sevi'den bahsedip Yahudilerin "vadedilmiş topraklar"a dönüşüyle ilgili söylentiler hakkındaki görüşlerini sormasına değin.

Baruch Spinoza
Baruch Spinoza

Zira, Oldenburg gibi onu son derece iyi tanıyan bir ismin bu mektubu, Spinoza'nın Sevi ve hareketine sessiz kal(a)madığını/ kalamayacağını, aksine bu konular hakkında fikir sahibi olduğunu, hatta belki yakinen ilgilendiğini bir nevi ortaya çıkarıyordu.

Ancak kaderin cilvesi odur ya… Oldenburg'un mektubu hâlen elimizdeyken Spinoza'nın bu mektuba verdiği cevap -eğer verdiyse- kaybolup gitti.

Hatta cevap verip vermediği hakkında bile doğru düzgün bir bilgimiz yok!

Bu kayıp yahut yok-mektup haricinde Spinoza'nın elimize ulaşan eserlerinde de Sevi'nin hareketine dair hiçbir doğrudan referans yok.  

En azından Oldenburg'un bu mektubu aracılığıyla, öyle ya da böyle, Spinoza'nın kendi Janus'unun öteki yüzü olan Sevi'den haberdar olduğunu biliyoruz.

Ancak Oldenburg dışında, Baruch Spinoza'nın çevresindeki başka isimler aracılığıyla bu hareketle temas kurduğuna dair şüphelerimizi tam olarak olmasa da kısmen yanıtlayabilecek, hatta bu şüpheden doğan sorgumuzu daha da derinleştirebilecek başka ipuçları da mevcut.


Özellikle yukarıda da bahsettiğimiz üzere Sevi hareketi millenyalci çevrelerde de ciddi bir ses getirmişti.

Dönemin Amsterdam'ının millenyalci teologu Petrus Serrarius da bu isimlerin en önemlilerindendi.

Entelektüel kariyerinin başlarında Silezyalı mistik-filozof Jacob Böhme'nin takipçilerinden olan Serrarius, Nadler'in Spinoza biyografisinde sıklıkla bahsettiği üzere filozofun yakın arkadaşlarından biriydi.

Hatta kendisine Sevi'yi soran Oldenburg'la Spinoza'yı tanıştıran kişi de Nadler'e göre Serrarius'tan başkası değildi. 

Bunun da ötesinde Nadler'e göre Spinoza Amsterdam'a birkaç haftalığına döndüğünde vaktinin çoğunu Serrarius'la geçirmişti.

Ki aynı Serrarius aynı dönemlerde Böhme'nin hareketinden ayrılarak Sevi hareketini yaklaşmakta olan yeni binyılın işareti saymış, Sevi'nin görüşlerini Amsterdam'da hem Yahudi hem Hıristiyan topluluklara yaymaya uğraşıyordu.

Spinoza'nın sık sık eskatolojik tartışmalar yaptığı bu ismin bu sebeple onunla da Sevi'yi ve Sevi'nin görüşlerini paylaşmamış olması oldukça düşük bir ihtimal olarak gözüküyor.

Yine de Spinoza'nın Serrarius'un takipçisi olduğu bu fikirlerle ilgilenip ilgilenmediği veya onları tamamen reddedip reddetmediği bir soru olarak kalmaya devam ediyor.

Her ne kadar Spinoza Serrarius'la sık sık görüşmeye devam etse dahi.

Bu bağlantıda önemli bir yer oynayan bir diğer isim de Jacob Barnai'nin Christian Messianism and the Portuguese Marranos: The Emergence of Sabbateanism in Smyrna makalesinde dikkat çektiği üzere Menasseh ben İsrail'di.

Aforozundan önce Spinoza'nın etkisi altında kaldığını bildiğimiz -Serrarius'un da öncüsü- Menasseh ben İsrail, Hıristiyan milenyalcileriyle Yahudi milenyalcileri arasında bir köprü kurulmasını sağlamış bir figürdü.

Tarihsel önemi yalnızca bununla da sınırlı değildi. İngiltere'de İç Savaş sonrası Oliver Cromwell'e danışmanlık yapmış, Yahudilerin İngiltere'ye ve sonrasında Filistin topraklarına dönmesinin kapılarını açmış hem bir haham hem bir diplomattı aynı zamanda.

Bu açılardan hem Sevi'nin hem Spinoza'nın da yakinen ilgilendiği Yahudiler için vatandaşlık kavramını pratikte tartışmaya açan yegâne kişiydi aslında.

Esperance de Israel (İsrail'in Umudu)

1650'de yayımlanan Esperance de Israel (İsrail'in Umudu) kitabı Sevi'nin mesihlik iddiasının artık Amsterdam'da da ciddi derecede yankılandığı 1665 yılında çoktan yedi dile çevrilmişti.

1659'da da İzmir'de Eduardo Nicholas'a atfedilen Apologia por la noble nacion de los ludios'la beraber basılmıştı (kesinlikle unutulmamalıdır ki nasıl ki aynı dönemde Hollanda'nın ilk matbaası Yahudilere aitse, Osmanlı'nın da ilk matbaası yine o dönemde Yahudilere aitti).

Ve bu baskıya Barnai'nin söylediği üzere İzmirli iki Yahudi doktorun yazdığı üçü sone biri ağıt 4 şiir de eklenmişti.

Bu iki isim dönemin figürlerinden Daniel de Sylva ve Isaac Moron'du.

Özellikle Isaac Moron Barnai'nin aktardığı Benayahu'nun iddiasına göre Sevi hareketinde Dr. Carun olarak anılan isimden başkası değildi.

Eğer durum böyleyse Sevi'nin (daha geniş ifadesiyle Sevi hareketinin) bu kitabın basımında rol oynadığı, bu şiirler yoluyla da Menasseh ben İsrail hareketiyle iletişim hâlinde olduklarını inkâr etmek pek de mantıklı olmaz.

Hele ki bu şiirlerin Messih temasını Sevi'nin çağında Sevi'nin şehrinde dillendirmesi pek de tesadüf eseri olmasa gerek. Menasseh ben İsrail her ne kadar 1657'de vefat etmiş olsa da Serrerius haricinde Spinoza'ya yakın başka takipçileri üzerinden Sevi'nin hareketini Spinoza'ya bahsettiklerini düşünmemek elde bile değil. 

Özellikle Spinoza'nın da aforozundan önce Menasseh ben İsrail'in mesihe dayalı fikirlerinden etkilendiği göz önüne alınırsa Spinoza'nın bu sessizliği felsefi bir eğilim sonucu irrasyonalitenin reddinden ziyade mesiyanik beklentilerin siyasetine bulaşmamak ve böylece halihazırda suikast girişimlerine uğramış ve ölüm tehditleri almış Spinoza'nın üzerine daha da fazla tehlike okları çekmemek istemesi olabilir belki.

Bir başka deyişle Sevi'nin İslam'a geçişinin sebebi olarak gösterilen "Ölüm yerine hayatı seç" emrinin bir gereğini gerçekleştiriyor olamaz mı bu tavrıla Spinoza da?

Tractatus Theologico-Politicus

Belki Spinoza'nın Tractatus Theologico-Politicus adlı eserinde bu soruların ipuçlarını bulabiliriz.

Bu eserinde Spinoza mesihlik iddialarına doğrudan girmese dahi vahiy kavramı üzerinde bir okuma sunuyor.

Ve bu okumada vahyin bir defa anlaşıldıktan sonra akıl ve felsefe karşısında hükmünün kalktığını ilan ediyor.

Böylelikle basitleştirici bir şekilde konuşursak Spinoza'ya göre peygamberler ve vahiyleri (bu açıdan Mesihler de), doğaüstü hakikatlerin birer taşıyıcıları değillerdir.

Onlar sadece yaşadıkları dönemin ihtiyaçlarına göre mesaj taşıyan figürlerdir.   


Bu çerçevede Sevi, muhtemelen Spinoza'nın irrasyonel bir tutkuyu ve ihtiyacı somutlaştıran bir figür olarak gördüğü bir isim olabilir.

Yine de tüm bu vahyi reddeder iddiasının altında inançların sosyopolitik gücünü de kabul etmiyor değildir de filozofların prensi.

Çünkü felsefi bir argümantasyonu Tevrat'ın argümantasyonuyla harmanlayarak Yahudi halkının hayatta kalışını analiz ederken, sürgün sırasında topluluğu bir arada tutan geleneklerin gücüne de dikkat çekmeyi unutmamıştı.

Bu sebeple Sevi'nin hareketini de bu dinamiğin bir başka örneği olarak görmüş olabilir.

Yani Spinoza'nın gözünde -indirgemeci bir biçimde söylemek gerekirse- Sevi ve hareketi rasyonel temellerden yoksun olsa da insanları bir araya getiren bir umuttu.

Yine de anlaşılması bu kadar çetrefilli, sık sık iddiasının tam zıttı ifadeleri de barındıran böylesine bir filozofun bu ifadelerinden böyle indirgemeci bir hüküm çıkartmak kolaya kaçmaktan başka bir şey olmaz.

Ortada asıl dikkat çekilmesi gereken kayıp yahut yok mektubun içeriğinin de ötesinde Spinoza'nın böylesine sessizliğidir!

Bir taraftan eğer gerçekten Sevi hareketine karşı olsaydı neden eleştirerek aforoz edildiği cemaatle arasını düzeltmeye çalışmadığı sorusu kendini belli ederken, diğer taraftan ration'un bu kadar kalbindeki bir ismin bu sessizliğinin akılla nasıl bağdaşacağı da başka bir soruyu doğuruyor. 

Bazıları suikasta uğramaktan çekindiğini iddia edebilir.

Ama asla unutulmamalıdır ki De Witt gibi politik bir olayda konuşmaktan hiç çekinmezken neden burada konuşmaktan çekiniyordu eğer hâl böyleyse?


Gershom Scholem, Spinoza'nın bu tip sessizliklerini kasıtlı bir felsefi tercih olarak yorumlama eğiliminde.

Eğer biz de bu yoruma katılırsak Spinoza'nın mistisizm ve mesiyanik hareketlere karşı genel projesiyle sessizliğinin tutarlı olabildiğini düşünebiliriz.

Fakat Richard H. Popkin gibi başka isimlerin tezleri ışığında bu olayı ele alırsak Spinoza'nın mesiyanik hareketlerin sosyal etkilerinden büyülenmiş olabileceğini de düşünmemek elde değil.

Bu sessizlik hakkındaki gerçek, tıpkı Spinoza'nın hayatı gibi, hâlâ belirsiz.  
 

Görsel: Independent Türkçe/ChatGPT
Görsel: Independent Türkçe/ChatGPT

 

17'nci yüzyıl İzmir'i ve Amsterdam'ı birlikte yaşamın sembolleri olduğu kadar, Yahudiler için sürgünün ağırlığının ve kurtuluş özleminin derin şekilde hissedildiği yerlerdir de aynı zamanda.

Bu ortak bağlamda Spinoza ve Sevi, Reconquista sonrası kökünü kaybetmiş bir ağacın birbirinden uzakta filizlenen iki farklı tomurcuğunu temsil ediyordu: Biri rasyonel berraklığa doğru filizlenirken diğeri mistik bir aşkınlığa doğru kök salıyordu.

Ama bu iki filizin de sonu tıpkı kökleri gibi ortak değerlere dayanıyordu: Vatandaşlık, yurttaşlık ve laiklik (laikliği burada dini özgürlük anlamında sınırlı bir şekilde anlamalıyız).

Spinoza'nın Sabatay Sevi konusundaki sessizliği, bize elbette daha birçok soru bırakıyor.

Akla ilk gelenleri elbette yukarıda da sorduklarımız:

Spinoza'nın sessizliğinin felsefi duruş mu, yoksa insanın irrasyonel umutlarına dair daha karmaşık bir yüzleşmeyi gizleyen bir suskunluk mu? 


G. E. Moore yoluyla Spinoza'nın Tractatus'unun isim babalığını yaptığı bir başka Tractatus'un, Wittgenstein'ın Tractatus Logico-Philosophicus'unun sessizliği salık veren yedinci maddesi uyarınca bu konu üzerine konuşabileceğimiz tek şey, Spinoza ve Sevi'nin çağlarının akıl ve iman ürünleri olduğudur.

Ama konuşamasak da bir fenomen daha belirir burada… sorusu formüle edilmeyi hak eden bir fenomen:

Nasıl ki ardıllar öncülleri şekillendirirse, Spinoza'nın bu sessizliği de gerçekten Wittgenstein'ın sessizliğinden mi ibarettir?

Yani Spinoza, Sevi üzerine konuşamayacağı için mi bir kabul yahut ret yerine susmuş ve onu temaşa etmiştir?

 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU