Mısır'la yeni dönem: "Kardeşim Sisi" hep kardeş olmalı/kalmalı

Prof. Dr. Hasan Ünal Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

"Kardeşim Sisi" hep kardeş olmalı ve kardeş kalmalıydı. Umarız bundan sonra hep öyle olur/kalır.

Aslında kardeş olan ve kardeş kalması gereken Mısır devleti ve Mısır halkı.

Tam bağımsızlığını elde ettikten (1946) sonra özellikle Nasır döneminde (1952-1970) hızla bozulan ilişkilerimizin toparlanması Hüsnü Mübarek dönemindeki 1980'li yılları bulmuştu.

Türkiye 1952 yılının şubat ayında Nasır iktidara bir darbeyle gelmeden birkaç ay evvel NATO'ya girmişti

O günlerde NATO üyeliği Stalin yönetimindeki Sovyetler Birliği'nin tehditkâr politikalarına karşı bir güvence olarak görülüyordu.

Ankara tarafından ve gerek 1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti gerekse ana muhalefette kalan İnönü liderliğindeki CHP tarafından stratejik bir hedef olarak görülüyordu.

Nasır o dönem ancak darbeler yoluyla siyasette ön plana çıkabilen fakir ve topraksız köylü çocuklarının temsilcisiydi.

Osmanlı döneminden kalan Mısır eliti (Örneğin Weft liderleri Zaglul Paşa veya Nahhas Paşa gibiler) Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'nin kurduğu manda yönetimi altında Mısır bağımsızlığı için mücadele etmişler, meşhur Weft isyanını başlatarak İngiltere'ye epeyce zarar vermişler ancak Atatürk liderliğinde bizim yaptığımız Milli Mücadele gibi bir bağımsızlık savaşı veremedikleri için sonuçta dış politika/güvenlik politikalarında tamamen İngiltere'ye bağımlı bir monarşi elde edebilmişlerdi. Ancak bu da az bir başarı sayılmazdı.

Mısır'ın 1946 yılında bağımsız olmasının ardından yaşanan çalkantılı döneme son veren Nasır İhtilali aynı zamanda büyük toprak sahibi elit ailelerin siyasetteki varlığını/etkisini büyük ölçüde ortadan kaldırmıştı.

Nasır'ın kafasındaki milliyetçilik anlayışına göre Türkiye, pek sevmediği bir önceki Osmanlı yönetimini temsil ediyordu.

Dahası, Türkiye NATO üyesi olarak yeni bağımsız olan Arap ülkelerine karşı eski sömürgeci İngiltere ve Fransa ile birlikte hareket ediyordu ki, bu eleştirileri tümüyle temelsiz değildi; zira o dönemde Demokrat Parti yönetimi Batılı ülkelerin Orta Doğu politikalarında (örneğin Süveyş Krizi, 1956) aşırı derecede Batıcı bir tavır takınıyordu.

Nasır bütün Arapların adeta ‘işte benim liderim' diye kucakladığı birisi olduğu için Kıbrıs konusunda neredeyse bütün Arap dünyasının aleyhimize dönmesini sağladı.

Johnson Mektubu'nun gelmesinin (Haziran, 1964) ardından Türkiye, o zamanki Başbakan İnönü liderliğinde bütün dış politikasını gözden geçirdiğinde Amerika'nın uzak karakolu siyasetinin kendi aleyhinde ciddi sonuçlar doğurduğunu görerek düzeltmeler yapmıştı.

Buna göre, NATO'da kalınacak; ancak Sovyetler Birliği ile ekonomik/ticari ilişkiler olabildiğince geliştirilecek (ki, bu sayede Türkiye'nin ağır sanayi alt yapısı oluşturuldu); öte yandan da Arapların kendi aralarındaki sorunlarda taraf olmama siyaseti uygulanacaktı.

Ayrıca Arap-İsrail mücadelesinde Arapların meşru haklarına siyasi-diplomatik destek verilecek; ama bunları İsrail'i kendimize düşman etmeden yapmaya gayret edecektik.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Arap devletleri ve Arap dünyası açısından korkunç bir yenilgi olan 1967 savaşının (Haziran) sonrası Nasır'ın ölümü (1970), ardından gelen Enver Sedat'ın 1973 savaşında Suriye ile birlikte savaşın ilk haftasında büyük başarı göstermesi, savaş sonrasında İsrail ile uzlaşarak Camp David Antlaşmalarına yönelmesiyle birlikte Ankara-Kahire hattında düzelmeler başlamıştı.

Gerek 1967 gerekse 1973 savaşları öncesinde, sırasında ve sonrasında Ankara'nın İncirlik Üssü'nü keşif amaçlı olarak dahi Amerika'ya kullandırmamış olması, 1973 savaşında Sina yarımadasında kuşatmaya alınan Mısır 4. Ordusunu kurtarmak için büyük askeri nakliye uçaklarıyla Mısır'a büyük çaplı ağır silah ve mühimmat ulaştırmak isteyen için Sovyetler Birliği'ne NATO üyesi olmasına rağmen hava sahasını açması ve savaş sonrasında İsrail'in işgal ettiği topraklardan çekilmesini isteyen/savunan Arap/İslam ülkeleri ve diğerleriyle birlikte hareket etmesi de bu olumlu gidişata katkıda bulunmuştu.

Enver Sedat'ın beklenmedik bir şekilde suikast sonucu hayatını kaybetmesi üzerine yerine geçen (1981) eski hava kuvvetleri komutanı ve genel kurmay başkanı Hüsnü Mübarek zamanında Ankara-Kahire ilişkileri adeta altın devrini yaşamış (tıpkı Suriye ile 1998-2011 arasında olduğu gibi) ve özellikle Suriye ile yaşadığımız 1998 krizinde Mübarek yürüttüğü mekik diplomasisi sayesinde Suriye Devlet Başkanı Hafız Esat'ı Türkiye karşıtı politikalardan vaz geçirmeyi başarmıştı.

O dönemde Türkiye-Mısır ilişkileri ekonomik olarak da ilerlemişti. Bilhassa Ticaret Bakanı Sayın Kürşat Tüzmen zamanında Orta Doğu ülkelerinin birçoğuyla olduğu gibi Mısır ile de ekonomik ilişkiler müteahhitlik hizmetlerinin ötesine taşınarak oldukça kapsamlı hale getirilmişti.

Yine bu dönemde Türkiye'de patent ile üretilen F-16'lardan 52 adet Mısır için imal etmişti. Savunma sanaiiyinde işbirliği kıpırdanmaları söz konusuydu.

Kahire Türk-Yunan sorunları ve Kıbrıs meselesi konusunda da gayet dengeli ve dikkatli bir politika izlemişti.


Biz Mübarek'i çok kolay sattık ve Mısır’ın iç işlerine karıştık

Bütün bu olumlu geçmişe rağmen bizim hükümet Mübarek'i hemen satışa getirdi. Aslında esas satan Amerika idi.

Arap Baharı adıyla anılan olaylar Tunus'ta 2010 yılının aralık ayının son haftalarında Bin Ali'yi iktidardan ederken Mısır'a sıçramış/sıçratılmış ve Mübarek aleyhine Tahrir Meydanı gösterilerine dönüşmüştü.

Amerika her zamanki gibi yılların müttefikini anında sattı. Oysa Kahire'deki Amerikan büyükelçisi iki yıl öncesinde verdiği bir konferansta Mübarek için Vaşington'da onun açamayacağı kapı yoktur diyerek Mübarek'in ABD nezdindeki büyük prestijinden söz etmişti.

O zaman bizim de Müslüman Kardeşler iktidara gelir ve iyi olur düşüncesiyle Mübarek'in karşısına dikilmemiz hiç doğru değildi, tıpkı aynı yılın ilerleyen aylarında Suriye'de Esat ve Libya'da Kaddafi'nin karşısına dikilmemiz gibi…

Sonuçta Mübarek zaten görevden uzaklaştırılabilir veya istifa edebilir veya görevde kalabilirdi ama bu sürecin her aşamasında Türkiye'nin Mısır'ın iç işlerine özellikle Müslüman Kardeşler hareketinin baş destekçisi gibi karışmasının büyük sorunlar yaratacağı belliydi; ama aklı başında hiç kimseyi dinlemek istemeyen hükümet sonuçta Müslüman Kardeşler hareketinin temsilcisi olarak cumhurbaşkanı seçilen Mursi'nin devrilmesine ilişkin de sert, ısrarcı ve ulusal çıkarlarımızla uyumlu olmayan bir politikayı belirleyip inatla sürdürdü. Sonuç her açıdan aleyhimize oldu.

Mısır'daki Arap Baharı olaylarına Libya ve Suriye'de de aynı yanlış analizler ve varsayımlarla karşılık verdik. Suriye ile son sekiz yılı mevcut hükümet zamanında olmak üzere toplamda 13 yıllık fevkalade dostane ilişkilerimizi adeta bir gecede çöpe attık ve Müslüman Kardeşler çizgisinden ilhamını alan ideolojik dış politikada ısrarımız bir süre sonra Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Rusya ile olan ilişkilerimiz de darmadağın etti.

Yunanistan'ın bayram ettiği o günlerde Mısır'ı Yunanistan ve Kıbrıs Rumlarına altın tepside müttefik olarak hediye etmiştik.

Öyle ki hem Mısır hem de İsrail bazen ayrı ayrı bazen de birlikte Rum/Yunan ikilisi ile bize karşı askeri tatbikatlar yapar duruma gelmişlerdi.

Suudi Arabistan ve BAE 2020 yılının yaz aylarında Yunanistan ile yaşadığımız askeri/diplomatik krizin ardından Girit adasında düzenlenen ortak tatbikata F-15 uçakları ile katılarak adeta Türkiye'ye göz dağı vermişlerdi.

Aynı yılın yaz aylarında geçtiğimiz günlerde Ankara'da büyük ihtimamla ağırladığımız Sisi kendi parlamentosundan Türkiye ile savaş yetkisi almıştı; çünkü Libya'da savaşın eşiğinde gibiydik.


Yeniden dost ve kardeş olunsun

Ankara 2020 yılının sonlarında dış politikasındaki bu İhvancı çizginin sürdürülemez hale geldiğine iyice kanaat getirmiş olmalı ki, önce Suudi Arabistan ve ardından da BAE ile ilişkileri toparlamak için adımlar atmaya başlarken Mısır ile normalleşme adımlarını da devreye soktu ve biraz yavaş ilerleyen süreç CB Erdoğan ile Sisi'nin Katar'da el sıkışmasıyla hızlandı ve bugünlere geldik. 

Rusya'nın savaş uçağını düşürecek derecede kendimizden geçtiğimiz ve kendimize gelmemizin yedi ay sürdüğü krizin ardından daha sonra öldürülen Rus Büyükelçi Karlov o zamanki üniversitemde vereceği konferans için görüşmeye gittiğimde aynen şöyle demişti:

Bu yedi aylık kriz bize neden bir daha bu tür krizler yaşamamamız gerektiğini öğretti.


Eğer Mısır ile aşağı yukarı 9 yıl süren krizin ardından böyle bir sonuç çıkarabiliyorsak bundan sonrası kolay gelir.

Ekonomik ilişkiler, ticaret gelişir, Türk firmaları Mısır pazarından büyük kazançlar temin ederler ve en önemlisi Mısır gazının İsrail gazıyla birlikte Türkiye üzerinden Avrupa ulaştırılması projesi yeniden konuşulur hale gelir.

Hatta savunma sanayi alanında da işbirliği mümkün olur. Ve en önemlisi Kahire Türk-Yunan sorunları ve Kıbrıs konusunda kriz öncesi pozisyonuna gelir, yeter ki, dostluk oluşturmanın zor ve zahmetli, kırıp dökmenin ise hiçbir işe yaramayan yanlış bir yol ve yöntem olduğunu anlamış/idrak etmiş olalım.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU