Ukrayna'dan yıkım ve ölüm görüntüleri gelirken ve milyonlarca mülteci ülkeden kaçarken, dünyanın dikkati haklı olarak bir zamanlar pek çok kişinin 21. yüzyılda imkansız olduğunu düşündüğü şeyin dehşetine odaklanmış durumda: Avrupa'da büyük ölçekli modern bir savaş. Ancak bu endişe verici anda, artan jeopolitik gerilimlerin tetikleyebileceği muhtemel diğer çatışmaların arz ettiği tehlikeleri enine boyuna düşünmek ve soğukkanlılıkla yeniden değerlendirmek çok daha önemli. Bunlar arasında en önemlisi ABD'yle Çin arasındaki savaş riski. Zamanımızdan alınacak ibret bu senaryonun artık düşünülemez olmaması.
ABD ve Çin arasındaki güç dengesi değiştiği için 2020'ler artık belirleyici bir 10 yıl olarak görünüyor. Her iki ülkenin stratejistleri de bunu biliyor. Pekin ve Washington'ın yanı sıra diğer başkentlerde siyasete yön verenler için de 2020'ler tehlike altında yaşamanın 10 yılı olacak. Bu iki dev temel çıkarlarına ihanet etmeden bir arada yaşamanın bir yolunu bulursa, dünya daha iyi olacak. Başarısız olurlarsa diğer yolda bugün Ukrayna'da gördüğümüzden çok daha yıkıcı bir savaş olasılığı ve 1914 'te olduğu gibi, geleceği hayal bile edemeyeceğimiz şekillerde yeniden yazacak bir savaş yatıyor.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Gelecek 10 yıl içinde Çin ve ABD arasında silahlı çatışma henüz muhtemel görünmese de gerçek bir olasılık haline geldi. Bunun nedeni kısmen iki ülke arasındaki güç dengesinin hızla değişmesi. Kısmen de 2014'te Şi Cinping'in Çin'in büyük stratejisini esasen savunmacı bir duruştan ülkenin çıkarlarını dünya çapında ilerletmeyi amaçlayan daha etkin bir politikaya dönüştürmesinde yatıyor. Bir diğer yandan da bu, ABD'nin 2017'den bu yana Trump ve Biden yönetimlerinin yeni bir stratejik rekabet çağı olarak adlandırdığı tamamen yeni bir Çin stratejisini benimsemesinden kaynaklanıyor. Bu faktörlerin birleşimi Çin ve ABD'yi önümüzdeki 10 yılda fikir ayrılığı yaşayacağı bir rotaya sokuyor.
ABD-Çin ilişkisinin uzun evriminde, ciddi analistlerin ve yorumcuların bir tür kriz, çatışma ve hatta savaşın kaçınılmaz olduğunu giderek daha fazla varsaydığı bir noktaya geldik. Bu tehlikeli bir düşünce. Eğer ciddi bir şekilde incelersek diplomatik tarihin sağladığı fayda kendimizi konuşarak krize sokma riskinin gerçek olduğunu göstermesidir. Kaçınılmazlık söylemi kök salıyor, karşılıklı şeytanlaştırma artıyor ve kamu politikası tepkisi her zamankinden daha zor algılanır bir şekilde savaşı önlemekten ona yönelik hazırlık yapmaya kayıyor. Avrupa uluslarının 1914'te uyurgezer biçimde savaşa sürüklenmesi hepimiz için ibret olarak kalmalı.
Kanımca savaşa dair kaçınılmaz hiçbir şey yok. Tarihin bazı derin, hayali, geri döndürülemez güçlerinin esiri değiliz. Savaştan kaçınmak için elimizdeki en iyi fırsat, diğer tarafın stratejik düşüncesini daha iyi anlamak ve karşılıklı caydırıcılıkla güçlendirilmiş sürekli bir çekişme hali olsa bile, ABD ve Çin'in rekabetçi bir şekilde birlikte var olabileceği bir dünya planlamak. Siyasi liderlerin silahlı çatışmaya başvurmak yerine rekabetçi bir yarışa başkanlık etmekle yetkilendirildiği bir dünya.
Gerçekten de önümüzdeki 10 yılda barışı koruyabilirsek siyasi koşullar nihayetinde değişebilir ve stratejik düşünce gezegeni ilgilendiren daha geniş zorluklar karşısında zamanla gelişebilir. Sonrasında liderlerin, hepimizin karşı karşıya kaldığı varoluşsal küresel zorlukların üstesinden gelmek için çatışma yerine işbirliğine öncelik veren farklı bir düşünce tarzı (Çince terimi siwei) hayal etmesi mümkün olabilir. Ancak bunu yapmak için önce mevcut 10 yılı birbirimizi yok etmeden atlatmalıyız.
Mandarin Çincesi ve Çin tarihi üzerine uzmanlaştığım, Avustralya Ulusal Üniversitesi'ndeki lisans dereceme başladığım 18 yaşımdan bu yana Çin'e çok ilgi duyuyorum. Farklı diplomatik görevler aracılığıyla Pekin, Şanghay, Hong Kong ve Taipei'de yaşadım, çalıştım ve Çin genelinde pek çok arkadaşlık geliştirdim. Son 40 yılda Avustralya başbakanlığı görevim dahil Çin ve Tayvan'a düzenli olarak seyahat ettim, Şi Cinping ve diğer üst düzey Çinli liderlerle bizzat görüştüm. Mao sonrası dönemin insanlığın dörtte birini yoksulluktan kurtarmaktaki ekonomik başarılarının yanı sıra olağanüstü felsefi, edebi ve sanatsal gelenekleri dahil Çin'in klasik medeniyetine hayranlık duyuyorum.
Aynı zamanda 30 milyon kişinin açlıktan ölmesine neden olan 1958'deki Büyük İleri Atılım sırasında Mao'nun ülkeye verdiği tahribatları, milyonlarca kişinin daha ölmesine ve paha biçilmez kültürel mirasın yok edilmesine yol açan Kültür Devrimi'ni ve günümüze kadar devam eden insan hakları ihlallerini derinden eleştiriyorum. Mayıs 1989'un sonlarında Tiananmen Meydanı'nda toplanan binlerce genç yüz hâlâ aklımdan çıkmıyor. Tanklar 4 Haziran'da meydana girmeden önce bir haftanın büyük bir bölümünü meydandakilerin arasında yürüyerek ve onlarla konuşarak geçirdim. Yıllar boyunca hakikaten tüm bunları halının altına nazikçe süpüremeyecek kadar çok okudum ve gördüm.
Avustralya başbakanı olarak 2008'deki ilk ziyaretimde Pekin'e döndüğümde tam da bu nedenle bütün bir insan hakları sorununu göz ardı edemedim. Pekin Üniversitesi'nde halka açık biçimde Çince konferans verdiğim ilk gün, Çin geleneğindeki dostluğun en iyi klasik ilkelerinin (zhengyou kavramı) arkadaşların ilişkiyi bozmadan birbirleriyle samimiyetle konuşabilmeleri anlamına geldiğini savundum. Bu ilkeleri akılda tutarak konuşmamın ortasında Tibet'teki insan hakları ihlallerini gündeme getirdim.
Çin Dışişleri Bakanlığı'nın tepesi attı. Her zaman ne yapıyorlarsa onu yapan ve "Bahsedilemeyecek şeylerden bahsederek Çinli ev sahiplerimizi nasıl üzersiniz?" diye soran Avustralya siyasi zümresi, iş dünyası ve medyasının daha miskin üyeleri de öyle. Cevap basitti: Çünkü bu ihlaller gerçekti ve bunu görmezden gelmek, herhangi bir ülkenin Çin Halk Cumhuriyeti'yle ilişkisinin karmaşık gerçekliğinin bir kısmını görmezden gelmekti.
