Arap Maşrık (Ortadoğu) bölgemizde dinî, mezhepsel ve etnik-dilsel kimlikler nasıl açıklanıyor?
Lübnanlı yetkililerin Filistin topraklarında Başpiskopos ilan edilen ve tanınan, açıkça Lübnanlı bir Arap olan Hristiyan piskoposu tutuklaması üzerine aklımdan bu soru geçti.
Görünüşe göre, tutuklama emrini veren yargıcı -ki piskopos ile aynı mezhepten bir Hristiyan- "endişelendiren", piskoposun işgal altındaki Filistin'in kuzeyinden (yani İsrail'den) para ve ilaç taşıdığına dair "şüphe" idi.
Ancak Lübnan'da para ve ilaç bağışçılarının bizzat Hayfa ve Celile bölgesinde yaşayan Lübnanlı Araplar ve Filistinliler olduğu anlatılıyor.
Lübnan'daki zor yaşam koşullarını gören bu insanlar, ellerinden geldiğince kardeşlerine yardım etmeye karar vermişler ve bu emaneti kardeşlerine nakletmesi için de piskoposu görevlendirmişler deniyor.
Olan şu ki, Lübnan'daki nüfuzlu çevreler bu konuda (İsrail'le) "normalleşme" ile başlayıp (Filistin'e) "ihanet" ile sona ermeyebilecek bir "koku" aldıklarını var sayıyorlar.
Oysa aynı taraflar, İsrail doğumlu Amerikan diplomat Amos Hochstein'den Lübnan ile İsrail arasındaki deniz sınırlarının çizilmesini denetleme talebinde bulunmakta hiçbir yanlış görmemişlerdi.
Şu anda vatanseverlik ile ihaneti tanımlama hakkını tekellerinde tutan aynı taraflar, Lübnan yönetimindeki temsilcileri aracılığıyla, Hochstein'ı memnuniyetle karşıladılar, onunla görüştüler ve 23 ile 29 numaralı sınır hatları arasındaki deniz bölgesini ona bağışladılar.
Üstelik Lübnan-İsrail savaşından bu yana Lübnanlı mültecileri ihanetle suçlamaya hevesli olan bu taraflar, 6 yıl önce General Mişel Avn'ın cumhurbaşkanlığı adaylığını kabul ettiler.
Sonra bu makama gelmesi için onu diğerlerine zorla dayattılar. Oysa Avn'ın kendisi her zaman bu "ihanetle suçlanan" mültecilerin başat savunucusu olmuştu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Tüm bunların ötesinde, bugün şunu merak edenler var; eğer temel ölçü "Lübnan'ın egemenliği" ise, Lübnanlı ve Arap bir sivil ve halk girişimi ile ihtiyaç sahiplerine para ve ilaç gönderilmesi vatana ihanet suçu sayılırken, Arap olmayan bir devletin kurumlarından yapılan füze, insansız hava aracı, mühimmat ve kara para aklama transferlerini kabul etmek, kahramanlık, direniş ve onurlu vatanseverlik midir?!.
Gerçek şu ki, büyük uluslararası güçlerin açık suç ortaklığıyla tüm Arap Maşrık bölgesi düzeyinde bölümleri uygulanan yeni yerleştirme komplosu, bölgenin nasıl normların çöktüğü bir kimlikler ve bağımlılıklar çatışması için açık bir arena haline geldiğini, vatanseverlik ve vatana ihanet ile insanlık ve işbirlikçilik arasındaki ayrımın nasıl ortadan kalktığını kısmen açıklayabilir.
Ulusal sınırları üzerinde bir iç uzlaşının olmadığı dünya ülkeleri çoktur.
Bilakis sınır çizgilerinin değişmesi bu ülkelerin tarihi boyunca bir istisna değil, kural olmuştur.
Özellikle de sömürgeciliğin boyunduruğundan kurtulanlar veya büyük eksenlerin egemenliğinden çıkanlar için.
Örneğin Amerika Birleşik Devleti'nin sınırları, 18'inci yüzyılda (1787 ve 1790 arasında) 13 asıl eyaletin bir araya gelmesiyle doğduğu andan 1959'da Alaska ve Hawaii'nin kendisine katılmasına kadar her zaman bir değişim halinde oldu.
Avrupalı yapıların sınırlarına gelince, bunlar birbirini izleyen savaşlar, birbirini takip eden hanedanlıklar, patlak veren dini ve feodal çatışmalarla yüzyıllar boyunca silinip yeniden çizildi.
Dahası Almanya, İtalya ve Belçika gibi günümüzde var olan ülkelerinin ulusal kimlikleri, 19'uncu yüzyılda imparatorlukların bölünmesi ve prensliklerin, dükalıkların ve devletçiklerin birleşmesinin, İspanyolların Aşağı Ülkelerden çıkarılmasının sonucunda doğdular.
1516'dan itibaren Osmanlı egemenliğine giren ve ancak Osmanlı Devleti'nin Birinci Dünya Savaşı'nda yenilmesiyle onun egemenliğinden çıkan Arap Maşrık bölgesinde, bu savaşta galip gelen Batılı güçlerin (o sırada) varmış oldukları biri gizli diğeri aleni iki anlaşmanın nasıl meyve verdiğini biliyoruz.
Bunlar; Sykes-Picot Anlaşması ile Balfour Deklarasyonu'dur.
Bu iki anlaşma, bazı değişikliklerle mevcut yapıların ortaya çıkmasına katkıda bulundu.
Sykes-Picot Anlaşması ayrıca bildiğimiz gibi, Arap Maşrık bölgesindeki Osmanlı vilayet ve mutasarrıflıklarını kaldırdı.
1920'de Irak, Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin'de yeni oluşumlar oluşturdu. Suriye ve Lübnan'ın Fransız mandasına bırakılması karşılığında Irak, Filistin ve Doğu Ürdün Emirliği İngiliz mandası altına girdi.
Bu iki manda yönetimi altında ve iki büyük devletinin çıkarlarına göre, Irak'ın doğusundaki Ahvaz Arap bölgesi 1925'te ülkeden koparılarak İranlılara devredildi.
İngiltere, Filistin'deki Yahudi yerleşiminin sponsoru oldu ve 1948'de resmi olarak İsrail Devleti kuruldu.
Fransa 1939'da, Suriye'nin kuzeybatısındaki İskenderun sancağını Türkiye'ye devretti.
Bu arada, Suriye'deki Fransız mandası bir süreliğine yaşayan Nusayri Arap Alevilerine ve Dürzilere ait iki küçük oluşum da yarattı; "Cebel el-Alevi Devleti" ile "Cebel el-Dürzi Devleti".
Bu iki devletçiğin ömürleri 1943'te bağımsız bir devlet haline gelen (sınırları 1920'de çizilen) "Büyük Lübnan"ın aksine uzun sürmedi.
Tabii ki, haritalar 1948'den sonra da sabit kalmadı.
İsrail 1967'de Filistin'in geri kalanını işgal etti. Ardından da Suriye'deki Golan Tepelerini.
Irak'ta özerk bir Kürt yönetimi doğdu ve 2003'te Irak'ın işgalinden sonra varlığı daha da pekişti.
Öte yandan bölge, Irak'ın İran nüfuzu altına girmesinin ardından gerçek ve geniş kapsamlı demografik değişimlere sahne oldu.
Bu sayede İran, Irak'tan Lübnan ve Suriye kıyılarına uzanan bir "kara koridoru" oluşturdu.
Akdeniz'de stratejik bir koridora sahip oldu ve buradan kendisine Avrupa'ya uzanan ticaret yolları açtı.
Ardından, Tahran'ın Suriye halk ayaklanmasına (2011) karşı indirilen darbeye katılmasından sonraki yıllar içinde, doğuda Ebu Kemal'den başlayarak Büyük Şam'dan geçip kuzeyde Halep'e kadar bir dizi Suriye şehrini kuşatan ve batıda fiilen işgal edilmiş Lübnan'a kadar bu "yerleşimci" koridorun takviye edilmesine başlandı.
Dün Lübnan'da başpiskoposun başına gelenler, sadece "komplo" demeyelim de "karamsarlık" teorilerini doğruluyor.
Washington ve Paris'in -ve tabii ki Tel Aviv'in- Hizbullah'ın ve onun arkasındaki İran Devrim Muhafızları'nın Lübnan, güvenliğini ve otoritesini kontrol eden güç olduğunun farkında olmaması düşünülemez.
Dahası Batılı başkentlerin, İran ile nükleer anlaşmaya geri dönmekte ve bu dönüşü resmi ve aleni olarak İran'ın Arap bölgesindeki yayılmasını durdurma şartına bağlamamakta ısrar etmeleri, istikrarlı ve güvenli bir bölgesel gelecek için iyiye işaret değil.
Öte yandan, son "Tahran üçlü zirvesinde" gördüğümüz ve Batı nüfuzuna karşı koymaya çalışıyor gibi görünen bir eksen var, ama yüzeyin altındaki gerçek, bu eksen ile Batı arasında bir "çıkar çatışması" değil "çıkar kesişmesi"nin varlığına işaret ediyor.
Dolayısıyla mantık, bu garip kesişmenin bedelini tüm oyuncular arasında en zayıf olanın ödeyeceğini söylüyor.
Bu durumda o zayıf oyuncu, sakinleri, kimliği, coğrafi ve siyasi haritası ile bölgenin oluşumları oluyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
Independent Türkçe için çeviren: Sema Sevil