İngiliz romancı Charles Dickens'ın heyecanlı ve merak uyandırıcı olduğu için güzel bir duygusal hikayesi olan "İki Şehrin Hikayesi" adlı bir romanı var.
Roman aynı zamanda, özellikle 18'inci yüzyılın sonlarında (1780 - 1799) meydana gelen Fransız Devrimi olaylarına ilişkin birçok mesaj içeriyor.
"İki Şehrin Hikayesi" 1859'da Avrupa'yı kasıp kavuran kanlı olaylardan yarım asır sonra yayımlandı.
Hikaye, Londra ve Paris şehirleri arasında geçiyor ve Fransız Devrimi'ne yol açan sebeplerden ve İngiltere'deki yansımalarından bahsediyor.
Aristokrasiyi karakterize eden vahşetin ve çeşitli kesimleri arasındaki çekişmelerin yanı sıra, bu sınıfın işçi ve köylü sınıfına uyguladığı baskının boyutunu anlatıyor.
Etkili insanlık edebiyatı ölümsüz olduğu için, bir buçuk yüzyıldan fazla bir süre sonra bugün onu hatırlamak, bugünün geçmişle benzerliğini hatırlamaktır.
Modern çağda 'devrimlerin anası' olarak nitelendirilen devrime yol açan olaylar, Dickens tarafından yasaların o aristokrat atmosferde nasıl ve ne kadar aşırı bir seçicilikle uygulandığı anlatılarak resmediliyor.
Kitapta aristokratlardan birinin, bir çiftçinin oğluna arabasıyla çarparak onu öldürdüğü ve sonra hiçbir şeyin oğlunun kaybını telafi edemeyeceği çiftçiye bir deste para fırlattığı anlatılıyor.
Dickens'ın hayal gücünde, korkunç 'Bastille Hapishanesi'ne yapılan saldırıya ve ardından o dönemde Fransız toplumunun bütün bir sınıfını etkileyen devrime yol açan, bu olaydı.
Devrim aynı zamanda İngiliz toplumunu da etkiledi ve etkisi Avrupa'ya yayıldı.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Tarih tekerrür mü ediyor?
Belki farklı şekillerde de olsa tekerrür ediyor, ancak temel hemen hemen aynı.
Geçen hafta, Fransa'nın başkenti Paris ve bazı Fransız şehirleri, bir polis memurunun göçmen kökenli bir genci öldürmesi nedeniyle bir tür kaosa sahne oldu.
Bu olay, Fransız vatandaşı olarak talepleri dikkate alınmayan marjinal kesimlerde öfkeyi tetikleyen kıvılcım oldu.
Söz konusu kesimlerin taleplerinin karşılanmaması bir yana, bu insan gruplarına yabancı ve istenmeyen olduklarını, farklı isimlerin, soyadların ve dinlerin işyerinde veya başka yerlerde hoş karşılanmadığını, diğer vatandaşların aldığı hizmetleri almadıklarını hatırlatmaktan yorulmayan bir aşırı sağ var.
Fransız hükümetleri geçen yüzyılın yarısı boyunca bir inkar politikası uyguladılar. Bu insan gruplarının babalarının Cumhuriyet'e hizmet ettikleri, Fransız Cumhuriyeti adına savaştıkları ve ayrıca çeşitli sanayi alanları ve işletmelerin gelişimine aktif bir şekilde katkıda bulundukları kabul edilmiyor.
Önceki hükümetlerin, Birinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında Kuzey Afrika ve kara kıta Afrika'dan insan gruplarını Fransa'da ağır işlerde çalışmaya gelmeleri için teşvik ettikleri itiraf edilmiyor.
Ayrıca Birleşik Krallık ve başkenti Londra, demiryolları, sağlık hizmetleri, eğitim ve diğer sektörlerde bir dizi grevle karşı karşıya ve bunlar birkaç aydır devam ediyor.
Ama aynı zamanda İngiliz vatandaşlarının rağbet etmedikleri zor işleri yapmaları için işçi göçünün teşvik edildiği önceki yıllardan sonra, bugün bir yasadışı göçmen akınıyla da yüzleşiyor.
İngilizlerin tutumu bir bakıma Fransızların tutumuna benziyor. Yani ikisi de endüstriyel kalkınmaları için ihtiyaç duydukları göçmenlere önce kapıyı açtılar, sonra göçmenlerin 'deri renkleri farklı' çocuklarının Paris veya Londra'da hükümetin üst düzey mevkilerini işgal ettiği bir zamanda, bu çocuklar onlar gibi insanlara kapıyı kapatıyorlar.
Kaos Paris'te yayılır yayılmaz, Londra'nın parlamento aracılığıyla gösterilere verilen cezaları artırması dikkat çekiciydi.
Fransız yönetimlerinde önemli sayıda göçmen kökenli isim görev aldı. Örnek olarak Chirac döneminde hükümet sözcüsü olan Najat Belkacem, Sarkozy döneminde adalet bakanlığı yapan Rachida Dati ve son olarak şu anki İçişleri Bakanı Gerald Moussa Darmanin gibi isimleri sayabiliriz.
Şaşırtıcı bir şekilde, 'Batı toplumlarında yönetimlerin yaklaşımlarında eski göçmenlerin rolü' ile ilgili yapılan sosyal çalışmalarda, eski göçmenler arasındaki varlıklı kesimin yeni göçmenlere karşı yerli nüfusa göre genellikle daha katı olduğu ortaya çıktı.
Bu, Avrupa ülkelerinde yükselen ve 'yeni gelenlere' bütünüyle düşman olan sağcı eğilime yardımcı olan ve onunla uyumlu bir yaklaşım.
Ama sağcılığın daha da güçlenmesi halinde, siyasi ateşinin eski göçmenlere de yönelmesi uzak bir ihtimal değil.
Üçüncü kuşaktan genç göçmenleri Paris ve diğer şehirlerin banliyölerinde vandalizm, hırsızlık, kundakçılık eylemlerinde ve hatta adam öldürme teşebbüsünde bulunmaya iten de belki bu son noktadır.
Rakamlar, Birleşik Krallık'ta devlet sağlık hizmetlerindeki işgücünün yüzde 25'inin, Britanya adası dışından gelen kökenlilerden olduğunu gösteriyor.
Bu, dengeli bir yüzde fakat başbakan (göçmen kökenli) bu dengeli işgücünden vazgeçmeyi amaçlayan bir ulusal plan açıkladı.
Plana göre bu kişilerin yeri 'vatandaşlar' ile doldurulacak ve bunun için de Hazine, eğitim ve staj için büyük meblağlar harcayacak.
Charles Dickens'ın bir buçuk asırdan daha uzun bir süre önce fark ettiği husus, yani çoğu insanın yaşadığı gerçeği 'inkar etmesi', bugün de görülebilir.
Geçmişte, köylüler, 'makineler ve gelişimleri öncesi' yeni ortaya çıkan sanayilerde çalışan işçiler ile parayı, ekonomiyi ve gücü kontrol eden aristokrasi arasındaki genişleyen yoksulluk uçurumu inkar ediliyordu.
Bugün toplumun değişerek daha renkli, çeşitli olduğu ve farklılaştığı, bazılarının daha yoksul, işsiz olduğu ve marjinalleştiği gerçeği bir kez daha inkar ediliyor.
Oysa tek renk ve tek kültürü dayatmak, diğerlerinin taleplerini yok saymak abestir.
Bu toplumların karşı karşıya oldukları sorun, ülkelerinde yürürlükte olan demokratik mekanizmaların çoğulculuğa ve farklılıklara, özellikle de etnik ve kültürel çoğulculuğa tahammül edememesidir.
Bunlar daha çok halkların taleplerine boyun eğerler ve halklar da çoğu zaman yerli halkın üstünlük kültürünün ürettiği saf toplumu 'kirlettiği için' o renkli çoğulculuktan kurtulmayı isterler.
Son söz: İki Şehrin Hikayesi'nin tatlı açılışında Dickens şöyle der;
Zamanların hem en iyisi hem de en kötüsüydü. Bilgeliğin de çağıydı aptallığın da. Hem inanç hem de kuşku devriydi. Hem umut baharıydı hem de umutsuzluk kışıydı.
Dickens bizim çağımızı tarif etmiyor mu?
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Beyan İshakoğlu