Tıpkı Çin'de yaşadığım gibi, ABD'de de yaşadım ve bu ülke ve halkına karşı derin bir sevgi besliyorum. İki ülke arasındaki farklılıkların samimiyetle farkındayım, ancak sahip oldukları benzer büyük kültürel değerleri de gördüm: Aile sevgisi, Çinli ve Amerikalıların çocuklarının eğitimine verdikleri önem ve hem arzu hem de sıkı çalışmanın itici güç olduğu enerjik girişimci kültürleri.
ABD-Çin ilişkilerini anlamaya yönelik hiçbir yaklaşım entelektüel ve kültürel önyargılardan arınmış değil. Çin tarihi ve düşüncesine yönelik tüm eğitimime rağmen, kaçınılmaz olarak ve pişmanlık duymayan biçimde Batı'nın yarattığı biriyim. Bu nedenle Batı'nın felsefi, dini ve kültürel geleneklerine aidim. Hem başbakan hem de dışişleri bakanı olarak görev yaptığım ülke, 100 yılı aşkın bir süredir ABD'nin müttefiki ve Amerika'nın II. Dünya Savaşı'nın küllerinden inşa ettiği liberal uluslararası düzenin devamını aktif olarak destekliyor. Yine de ABD'yle ittifakın Amerikan politikasının her unsuruna otomatik olarak uymayı zorunlu kıldığı yönündeki görüşü asla kabul etmedim. Washington'ın baskısına rağmen siyasi partim, Avustralya İşçi Partisi hem Vietnam savaşına hem de Irak'ın işgaline karşı çıktı. Amerikan iç siyasetinin başarısızlıklarından ve Amerikan toplumunda giderek arttığını gördüğümüz sürdürülemez ekonomik eşitsizliklerden de memnun değilim.
ABD-Çin ilişkileri hakkında verdiğim hüküm, ne yazık ki Çin ve Amerikan kamusal hayatının giderek daha belirgin bir özelliği haline gelen şoven milliyetçiliğe karşı kişisel nefretimi de yansıtıyor. Bu, bazıları için duygusal olarak tatmin edici ve bazıları için de politik açıdan faydalı olabilir, ancak hiçbir şekilde hayır getirmez. En önemlisi de uluslararası ilişkiler söz konusu olduğunda milliyetçilik gerçekten de çok tehlikeli bir şey.
ABD-Çin ilişkilerinin mevcut durumu, uzun ve tartışmalı bir tarihin ürünü. Yüzyıllar boyunca ortaya çıkan şey, genellikle farklı siyasi ve stratejik zorunluluklar karşısında çöken abartılı umut ve beklenti dönemlerinin takip ettiği karşılıklı anlayışsızlık ve şüphe temasının yinelenmesi. Geçen 150 yılda her iki taraf da ilişkideki başarısızlıklardan diğerini sorumlu tuttu.
En dar anlamıyla Çin'le ABD arasındaki modern ilişki, ortak ekonomik çıkarlara bel bağladı. Diğer zamanlarda, bu dayanak ortak bir düşman karşısındaki ortak hedefler hissiyle desteklendi. Bu düşman ilk başta Sovyetler Birliği'ydi ve 11 Eylül'den sonra, çok daha sınırlı ölçüde, militan İslamcılık oldu. Daha yakın zamanlarda, Çin ve ABD küresel finansal istikrar ve iklim bozulmasının etkilerine dair ortak endişeler geliştirdi. İnsan haklarıysa her zaman temel bir sürtüşme noktası olarak kaldı. Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) zaman zaman çeşitli siyasi liberalleşme biçimleriyle flört etmesine rağmen birbirlerinin siyasi sistemlerine karşı en iyi ihtimalle somurtkan bir tolerans gösterdiler. Uzun zamandır ekonomik, jeostratejik ve çok taraflı olmak üzere bu çeşitli sütunlar ilişkiyi nispeten sağlam bir şekilde desteklemek için bir araya geldi. Ancak son 10 yılda her sütun birer birer çatladı.
Eğitimli elitler dahil çoğu Amerikalı, Çin Halk Cumhuriyeti'ndeki politikanın nasıl işlediğini anlamakta zorlanıyor. Ve Amerika'nın Çin'in kültürel kanonuna, logografik diline, kadim etik prensipleri ve çağdaş komünist liderliğine aşina olmaması Amerikalıların küresel liderlik gömleği için yeni ortaya çıkan bu rakip hakkında belirsiz ve güvensiz hissetmesine neden olabilir.
Güvensizliğin yarattığı bu yarık uzun yıllardır büyümekte. Washington artık Çin'in kendinden menkul "barışçıl yükselişine" inanmıyor. Özellikle ABD ulusal güvenlik müesses nizamı artık ÇKP'nin siyasi veya stratejik düşmanlarını aldatma konusunda hiçbir zaman esef duymadığı görüşünde. ABD bu tür bir dili diplomatik bir hileden biraz daha fazlası olarak görürken, Çin askeri güçle desteklenmiş nüfuzunu tüm dünyaya yayıyor. Bu, Çin saldırganlığının gerçekliğinin kanıtı olarak Güney Çin Denizi'ndeki ada iadesine, Hint Okyanusu etrafındaki Çin deniz üslerinin inşasına ve ABD hükümetine yapılan Çin siber saldırılarına işaret ediyor.
Her iki taraf da diğerini suçlu olarak gösteriyor. Pekin, Washington'ın Çin'in yükselişini "kontrol altına almakla" ilgilenmediği iddialarına inanmıyor. Kanıt olarak Çin, ABD'nin bu silahları azaltmak için tekrar tekrar verdiği sözlere rağmen Tayvan'a yaptığı silah satışlarını artırdığına, Pekin'in ekonomisini felce uğratmak için ortak bir çaba olarak gördüğü ticaret savaşına ve Çin'in teknolojik ilerlemesini engelleme çabası olarak düşündüğü Huawei'ye karşı Amerikan kampanyasına işaret ediyor. Pekin, Washington'ın kendisi ve Güney Çin Denizi'ndeki müttefikleri için yaptığı denizcilik özgürlüğüne dair ısrarını Çin'in egemen olduğu sulara düşmanca müdahale olarak değerlendiriyor.
Peloponez Savaşı Tarihi'nde, antik Yunan tarihçisi Thukididis, "Atina'nın yükselişi ve bunun Sparta'ya aşıladığı korkunun savaşı kaçınılmaz kıldığı" sonucuna varmıştı. Bunu başlangıç noktası olarak kabul eden Harvard'da siyaset bilimi profesörü Graham Allison, Thukididis Tuzağı kavramını geliştirdi. Allison, bunu "yükselen bir güç bir iktidarı yerinden etmekle tehdit ettiğinde ortaya çıkan doğal, kaçınılmaz bir kargaşa" diye açıklıyor. Allison'ın bu dinamiğin mevcut olduğu çoklu tarihsel vaka çalışmalarının incelenmesine dayanan modeline göre savaş çıkma ihtimali çıkmama ihtimalinden daha yüksek.
Thukididis'in Tuzağı'nın birçok unsuru bugünün ABD-Çin ilişkisinde birçok açıdan zaten mevcut. ABD ve Çin arasında bir tür Soğuk Savaş 2.0'a dönüşen ve buna karşılık sıcak bir savaşı tetikleme riski taşıyan bir dizi olayı tahmin etmek nispeten kolay. Örneğin bilgisayar korsanları muhtemel ölümcül sonuçlara yol açacak biçimde boru hatları ve elektrik şebekelerinden hava trafiği kontrol sistemlerine kadar diğer tarafın altyapısını devre dışı bırakabilir. Daha geleneksel askeri karşı karşıya gelişler de olasılık dahilinde. ABD'nin korumaya yemin ettiği Asyalı müttefikleri var ve Çin'in hırsları bu ittifaklara karşı direniyor. Tayvan'dan Güney Çin Denizi'ne, Filipinler'den Doğu Çin Denizi'ne ve Japonya'ya kadar Çin, ABD savunma kararlılığının sınırlarını giderek daha fazla test ediyor.
Pekin'in ordusunun modernizasyonu ve genişletilmesindeki başlıca amacı gelecekte Tayvan'daki beklenmedik durumlara hazırlanmak olsa da, Amerikan görüşüne göre Çin'in artan askeri, deniz, hava ve istihbarat yetenekleri daha geniş Hint-Pasifik bölgesi ve ötesinde ABD'nin askeri üstünlüğüne karşı çok daha kapsamlı bir meydan okumayı temsil ediyor.
ABD için en büyük endişe kaynağı, Çin donanmasının hızla genişlemesi ve modernleşmesi ve büyüyen denizaltı yeteneklerinin yanı sıra Çin'in tarihinde ilk kez, kıyı sularının ötesinde kuvvet aktarma yeteneklerine sahip bir açık deniz filosunun geliştirilmesi. Bu, Çin'in Güneydoğu Asya, Güney Asya ve Doğu Afrika'ye ve Kızıldeniz'de Cibuti'ye kadar uzanan tüm yol boyunca dostları ve ortaklarının sağladığı bir dizi uygun limanla zenginleştirilmiş Hint Okyanusu üstünde erişimini genişletmesini sağladı. Buna, Rusya'nın uzak doğusu, Akdeniz ve Baltık Denizi'ndeki son ortak kara ve deniz tatbikatları dahil olmak üzere Rusya'yla askeri ve deniz işbirliğinin daha geniş bir modeli de eklendi. Bunlar, Amerikan askeri düşünürlerinin Çinli stratejistlerin Tayvan Boğazı'ndan çok daha geniş emelleri olduğu sonucuna varmalarına neden oldu.
Güç dengesindeki değişiklikler hikayenin bir parçası. Diğeriyse Çin liderliğinin değişen karakteri. Mao'dan beri Çin şu andaki kadar güçlü bir lidere sahip değildi. Şi'nin etkisi partinin ve devletin her kademesine nüfuz ediyor. Siyasi olarak kurnaz ve acımasız bir şekilde iktidarı ele geçirdi. Tek bir örnek vermek gerekirse, parti genelinde yürüttüğü yolsuzlukla mücadele kampanyası ülkenin neredeyse endüstriyel düzeydeki yolsuzluğunu "temizlemeye" yardımcı oldu. Bu ayrıca, partiden ihraç edilme ve ömür boyu hapis cezasına çarptırılma yoluyla, Şi'nin mutlak otoritesini aksi takdirde tehdit edebilecek neredeyse tüm rakipleri "temizlemesini" sağladı.
Çin'in serbest piyasa ekonomisini benimsediğinde bir gün liberal bir demokrasi olacağını hayal eden Amerikalılar için, Çin'in yeni liderliği radikal bir ayrılışı temsil ediyor. Washington'a göre Şi, Çin'in kendisini daha açık, hoşgörülü, liberal bir demokratik devlete dönüştürme yönündeki her türlü yapmacıklığını terk etti. Şi ayrıca daha az piyasa odaklı ve özel sektör yerine devlet teşebbüslerine öncelik veren otoriter kapitalizm modelini benimsedi ve partinin iş dünyası üzerindeki kontrolünü sıkılaştırıyor. Pekin uluslararası düzenin şartlarını yeniden yazmaya kararlı görünse de ABD, Şi'yi Çin milliyetçiliğinin alevlerini giderek daha fazla Amerikan karşıtı bir şekilde körüklediğini de görüyor. ABD, Şi'nin Pasifik'in batısındaki statükoyu değiştirmeye ve doğu yarımkürede bir Çin etki alanı oluşturmaya kararlı olduğunu düşünüyor.
Washington, Şi'nin iç siyasi modelini Çin ekonomisinin küresel çekim gücünden yararlanarak gelişmekte olan dünyanın geri kalanına ihraç etmeye karar verdiği sonucuna da vardı. Nihai hedef, Çin ulusal çıkarları ve değerleriyle çok daha uyumlu bir uluslararası sistem oluşturmak. Son olarak ABD, Çin'in resmi dünya görüşündeki bu değişikliklerin, giderek ABD'yle kendi seçtiği bir çarpışma rotasına giren güçlü bir Çin parti devleti tarafından desteklendiği sonucuna vardı.
Tabii ki Çin bunu böyle görmüyor. Şi'nin görüşü, Çin'in siyasi-ekonomik yönteminde yanlış bir şey olmadığı ve Pekin'in bunu gelişmekte olan dünyadaki diğerlerine öykünmeleri için sunarken, başka hiçbir devleti "zorlamadığı" yönünde. Şi, Batı demokrasilerinin Kovid-19 pandemisi gibi temel zorluklarla başa çıkmadaki önemli başarısızlıklarına dikkat çekiyor. Çin'in, özellikle Tayvan üzerinde uzun süredir devam eden toprak iddialarını güvence altına almak için ordusunu modernize ettiğini savunuyor ve Çin ekonomisini ulusal çıkarlarını ilerletmek amacıyla kullandığı için özür dilemiyor. Ne de yeni bulduğu küresel gücünü, uluslararası sistemin kurallarını ve bunu destekleyen çok yönlü kurumları yeniden oluşturmak amacıyla kullandığı için af diliyor, bunun II. Dünya Savaşı'ndan sonra muzaffer Batılı güçlerin tam olarak yaptığı şey olduğunu savunuyor.
ÇKP'nin Şi yönetimi altındaki hedefi, 2035'e kadar Çin'in kişi başına düşen GSYİH'sını "diğer orta derecede gelişmiş ülkeler seviyesine" çekmek. Çinli ekonomistler bu seviyeyi tipik olarak 20 bin ila 30 bin dolar arasında bir yere veya Güney Kore'dekine benzer bir seviyeye yerleştiriyor. Bu, Çin ekonomisinin boyutunun iki veya üç katına çıkmasını gerektiriyor. Partinin beş yıllık başkanlık süreçlerindeki iki dönem sınırını kaldırmaya yönelik tartışmalı 2018 kararı göz önüne alındığında, Şi 2020'ler boyunca ve 2030'lara kadar Çin'in en önemli lideri olarak kalabilir. Çin'in, bir asırdan fazla bir süredir küresel ekonomik hakimiyetin ardından nihayet ABD'nin yerini alarak dünyanın en büyük ekonomisi haline gelmesi muhtemelen o görevdeyken olacak. Küresel güç dengesindeki bu değişimle birlikte Şi, önümüzdeki 15 yıl boyunca artan bir dizi küresel hırs peşinde koşmaya dair muhtemelen cesaretlenmiş hissedecek. Hiçbir şey onun için Tayvan'ın Pekin'in egemenliğine geri dönüşünü görmekten daha önemli değil.
Çin liderliğinin gözünde, Şi'nin ulusal ve küresel hedeflerini temelden bozabilecek tek bir ülke var. O da ABD. Bu nedenle ABD, Çin Komünist Partisi stratejik düşüncesinde merkezi konumu işgal etmeye devam ediyor.
Şi, ABD anlayışında acemi değil. Daha önceki siyasi kariyeri boyunca ABD'yi ziyaret etti, kıdemsiz bir memur olarak kamuoyunca bilinen bir şekilde Iowa kırsalında bir aileyle kaldığı 1980'lerdeki bir keresinde ve 20 yıldan uzun bir süre sonra, Çin Başkan yardımcısı olarak, o zamanki ABD Başkan Yardımcısı Joe Biden tarafından çeşitli Amerikan şehirlerine ve eyaletlerine düzenlenen bir haftalık bir ziyarette ağırlandı. 2010'da Şi tek çocuğunu lisans derecesi alması için Harvard Üniversitesi'ne gönderdi. Şi ayrıca siyasi kariyeri boyunca Pekin ve eyaletlerde birden fazla ABD heyetine ev sahipliği yaptı.
Tüm bunlara rağmen Şi ne İngilizce konuşuyor ne de okuyor. ABD hakkındaki anlayışına her zaman, doğruluğu veya ince ayrıntıları bilinmeyen resmi Çin çeviri kaynakları aracılık etti. Ve Çin'in dış politika bürokrasisi ve istihbarat topluluğunun ürettiği resmi bilgilendirmeler, ABD'yi nadiren iyi niyetli bir şekilde görüyor. (Şi'yi kızdırmaktan korkan Çinli yetkililer, onun duymak istediğine inandıkları şeye uyan analizler de sunuyor.)
Yine de, Şi'nin ABD'ye dair doğrudan deneyimi, Joe Biden da dahil olmak üzere herhangi bir Amerikalı liderin Çin'e dair doğrudan deneyimini aşıyor. Hiçbir Amerikan lideri Çince konuşmadı veya okumadı ve hepsi de benzer şekilde ara kaynaklara bel bağladı. Mandarince bilen biri olarak, ülkemin dışişleri bakanı ve başbakanıyken meslektaşlarımla ve diğer Çinli yetkililerle kendi dillerinde doğrudan iletişim kurabildiğim için şanslıydım. Gelecekte daha fazla Batılı siyasi liderin bunu yapması gerekecek.
Birçok nedenden dolayı, Amerikan stratejik topluluğunun çoğu Çin'in barışçıl yükselişi veya barışçıl gelişimi fikrini önemsemiyor. Bunun yerine pek çoğu, elbette Çin stratejik yönünü değiştirmezse, bir tür silahlı çatışma veya Pekin'le karşı karşıya gelmenin kaçınılmaz olduğuna inanıyor. Şi'nin liderliğinde, böyle bir değişikliğin neredeyse imkansız olduğu düşünülüyor. Bu nedenle Washington'da soru artık bu tür bir karşı karşıya gelişten kaçınılıp kaçınılamayacağı değil, bunun ne zaman ve hangi koşullar altında gerçekleşeceği. Ve büyük ölçüde, bu Pekin'deki durumu da yansıtıyor.
Bu nedenle, Çin'in ve ABD'nin dostlarının, yüzyılımızın uluslararası ilişkilerinin en zor sorusu haline gelen şeyi düşünmek için ahlaki ve pratik bir yükümlülüğü var: Washington ve Pekin arasındaki değişen güç ilişkilerini kabul ederken son çeyrek yüzyılda güvence altına aldığımız barış ve refahı nasıl koruyabiliriz? 1945'ten bu yana uluslararası ilişkileri destekleyen kurallara dayalı düzenin bütünlüğünü sürdürürken, büyük güçler arasındaki barışı korumaya yardımcı olabilecek potansiyel stratejik çıkış yollarını veya en azından güvenlik bariyerlerini belirlemeliyiz.
Lenin'den bir soru ödünç almak gerekirse: "Ne yapmalı?" İlk adım olarak, her iki taraf da eylemlerinin diğer tarafça nasıl okunacağına dikkat etmeli. Şu anda, her iki taraf da bu konuda kötü. En azından, stratejik dilin, eylemlerin ve diplomatik ilişkinin her iki tarafın siyasi kültürü, sistemleri ve seçkinleri içinde nasıl yorumlanacağına dikkat etmeliyiz.
Bununla birlikte, yeni bir karşılıklı stratejik okuryazarlık düzeyi geliştirmek sadece başlangıç. Aşağıdakiler, Washington ve Pekin arasında birbiriyle bağlantılı üç görevi yerine getirebilecek ortak bir stratejik çerçeve inşa etmenin sıkı çalışması olmalı:
1) Birbirlerinin stratejik kırmızı çizgilerinde (örneğin Tayvan üzerinde) gezinmek için prensipler ve prosedürler üzerinde anlaşmak. Bu çizgiler yanlışlıkla aşılırsa muhtemelen askeri kızışmayla sonuçlanır.
2) Olgunlaşmış stratejik rekabetin yeni normal olarak kabul edildiği alanları – dış politika, ekonomi politikası, teknolojik gelişim (örn. yarı iletkenler)- karşılıklı olarak belirlemek.
3) Devam eden stratejik işbirliğinin (örneğin, iklim değişikliği konusunda) hem kabul hem de teşvik edildiği alanları tanımlamak.
Elbette bunların hiçbiri tek taraflı ilerleyemez. Bu, ancak iki ülke başkanları tarafından ilişkilerde kapsamlı bir sorumlulukla görevlendirilen üst düzey müzakereciler tarafından iki taraflı olarak yapılabilir. Bu türden tüm anlaşmalarda olduğu gibi, şeytan elbette ayrıntılarda ve bunun uygulanmasında yatıyor. Böyle bir çerçeve güvene bağlı olmayacaktır. Yalnızca her ülke tarafından halihazırda uygulanmakta olan gelişmiş ulusal doğrulama sistemlerine dayanacaktır. Başka bir deyişle, bu düzenlemelerin bütünlüğü, Ronald Reagan'ın Sovyetler Birliği'yle ısrar ettiği ünlü "güven ama doğrula" yaklaşımına değil, aksine tek başına "doğrulama" yaklaşımına bağlı olacaktır.
Bu tür bir ortak stratejik çerçeve krizi, çatışmayı veya savaşı engellemeyecektir. Ama olasılıklarını azaltacaktır. Elbette, çerçevenin tamamen ihlal edilmesi kapsamında bir tarafın diğerinin varlıklarına karşı önceden planlanmış herhangi bir gizli saldırıyı da engellemeyecektir. Ancak ortak bir çerçeve denizde, havada veya siber uzayda kaza sonucu meydana gelen olaylarda gerginliği veya gerginliğin düşürülmesini yönetmeye yardım edebilir.
Üzerinde anlaşmaya varılan herhangi bir ortak çerçevenin Çin ve ABD'nin diğerine karşı strateji geliştirmesini engelleyeceğine inanacak kadar saf değilim. Ancak ABD ve Sovyetler Birliği, Küba Füze Krizi'nin neredeyse ölümle sonuçlanacak deneyiminden sonra, nihayetinde karşılıklı yok oluşu tetiklemeden kendi zorlu ilişkilerini yönetmek için bir çerçeve üzerinde anlaştı. Bugün ABD ve Çin arasında da aynı şeyi yapmak mümkün. Gözetimli stratejik rekabet fikri bu umuttan kaynaklanıyor.
Kuşkusuz, dünyanın geri kalanı, Pekin ve Washington arasında ikili seçimler yapmaya zorlanmayacakları bir geleceği memnuniyetle karşılayacaktır. Büyük küçük her ülkenin kendi toprak bütünlüğüne, siyasi egemenliğine ve refaha ulaşma yollarına güvendiği bir küresel düzeni tercih ederler. Aynı zamanda, hiçbir ulusun tek başına çözemeyeceği, zamanımızın büyük küresel zorlukları üzerinde hareket edebilen, işleyen bir uluslararası sistemin istikrarı desteklediği bir dünyayı tercih edeceklerdir. Bunun hâlâ mümkün olup olmadığına Çin ve ABD arasında bundan sonra yaşanacaklar karar verecek.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.theguardian.com/world
Independent Türkçe için çeviren: Esra Güngör