Balkan Harbi sırasında İstanbul’a akan muhacir kafileleri onları neslinde öylesine menfi bir imaj meydana getirmiş olmalı ki soğuk kış günleri camilerde yer gösterilen bu diyar gariplerine bir nazar-i merhamet dahi fırlatmadan ‘Bitli muhacirlerin, sümüklü çocukların etrafı kirletmelerine kim izin vermişse cezalandırılmalı. Sanki İstanbul’da başka yer kalmamış gibi buraya doluştular. Şu muharebe bir bitse de hepsi yerli yerine dönseler, etrafımız da onlardan temizlense’ diyorlardı.
Semiha Ayverdi - Hey Gidi Günler Hey
Muhacirlerin son sığınağı: Anadolu
Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Kafkasya’da büyük toprak kayıpları yaşayarak küçülmesinin yalnızca siyasi sonuçları yoktu, toplumsal boyutta da ciddi yıkımları beraberinde getirdi. Anadolu, Müslüman ahalinin son sığınağıydı. Bulgaristan, Makedonya, Yunanistan, Gürcistan ve sayısız birçok bölgeden Müslüman kitle hayata tutunabilmek için yola çıkarak başta İstanbul olmak üzere Anadolu’ya gelmiştir.
Göçler daha çok dini kıstaslara dayalı yapıldığından Anadolu’ya göçen kitleler yalnızca Türklerden oluşmuyordu. Muhacirlerin içinde Bulgar, Arnavut, Girit ve Boşnak gibi farklı etnisiteye mensup Müslümanlar da vardı. Ne yazık ki bir kısmı ‘Türkçe konuşamadığı için’ üzücü gerekçelerle ciddi ayrımcılığa maruz kalmış ve bu yüzden sosyal travmalar yaşamıştır. Olumsuz gelişmelerin yanı sıra Anadolu halkı, muhacirler ile iyi bir diyalog kurmuş, toplumsal bir kriz yaşanmamıştır.
Yersiz yurtsuz kalan savaş muhacirlerinin acıları bugün de en önemli gündem meselelerinden biri. Yakın tarihi mercek altına aldığımızda ne söylemin ne de acının kaynaklandığı sorunların pek değişmediğini görüyoruz.
Doksanüç Rus harbiyle yüz binlerce muhacir İstanbul’a akın ediyor
1877-78 yılında Osmanlı ile Çarlık Rusya arasında meydana gelen savaş Osmanlı için büyük bir yıkım olmuştur. Ruslar Yeşilköy’e kadar gelerek karargâh kurmuştur, İstanbul’un Ruslar tarafından işgal edilmesi gündeme gelmiştir. Sultan Abdülhamid tahta yeni geçmiştir ve devlet yönetiminde muktedir değildir. Rusların ilerleyişi İngilizlerin araya girmesiyle durduktan sonra Sultan Abdülhamid ipleri eline almıştır. Sultan; Paşaların ve mebusların kendi aralarındaki rekabetinin devleti nasıl yıkıma götürebileceğini görmüş, bu yüzden hükümeti değiştirmiş, meclisi tatil etmiştir.
Doksanüç Harbi olarak bilinen bu savaş sonrası başta Balkanlar’dan olmak üzere yaklaşık 400 bin muhacir İstanbul’a sığınmıştır. İstanbul’un nüfusu o dönem için 1 milyondan biraz azdır. İstatistiğe bakarak bugünkü koşulları göz önüne aldığımızda 15 milyon nüfusu bulunan İstanbul’a bir anda 7 milyon muhacirin gelmesi anlamına gelmektedir.
Devlet savaş koşullarının getirdiği olağanüstü durumları öncelemiş, savaş sonrasında ise Sultan Abdülhamid ve muktedir paşalar arasındaki iktidar mücadelesi muahacirlerden kaynaklanan toplumsal krizin sağlıklı bir şekilde ele alınıp çözüme kavuşturulmasını engellemiştir.
Muhacirleri galeyana getiren bir gazetecinin darbe teşebbüsü
İstanbul ahalisi ve muhacirler arasındaki münasebet gergin bir hal almıştır. İstanbul ahalisi durum karşısında bezmiştir ve yorgundur. Muhacirler hem yurtlarını geri almak için İslam Halifesinin bir an önce harekete geçmesini istiyor hem de olumsuz koşullar altında İstanbul’da hayat mücadelesi veriyordu. Pek çoğu kötü yönetilen iskân politikası sonucu lokal gettolar oluşturmuş veya camilere sığınmıştır.
Gazeteci Ali Suavi muhacirlerin yaşadığı bu olumsuz koşullardan yararlanacaktır. Sarık ve cübbesi ile ateşli bir vaiz olan Suavi daha önce Balkanlar’da görev yapmıştır ve muhacirleri yakından tanımaktadır.
Gazetede yazdığı son köşe yazısında Osmanlı’yı içine düştüğü kötü durumdan kurtaracağını ilan etmiş ve sonrasında harekete geçmiştir. Yanına topladığı 500 kadar muhacirle Çırağan Sarayı’na baskın yaparak Beşinci Murat’ı kaçırmaya teşebbüs etmiştir. Tesadüf eseri Çırağan Sarayı’na yakın bir berberde arkadaşlarıyla beraber oturan Yedi Sekiz Hasan Paşa gürültüler duyarak saraya gitmiştir. Ali Suavi’nin Beşinci Murat’la Çırağan Sarayı’ndan çıktığı bir anda Hasan Paşa, Ali Suavi’yi kafasına vurduğu değnek darbesiyle öldürmüş ve darbeyi bastırmıştır.
Bu olaydan sonra Sultan Abdülhamid mülteci krizine el atmış ve onları kontrol altında çevre vilayetlere dağıtmış veya Balkanlara geri göndermiştir. Gönderdiği vilayetlerde muhacirleri topraklandırmış ve ekonomik destek sağlamıştır. Bu sayede yeni krizlerin oluşmasını engelleyerek durumu kontrol altında tutmuştur.
Balkan Harbi devleti yönetenleri muhacir kılmıştı
İstiklal Marşı yazarı Mehmet Akif Ersoy Balkan Harbinin sonrasında ortaya çıkan felaket tablosunu şu dizeleri kaleme alacaktır;
Ne felâket: Dönüversin de mesâcid ahıra,
Hırvatın askeri tepsin çıkıp üstünde hora!
Bâri bir hâtıra kalsaydı şu toprak diri...
Yer yarılmış, yere geçmiş şüheda türbeleri!
Nerde olsam çıkıyor karşıma bir kanlı ova
Sen misin, yoksa hayalin mi? Kosova!
İttihat ve Terakki, 1908 yılında 'Hürriyet Kahramanı' olarak anılan Enver Paşa ve arkadaşlarının Balkanlar’da dağa çıkmasından kısa bir süre sonra Sultan Abdülhamid’e karşı ilk zaferini kazandı. Buna göre illegal olarak ilan edilen meşruti sistem Sultan Abdülhamid’e kabul ettirilmiştir.
İttihatçıların birçoğu Balkan kökenliydi ve siyaseten de orada örgütlenmişti. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşı ile Edirne başta olmak üzere Rumeli bölgesi tamamen Osmanlı’nın elinden çıkmıştır. 1913 yılında Edirne’nin Bulgarların elinden kurtarılması İttihatçıların izzet-i nefsini bir nebze okşamışsa da kısa bir süreliğine devleti yöneten kadrolar öz vatanlarında yurtsuz kalmışlardır. Bu isimler arasında Enver Paşa ve Mustafa Kemal gibi önemli isimler de vardır.
Bu tarihi vakanın dışında, Balkan Savaşları ile beraber Rumeli bölgesinden İstanbul ve çevresine kitlesel göç hareketleri başlamıştır. 1878 yılında yaşanan göç dalgasında ortaya çıkan tablonun bir benzeri söz konusudur. İstanbul muhacirler ile dolup taşmıştır. Durumu kontrol altına almak için harekete geçen hükümet, muhacirleri İzmir, Bursa gibi çeşitli vilayetlere kontrollü olarak dağıtmıştır. Fakat Sultan Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra devlet mekanizmasının sağlıklı bir şekilde tekrar işletilmesi bir türlü başarılamamıştır. Pek çok muhacir gönderildikleri bölgelerde dolandırılmış, soyulmuş veya dağa çıkarak eşkıyalığa bulaşmıştır.
Bunun yanında iskân edilen muhacirler ciddi bir savaş travması ile gelmişti. Yerli halk ile yoğun bir biçimde uyum sorunu yaşamaktalardı. Çoğu hem savaş esnasında hem de göç yolunda büyük zulümlere maruz kalmıştı. Balkan Dergisi S. Selvi imzasıyla yayınlanan bir yazıda bir savaş tanığının hatıralarından yararlanılarak muhacirlerin yaşadığı zulüm şöyle anlatılıyor;
Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep… Babamın çatık kaşları… Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir… Kızarım, köpürürüm kendi kendime… Dolarım, dolarım da boşalamam…
Balkanlar deyince…
Drama’nın Âlî köyünün ahalisinin papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün önüne…
Balkanlar deyince…
Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî Müslümanlarının üzerine serptikleri, nasıl isimlerinin değiştirildiği ve “Artık Hristiyan oldunuz!” sözleri gelir…
Balkanlar deyine…
Yine o operasyonda, zorla Müslümanlıktan çıkarılan günahsız insanların arşa varan ahları… Ve… bu ahlara dayanamayan taş duvar caminin zangır zangır titrediği ve direklerin çatladığı gelir aklıma…
Balkanlar deyince…
Rahmetli anacığımın bu anlattıkları gelir gözümün önüne ve gözyaşları…
Balkanlar deyince…
Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir, Yunan komitacıları tarafından hayvanları nasıl gasp edildiği gelir…
Balkan Savaşları ile Anadolu’ya gelen muhacirlerin pek çoğu doğduğu topraklara tekrar dönemedi ve Anadolu toprağına kalıcı olarak yerleşti. Rumeli’de kalan gayrimenkulleri ve diğer önemli eşyaların pek çoğu da kurtarılamamıştır. Bu savaşlardan sonra hem doğduğu toprakları hem de ailesinden kalan tüm mülkü kaybedenler arasında Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu 1881 Selanik doğumlu Mustafa Kemal Atatürk de vardır.
Mübadelede Türkçe bilmeyen Müslümanlar Rumca bilmeyen Hıristiyanları selamlıyor
Yapılan antlaşma gereği 1923-24 yıllarında gerçekleşen mübadelelerde Yunanistan’da yaşayan yüzbinlerce Müslüman Türk, Türkiye’de bulunan Rumlar ile yer değiştirilir. Bu anlaşma politik açıdan rasyonel bazı gerekçelere dayansa da insani açıdan son derece barbarca bulunmuş ve dönemin insan hakları savunucuları tarafından protesto edilmiştir.
Belki de mübadelenin sosyal çarpıklığını anlatan en güzel hikâye şudur;
İzmir’den hareket eden ve Rumları taşıyan gemi Yunan tarafından gelen ve Türkleri taşıyan gemi ile karşılaşır. Türkleri taşıyan gemide bulunan Müslümanlar “Kalimera!” diyerek bağırıp Rumca selam verirken Rumları taşıyan gemidekiler “Merhaba, Günaydın” şeklinde bağırarak Türkçe karşılık verirler.
Bu hikâyeden de anlaşılabileceği üzere Türkiye’den giden Rumlar da Yunanistan’dan gelen Türkler de büyük acılar yaşamışlardır. Dil ve kültür farklılıkları iki tarafı da öz yurtlarında muhacir durumuna düşürmüştür. Başta barınma olmak üzere Türkiye’ye gelen Müslümanlar büyük zorluklar yaşamışlardır. Türkçe bilmedikleri için iş bulmakta zorlanmışlar ve çoğu büyük fakirlik içinde yaşamışlardır.
Akile Vardar Sezgin, yaşanan acıyı şöyle dizelere dökmüştür;
Gemi yürür, ufukta güneş
Bir başka parlak bugün
Atatürk’ün emri
Başımın tacı
Ah vatan
Anavatan
Biz muhacırlar hep akıncı
Hep öncü
Anadolulu’yduk, olduk Rumelili
Balkanlıydık Avrupalı olarak,
Geliyoruz geri hepimiz birer Atatürk gibi
1950 Bulgaristan’dan gelen Türkler yanlarına neden kürk aldı?
1950 yılına geldiğimizde Anadolu yine bir muhacir dalgasına ev sahipliği yapmıştır. Bulgaristan’da bulunan hükümetin sert politikaları sonrası Türkiye araya girerek Bulgaristan’da yaşayan Türklerin güvenli bir şekilde Türkiye’ye gelmesi için anlaşmıştır. Bulgar hükümeti, Türkiye’ye gidecek kişilerin yanlarına yalnızca kıyafetlerini almalarına izin vermiştir. Bulgaristan’da yaşayan Türkler bunun üzerine ellerindeki tüm parayı vererek pahalı kürkler satın almış ve Türkiye’ye onları giyerek gelmişlerdir. Dışardan bakıldığında zengin bir hanımefendi intibahı uyandıran görüntülerin arkasında aslında hüzün dolu hikâyeler vardır.
Birçok muhacir Türkiye’ye sığınmış, Demokrat Parti hükümeti tarafından hakları korunarak İstanbul ve Bursa gibi büyük şehirlerimize yerleştirilmişlerdir.
İstanbul Kızıl Devrim’den sonra Ruslara da ev sahipliği yapar
İstanbul ve Anadolu’ya sığınanlar yalnızca Müslüman muhacirler değildir. Rusya’da komünistler devrim yaptıktan sonra binlerce Rus gemiye atladığı gibi soluğu İstanbul’da almıştır. Üstelik gelen mülteciler hiç de sıradan kişiler değildir. İçlerinde Rus generaller, Duma üyesi eski vekiller, soylular ve Rus eski zenginleri bulunmaktadır. 1918 yılında İstanbul’da ciddi bir Rus mülteci sorunu ortaya çıkmıştır.
İstanbul’a gelen Rusların önemli bir kısmı eğlence sektöründe çalışır veya küçük çaplı işlerde kendisine yer bulabilir. Beyaz Ruslar olarak anılan bu kesimin yaşadıkları pek iç açıcı değildir. Aslında İstanbul’a daha önce gelen muhacirlerden farklı işler yapmıyor ve daha kötü muameleye uğramıyorlardı; ama pek çoğu Rusya’da zenginken İstanbul’da kapıcı olmuş veya generalken kendisini hamallık yapıyorken bulmuştur.
Suriyeli muhacirler
İstanbul ve Anadolu neredeyse son 2 yüz yıldır mütemadiyen mülteci/muhacir göçü alıyor. İran-Irak Savaşı’nın gerçekleştiği süreçte yaklaşık 1 milyon Iraklı Kürt Türkiye sınırına geçerek misafir edilmiştir.
Son olarak Arap Baharı ile başlayan süreçte Suriye iç savaşı dünyanın her bölgesine milyonlarca Suriyelinin mülteci olarak göç etmesine sebep oldu. Türkiye yaklaşık 3,5 milyon Suriyeliye ev sahipliği yaparak yükün en ağır bölümünü taşıyan ülke statüsünde. Son zamanlarda meydana gelen vakalar tarihte daha önce yaşadığımız benzer tecrübelerden farklı değil, ama en yoğun biçimde yaşanan göç dalgası.
Bütün tarihi örnekler bize şu genellemeyi yapma imkânı veriyor; mülteci/muhacirler çoğunlukla geldikleri bölgelerde şartlar iyileştiğinde kendi topraklarına dönmeyi tercih ediyor. Dönme imkânı olmadığında provokatörler tarafından çatışma ortamı oluşturulur ise sosyal ve siyasal birçok krize sebep olabiliyor.
Sözü kendi öz yurdunda vatansız kalan Mehmet Akif içine düştüğü buhranı anlatan şu dizlerle bitirmek anlamlı olacaktır;
— Eşin var, âşiyânın var, bahârın var, ki beklerdin;
Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
O zümrüd tahta kondun, bir semâvî saltanat kurdun;
Cihânın yurdu hep çiğnense, çiğnenmez senin yurdun.
Bugün bir yemyeşil vâdî, yarın bir kıpkızıl gülşen,
Gezersin, hânümânın şen, için şen, kâinâtın şen.
Hazansız bir zemîn isterse, şâyed rûh-i ser-bâzın,
Ufuklar, bu’d-i mutlaklar bütün mahkûm-i pervâzın.
Değil bir kayda, sığmazsın -kanatlandın mı- eb’âda;
Hayâtın en muhayyel gâyedir ahrâra dünyâda.
Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?
Hayır, mâtem senin hakkın değil... Mâtem benim hakkım:
Asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmez âfâkım!
Tesellîden nasîbim yok, hazân ağlar bahârımda
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish