Yahudilerin kutsal günü olarak kabul edilen Yom Kippur'a denk gelen 7 Ekim günü, Hamas'ın askeri kanadı olarak bilinen İzzettin el-Kassam güçlerinin İsrail'e saldırısıyla başlayan savaş, hemen akabinde İsrail'in misilleme yaparak Gazze'de sivillerin olduğu hastane ve binaları bombalamasıyla birlikte, insanlığı ve vicdanları ayaklar altına alan korkunç bir manzarayı ortaya çıkardı.
1980'de imzalanan Konvansiyonel Silahlar Anlaşması gereği suç teşkil eden fosfor bombasını bile kullanmaktan imtina etmeyen ve Makyavelist yaklaşımla zafere giden her yolu "mubah" gören İsrail Devleti'nin saldırılarında can veren Filistinlilerin sayısı her geçen gün artarken, son verilere göre ölü sayısı 7 bin 28'e yükseldi. 1
İsrail'in "devlet terörü" olarak tanımlanabilecek bu şiddet sarmalına 27 Ekim itibarıyla bir yenisi daha eklendi ve internet/telefon hatlarının da kesildiği bölgede İsrail ordusu kara operasyonunu genişlettiğini duyurdu.
Hatta Kızılhaç'tan yapılan açıklamada, "iletişimin koptuğu bir ortamda sivillerin güvenlik için nereye sığınacağını bilmesinin mümkün olmadığı" vurgulandı.
İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant'ın savaşın başlarında bu durumu "insan kılığındaki hayvanlara karşı mücadele" olarak nitelendirmesi, 2 aslında savaşın kazanacağı boyutun vahametinin sinyallerini vermişti.
İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu da daha önceki söyleminde Arapları "vahşi hayvanlar" olarak nitelendirmiş ve Filistinlileri ne kadar aşağı gördüğünü göstermişti.
Hitler'in Alman ırkını dünyadaki en üstün ırk olarak görmesine ve Yahudileri aşağılamasına yıllardır tepki gösteren ve atalarına yapılan işkenceleri bir "soykırım" olarak dünyaya tanıtan İsrail'in, başka milletleri aşağılayan şekilde Nazilerle benzer bir söylemi düstur edinmesi ve masum sivillerin hayatlarını cehenneme çevirmesi de ayrı bir çelişki.
İsrail yıllardır kınadığını şu an kendisi uyguluyor; hem de bu kez Batı'nın ciddi anlamda desteğini alıp saldırılarına meşruiyet zemini kazandırarak.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Mevzu bahis İsrail'e verilen desteğe gelmişken, bu çatışmalar karşısında Batı'nın gösterdiği tutum da en az savaşın yarattığı maddi ve beşerî kayıplar kadar üstünde durulması gereken bir konu.
Başta ABD olmak üzere Batılı devletlerin çoğu; İsrail'in Filistin halkına karşı on yıllarca yapmış olduğu insanlık dışı muamelelere, Batı Şeria'daki Yahudi yerleşim yerlerini genişletmesine ve Gazze'yi açık hava hapishanesi haline getirmesine ses çıkarmazken, sürekli "iki devletli çözüm" formülünü vurgulamaları inandırıcılıktan uzak bir görüntü çiziyor.
İşte bu iki yüzlü politikalarından dolayı hem Müslüman dünyası hem de Avrupalı yurttaşların dikkate değer bir kısmı, ABD'nin öncülüğünü yaptığı Batı ittifakına güvenmiyor.
Aslında ABD'ye olan bu güvensizlik, oğul Bush'un 11 Eylül saldırılarından sonra Irak'ta kimyasal ve biyolojik silahlar üretildiği (!) ve "terörle mücadele" gerekçesiyle BM'nin uyarılarını ve uluslararası hukuku hiçe sayarak Irak ve Afganistan'a karşı askeri müdahalede bulunmasıyla birlikte çoktan başlamıştı.
İsrail'in de Hamas'ı ve terörü bahane ederek Filistin topraklarını bir nevi işgale hazırlanması, ABD'nin 20 yıl önce uyguladığı politikaların bir benzeri şeklinde tezahür ettiğinden, küçük kardeş İsrail'e verilen desteğin kendi değerleriyle çelişmediğini söyleyebiliriz aslında.
Trump'ın başkanlığı döneminde ABD'nin, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıması ve işgal altındaki Golan Tepelerini İsrail toprağı olarak görmesi, Filistin-İsrail sorunu konusunda yeni bir sürecin başlangıcı olmuştu.
Trump yönetimi bu işgal planını kalıcılaştırmak üzere 2020'de "Yüzyılın Anlaşması" adı altında bir plan açıklamıştı.
Kudüs'ü İsrail'in başkenti yapan, Batı Şeria'nın Yahudi yerleşim yerleri dışında kalan toprakları ile Gazze Şeridi'nde "Yeni Filistin" adı altında "sembolik bir devlet" kurulmasını amaçlayan bu plan ile İsrail'in işgallerini kalıcı hale getiren bir sözde çözüm amaçlanıyordu.
Üstelik Filistin, kara sınırları üzerinde bile denetim hakkı olmayan, ordusu lağvedilmiş, kendi hava sahası üzerinde denetim hakkından yoksun bırakılmış ve uluslararası anlaşma yapma yetkisi olmayan bir devlet statüsü alacaktı.
Böylece 1917'deki Balfour Deklarasyonu ile başlayan işgal süreci, "Yüzyılın Anlaşması" ile pekiştirilip misyonunu tamamlamak istiyordu.
Dolayısıyla Filistin halkının karşı karşıya kaldığı bu çok yönlü kuşatma ve saldırılar, aslında ideolojik-politik olarak Hamas'a uzak duran Filistinliler de dahil Hamas'ın 7 Ekim'deki "Aksa Tufanı" operasyonunun Filistin halkından büyük destek görmesini sağladı.
Savaşın başlangıcından kısa bir süre sonra ABD Başkanı Biden ve İngiltere Başbakanı Sunak İsrail'e giderek Netanyahu'ya "Hamas'a karşı verilen bu savaşta İsrail'in yanında" olduklarını deklare ederek, "savaşa devam" mesajı verdiler.
Biden İsrail'in korkunç hastane saldırısı için de bütün dünyanın gözü önünde "Sizin yapmadığınızı biliyoruz, karşı taraf yaptı" diyerek İsrail'e karşı saldırıların devamı için adeta meşru bir zemin hazırladı.
Hatta bu söylemlerini ileri götürerek "Eğer İsrail olmasaydı, biz bir İsrail yaratmak zorunda kalacaktık" dedi ve İsrail'in Ortadoğu'daki çıkarları için ne kadar elzem bir ülke olduğu konusunda akıllarda soru işaretine yer bırakmadı.
Öyle ki Biden, İsrail'e destek için Kongre'den 14 milyar dolar talep etti, bunun yanı sıra İsrail'e tonlarca askeri araç gereç (F-18 uçakları, uçak gemileri, silah) tedarik ediyor ve özel operasyon birimlerini bölgeye gönderiyor.
Böylece İsrail'in de "terörizme karşı mücadele" gibi klişe bir gerekçeyle Gazze'nin sivil halkına her geçen gün dozajı artan bombalar yağdırmasının ve Gazze'yi işgal etmesinin önü açılmış oldu.
Bu tablo 11 Eylül yıllarından çok tanıdık geliyor değil mi?
Herfried Münkler "Yeni Savaşlar" adlı kitabında "savaş" olgusunun artık kendini politikanın bir aracı olmaktan kurtarıp direkt olarak politikanın yerini aldığını vurguluyor.
20'nci yüzyıldan itibaren savaşlar, politikanın ayrılmaz bir dinamiği haline dönüştü.
Devletler, meşruiyetlerini pekiştirmek ve uluslararası arenada söz sahibi olabilmek için artık savaşı en etkili yöntem olarak görüyor.
Bilhassa İsrail gibi güvenlik devletlerinin, ulusal güvenliğine en ufak bir tehdit durumunda bile "meşru müdafaa" kapsamında ve "terörle mücadele" adı altında savaşı meşrulaştırdığı kaotik bir sistem içindeyiz.
İsrail'in Ortadoğu'daki güvenliğinin sağlanması, Doğu Akdeniz'deki ticaret, petrol, gaz trafiğinin güvence altına alınabilmesi için Netanyahu'ya kol kanat geren Joe Biden liderliğindeki ABD ve ona arka çıkan Avrupalı devletler nezdinde uluslararası hukukun, barışın ve Filistin halkının yaşadığı acılarının pek bir değeri yok gibi.
Batı'nın önde gelen ülkeleri de İsrail'e olan desteklerini her fırsatta dile getirdiler.
Almanya şansölyesi Olaf Scholz, Hamas'ın korkunç saldırısına karşı kendi ülkesini savunan İsrail'in desteklenmesi için AB'ye çağrıda bulundu.
Scholz, İsrail'in kendisini yönlendiren insani ilkelere sahip demokratik bir devlet olduğunu savunarak, bundan dolayı İsrail ordusunun da yaptığı eylemlerde uluslararası hukuktan kaynaklanan kurallara riayet edeceğinden emin olunabileceğini vurgulayarak İsrail Devleti ile "uluslararası hukuk" kavramını aynı kefeye koydu.
Fransa Devlet Başkanı Macron'un yaptığı ortak açıklamada ise Fransa, İtalya ve Birleşik Krallık'ın hep birlikte İsrail Devleti'ne kararlı ve birleşik destek verecekleri, Hamas'ı ve onun dehşet verici terör eylemlerini açık bir şekilde kınadıkları vurgulandı.
AB de İsrail-Filistin çatışmasında ateşkes çağrısı yapmayacağını bildirirken, AB Komisyonu sözcülerinden Peter Stano, "Şu aşamada AB'den bir ateşkes çağrısı yoktur" diyerek barıştan değil savaştan taraf olduklarını belli etmiş oldu.
Dolayısıyla Batı'da "ateşkes" ve "barış" kelimelerini pek kimse duymak istemiyor, zira ateşkesin Hamas'ın işine yarayabileceği düşüncesi hakim.
Batılı devletlerin aksine, Batılı halklarda ise durum biraz daha farklı.
Nitekim Avrupa'da İngiltere, Fransa, Almanya ve İtalya'da başlayan İsrail'in protesto edilip Filistin halkına destek gösterileri diğer Avrupa ülkelerine de yayıldı.
ABD, Kanada, Latin Amerika ülkelerinde de Filistin'e destek gösterileri yayılıyor.
Londra'da Oxford Caddesi'nde çok sayıda sivil toplum kuruluşunun çağrısıyla Filistin'le dayanışma eylemine katılan göstericiler, ellerinde Filistin bayrakları ve "Free Palestina" sloganlarıyla İsrail'in Gazze'ye düzenlediği saldırılara son verilmesi, derhal ateşkes ilan edilmesi ve Gazze'ye insani yardım malzemelerinin eksiksiz girişine izin verilmesi çağrısında bulundu.
New York'ta da Filistin'e yönelen insanlık dışı muamelenin bir an önce bitirilmesi için yüzlerce Yahudi metrolarda İsrail'i protesto ederken, polis gözaltısı ile karşı karşıya kaldılar.
Hatta İsrail'in kendi halkından bile Netanyahu Hükümeti'ne yönelik tepkilerinin yükselmesi ve savaşın müsebbibi olarak Netanyahu'yu suçlayan Yahudilerin giderek daha da kitleselleşmesi, İsrail Hükümeti'ne yönelen hamaseti gözler önüne seriyor.
İsrail içindeki son protestolarda aile fertleri Hamas tarafından esir alınan Yahudi ailelerin "Çocuklarımızı verin, Netanyahu'yu alın" sloganları atması da Netenyahu ve ortaklarının halk nezdinde ne kadar itibarsızlaştığını gösteriyor.
Bu noktada uluslararası örgütler geç de olsa devreye girmeye çalışıyor.
BM Güvenlik Konseyi'nin savaşın ilk başlarında bir "ateşkes" çağrısını bile yapamaması karşısında BM'nin Genel Sekreteri Guterres'in Hamas'ın 7 Ekim'de İsrail'de gerçekleştirdiği saldırıları kınadığını belirterek başladığı sözlerini; "Ancak Hamas saldırılarının durduk yere ortaya çıkmadığının da bilincinde olmalıyız. Filistin halkı 56 yıldır boğucu bir işgale maruz tutuluyor. Topraklarının adım adım yerleşim yerleri tarafından ele geçirilmesine ve şiddete şahit oluyor. Ekonomileri yıkılmış, insanlar yerlerinden edilmiş ve evleri yerle bir edilmiş durumda. Siyasi çözüme olan inançları yok olmaya başladı" ifadeleriyle devam ettirmesi, İsrail'in yaptığı haksız eylemlere dikkat çekmek açısından son derece önemli.
Savaş ilerledikçe ve İsrail'in saldırıları insanlık dışı bir boyuta ulaştıkça, Batı da İsrail'i frenlemek için harekete geçti.
27 Ekim günü Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kurulu'nda yapılan oylamayla Gazze'de insani ateşkes çağrısı yapan kararname ezici çoğunlukla kabul edildi.
Ürdün'ün girişimi ile oylanan ve bağlayıcı olmayan kararnameyi 120 üye kabul ederken, ABD ve İsrail'in de bulunduğu 14 üye reddetti.
45 üye ise çekimser kaldı. Kararname, insani yardımların Gazze'ye ulaştırılması için ateşkes ilan edilmesi ve rehinelerin ivedilikle serbest bırakılması çağrısı yapıyor.
İsrail Dışişleri Bakanı Eli Cohen ise, BM Genel Kurulu'nda alınan kararla 120 ülkenin Gazze'de acil, kalıcı ve sürekli bir insani ateşkes çağrısında bulunmasıyla ilgili olarak "alçakça çağrı" ifadesini kullandı.
Bu ifade bile İsrail'in salt bir savaş yanlısı olduğunun açık bir tezahürü.
Sonuç olarak İsrail'in giderek dozajı artan ve direkt olarak sivilleri hedef alan bu saldırıları, Batı halkları nezdinde giderek protestolarla karşılaşan, Batılı devletler tarafından ise geç de olsa ateşkes çağrılarının yapıldığı -ABD hariç- bir noktaya evrildi.
Saldırıların sonlandırılmasına yönelik somut adımların atıldığı bu günlerde, savaş nidaları yavaş yavaş yerini barış söylemlerine bıraksa da mevzu bahis uluslararası hukuku hiçe sayan İsrail ve büyük ağabeyi ABD ise, kısa vadede umutlu bir tablodan bahsetmek ne yazık ki imkânsız.
İşte cumhuriyetin 100. yılı öncesinde böylesine karmaşık ve kaotik bir süreç yaşıyoruz.
Bir yanımız Filistinli siviller için üzülürken, diğer yanımız cumhuriyetin temellerinin atıldığı koskoca bir asrı geride bırakmanın mutluluğunu ve gururunu yaşıyor.
Ne şanslıyız ki, böylesine bir savaş ortamında Türkiye Devleti olarak sapasağlam temeller üzerinde yükselmenin, bağımsızlık şuurunun ve cumhuriyet rejimi ile yönetilmenin ne kadar değerli unsurlar olduğunu hücrelerimize kadar bir kez daha hissediyoruz.
Darısı Filistin halkının ve sömürge altında bağımsızlık mücadelesi veren tüm dünya halklarının başına.
1. https://tr.euronews.com/2023/10/15/hamasin-silahli-kanadi-gazzeden-israile-roket-saldirisi-baslatti
2. https://www.aljazeera.com/program/newsfeed/2023/10/9/israeli-defence-minister-orders-complete-siege-
on-gaza
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish