Siyasi aldatmacaya dair bir okuma!

Bu kasvetli tablo, belki de bir kısmıyla demokratik uygulamanın hastalıklı ikiliğinin sonucudur

Fotoğraf: AFP

Siyaset her daim değişkendir ve ilkeleri değil çıkarları takip eder. Çıkarlar ve ilkeler buluşuyorsa ne güzel, fakat ilkeler ve çıkarlar arasında bir üstünlük çekilmesi varsa, kesinlikle ikincisi tercih edilir.

Çıkarlar her zaman kişisel veya vatansever ya da vatanseverlik ile örtülü olabilirler, ancak sonuçta çıkardırlar.

Bu insani ve tarihsel bir gerçektir ve aksini düşünenler meseleye yeniden bakmalı, duyguyla değil akılla düşünmelidirler.

Son günlerde, bazı Suriyelilerin ikamet koşullarını ihlal ettikleri gerekçesiyle Türk polisi tarafından kovuşturulduklarını gösteren "videolar" ortalıkta dolaşıyor.

Bu, Türkiye'deki Suriyelilerden kurtulmanın bir bahanesi ve başlangıcı, nedenleri de biliniyor. Son seçimlerdeki siyasi kampanyalarda muhalefetin eleştirileri Suriyelilerin varlığına odaklandı.

Halk olarak Türkiye'deki ekonomik gerilemenin tüm suçu Suriyeli mültecilere yükleniyor. Buna bir de Türk devletinin bu aşamada bir şekilde Avrupa Ekonomik Birliği'ne girme arzusu ekleniyor.

Tüm bu faktörler Suriyeli mültecilerin "kovalanmasına" yol açtı. Bu mültecilerin birçoğu, daha erken bir zamanda Türkiye'de kabul edilmelerinin "İslam kardeşliği ilkelerinin vücut bulmuş hali" (!) olduğunu düşünmüşlerdi.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bilinen gerçek şu ki, geçmişte Türk rejiminin Araplara karşı tutumunu "İslam kardeşliğinin bir sonucu olan" ilkeli bir konum olarak gören Arap siyasi (özellikle de dinamik İslam) grupları vardı.

Bunlara göre Türkiye bunun en iyi temsilcisi idi. Nitekim içlerinden biri ülkesini öfkeyle terk ederken sosyal medya hesabından yandaşları için düstur sayılan duygusal bir cümle yazmıştı:

Türkiye'ye gidiyorum, çünkü orada öyle bir adam var ki, onun nezdinde kimse haksızlığa uğramaz!


Bu naif anlayış bir zamanlar Türk mallarını gözde yaptı, çünkü onlar "İslami" mallardı.

Türkiye'nin destinasyonları gözde turizm ve tatil destinasyonları haline geldi.

Dahası Türk dizileri egemen hale geldi. Pek çok kişi "büyük İslam devletinin başlangıcının" Türkiye'nin başkenti Ankara'da olduğunu savundu.

Türk rejiminin yaptığı veya izin verdiği diğer tüm uygulamalara göz yumularak, kadınların giyiminde olduğu gibi formalite reformlar o ülke ile duyulan gururunun en önemli göstergesi haline geldi.

Tüm bunları Türk rejimini eleştirmek için yazmadım, çünkü kendi çıkarları veya halkının çıkarları için uygun gördüğü politikaları uygulamak onun doğal hakkı, siyasetin adeti budur.

Bunları, bazı Arap güçlerinin, özellikle de dinamik İslam'ın "Türkiye'nin sınırları aşan İslam devletinin bir üssü haline geldiği ve bu nedenle, iyi ya da kötü de olsa, doğru ya da yanlış da yapsa" desteklenmesi gerektiği şeklinde teşvik ettiği "siyasi saflığı" göstermek için yazdım.

Bugün Türkiye'deki Suriyelilerin geleceği kritik noktada ve dinamik İslam liderlerinden veya bir kısmından kurtulma uygulaması devam ediyor.

Burada asıl suç, bazılarının kendi ülkesinden başka bir ülkenin çıkarlarını kendi ülkesinin çıkarlarından önde tutmaları, herkesten önce kendilerinin çağın gerisinde kaldığını iyi bildikleri fikirlerin propagandasını yapmalarıdır.

Çıkarların ilkelerin önüne geçtiği başka yerlerde de açıkça görülüyor. Batı'nın Ukrayna'ya sunduğu tüm siyasi, mali ve askeri çaba ilkeli değil, siyasi bir eylemdir.

Siyasi çünkü Batı, Kırım'ın ilhakından ve Kuzey Gürcistan'ın koparılmasından sonra Rus yayılmasının tehdidi altında olduğunu hissetti.

Batı, Moskova'nın genişleme iştahını durdurmaması halinde Doğu Avrupa'ya ve belki de daha ötesine ulaşacağı sonucuna vardı.

Batı hafızası, Adolf Hitler'in 75 yıldan daha uzun bir süre önce yaptıklarını hatırladı! Batı'nın Ukrayna rejimine desteğinin nedeni "Sezar'ın kadını" olması değil, zira kendisinin başta idari ve mali yolsuzluk olmak üzere bazı Avrupalı ve Amerikalı çevrelerin de kabul ettiği eksiklikleri var.

Doğuya baktığımızda da siyasi bir ilginçlikle karşılaşıyoruz. Hindistan Başbakanı Narendra Modi son olarak Beyaz Saray'da kabul edildi ve yine Modi, yakın zamanda Fransız Devrimi'nin yıldönümünde Paris'te yapılan şenliklerin onur konuğu oldu.

Bunun nedeni, Hindistan'ın Batı için taşıdığı ekonomik ve stratejik önem. Sayıları yaklaşık 200 milyon olan Hint Müslümanlarına yönelik haksız ve açıklanamaz baskı meselesine gelince, bunun, ışığın başkentinde bir önceliği olmadı.

Washington'da ise bir gazeteci bu konuyu gündeme getirse de sorusu hemen görmezden gelindi.

İnternette yayınlanan birden fazla kasette, Hindistan hükümeti yetkililerinden açıkça "Hindistan Müslümanları insan değildir ve insan hakları yoktur!" diyen "iğrenç" açıklamaları duyuyor ve görüyoruz.

Bu, tüm uluslararası yasalarla tamamen çelişiyor! Ama dünya bu uygulamalara yönelik herhangi bir "yaptırım" duymadı.

Hindistan'da İslam'a mensup kişilerin bir kısmı yanlış yapmış veya davranmış olabilir, buradaki en büyük sorun genelleme yapılması.

Uygar dünyanın başkentleri seyrederken, bu genelleme, daha fazla oy kazanmak için bu konuda aşırıya kaçmakta yarışan farklı düzeylerdeki yetkililer tarafından benimseniyor.

Arap Baharı sırasında Washington, sadece istikrar ve terörle mücadele arayışında olduğu için, dinamik İslam kisvesi altında totaliter yönetimleri onaylamaktan çekinmedi.

Bilgi ve vizyon eksikliği ile gelişmelerin yanlış anlaşılmasının egemen olduğu bu tutum, Mısır'da kısa süreli, Tunus'ta ise biraz daha uzun süreli İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler) yönetimiyle sonuçlandı ve her ikisi de bu iki ülkeyi felç etti.
 


Siyasetin göreliliğinin ve ilkeler hakkındaki sesler ne kadar yüksek çıksa da çıkarların ilkelere üstünlüğünün çevremizde ve dünyada pek çok örneği verilebilir.

Bu kasvetli tablo, belki de bir kısmıyla demokratik uygulamanın hastalıklı ikiliğinin sonucudur.

Demokratik uygulamalar "yüksek insancıl" ilkeleri uygulamaya değil, "halkı memnun etmeye" kararlıdır.

İnsancıl ilkeler sadece müjdeleme ve politikacıların iktidarda kalma çıkarlarını gerçekleştirme için kullanılır.

Yukarıdakilerden, siyasetin sabit olmadığı, insan çıkarlarının değişmesiyle değiştiği sonucuna varıyoruz.

Bir zamanlar kötü olan bir kişi doğru bir meleğe, bir zamanlar melek olan da kötü birisine dönüşebilir.

Siyaset, kaynaklar, ulusal ve küresel düzeylerde nüfuz için bir mücadeledir. Ona iffet veya din kılıfı giydirmek, halkı cezbetmenin ve fanatizmini körüklemenin kolay bir yolundan ibarettir.

Dinler, siyasetin kötülük ve kirlerinden muaftır. Siyasette dini (herhangi bir dini) örtü olarak kullanan herkes en hafif tabirle kişisel çıkarları uğruna halkı aldatan, duygularını okşayan birisidir.

Son söz; siyasette sabiteler yoktur, kutsal ve yanılmaz yoktur, siyasetçilerin manevraları vardır ve bunlar ya doğru ya da yanlıştır!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU