Türkiye'de nitelikli bilimsel çalışma yapmak neden zor?

Nitelikli bilimsel çalışmalara imza atan bilim insanları, Türkiye'de bilimsel çalışmaların gelişmesi için neler yapılması gerektiğini Independent Türkçe'ye anlattı

Kolaj: Independent Türkçe

Ülkemizde bilimsel çalışma sayısı her geçen gün artıyor. Ancak araştırmaların niteliklerinde aynı oranda artış gözlenmiyor.  

Bilim insanları, bilimsel çalışma yaparken karşılaşılan engellerin, nitelikli araştırmaların sayısının az olmasına neden olduğunu söylüyor. 

Bu engellerin başında da sadece unvan için makale yayınlanması ve ekonomik yetersizlikler yer alıyor. 

Türkiye'de nitelikli bilimsel çalışma yapmak için neler gerekiyor? Nasıl kaynak bulunmalı ve sistemde neler değişmeli? 

Nitelikli bilimsel çalışmalara imza atan bilim insanlarıyla, Türkiye'de nelerin değişmesi gerektiğini konuştuk.    


"Özellikle bizim ülkemizde uzun dönem getirisi olabilecek çalışmalara çok fazla değer verilmiyor"

2010 yılında Türkiye'nin ilk çift kol naklini, 2011 yılında dünyanın ilk kadavradan rahim nakli ve 2012 yılında Türkiye'nin ilk yüz nakli yapan ekibin başı olan Prof. Dr. Ömer Özkan, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nden mezun olduktan sonra aynı üniversitede ihtisasını tamamladı.

Yaklaşık 20 yıldır Akdeniz Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik, Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahi Ana Bilim Dalı'nda çalışmalarını sürdüren Özkan, özellikle mikrocerrahi organ doku nakli alanında çalışmalarını yoğunlaştırıyor.  
 

Prof. Dr. Ömer Özkan,.jpg
Prof. Dr. Ömer Özkan


"Türkiye'de nitelikli araştırma yapmak zor değil ama bazı önemli kısıtlayıcı noktalar var" diyen Prof. Dr. Ömer Özkan, "En önemlisi yetişmiş, yapılacak iş için özellikli tecrübeli donanımlı insan gücünün çok fazla olmaması. Maalesef bilimle uğraşacak insanların, kendi geleceklerini garanti de görmüyor olabilecekleri çünkü, özellikle bizim ülkemizde uzun dönem getirisi olabilecek çalışmalara çok fazla değer verilmiyor. Kısa zamanda ürün sahibi olabileceğimiz işler için kaynaklar ayrılıyor. Uzun dönemli planlamalar yapılmıyor. Uzun dönemde çalışacağı zamanda çalışacak kişinin hayatını idame ettirebilecek kaynakları o kişiler için mutlaka sağlamamız gerekir. Yani bilimle uğraşan insanların gelecekle ilgili kendi yaşamlarında, özel yaşamlarında maddi sıkıntılar çekmeyeceklerinin güvencesi olması gerekir. Bunun için geleceği parlak, zeki ve genç yaştaki öğrencilerin bilime yönlendirilmeleri ve bazı güvenceler verilmesi gerekiyor. Bu şekilde yönlendirme yapılamayan gençler ya daha basit ya da kolay para kazanılabilen alanlara yönelebiliyorlar. Yine de ille de bilim yapacağım bir şeyler öğreteceğim diyen insanlar maalesef yurtdışına gidip dönmeyebiliyorlar. Kısacası yetişmiş insan alt yapısının mutlaka bir an önce oluşturması gerekir. Yani bilim insanı yetiştirmemiz gerekir. Belki de bu konuda ciddi bir seferberlik ve planlama toplum için, ülkemiz için çok faydalı olacak" diyor.


"Pandeminin oluşturduğu algıda bilimin önemi, tüm toplum tarafından bir miktar daha fazla anlaşılabilir duruma geldi"

İnsan gücü oluşturulduğu taktirde diğer önemli bir sorun olan maddi kaynakların günümüz şartlarında çok önemli bir hız kısıtlayıcı basamak olmayacağını söyleyen Prof. Özkan, "Özellikle son dönemde pandeminin oluşturduğu algıda bilimin önemi, tüm toplum tarafından bir miktar daha fazla anlaşılabilir duruma geldi. O nedenle herhangi bir çalışma yapılmak istendiğinde, buradan bir ürün çıkma ihtimali varsa, kaynak bulma ihtimali hem devlet bazında hem de özel sektörde biraz daha kolay olacak" şeklinde yorumda bulunuyor.

Kaynak bulmanın her zaman her ülkede zor olduğunu kaydeden Özkan, "Uğraştığınız, emek harcadığınız zaman biraz da kendinizi ispatladığınız zaman insanların, otoritenin size destek olma ihtimali yüksek. Biz de bu imkanları en verimli şekilde kullanmaya çalışıyoruz" diyor. 


"Bilimin önemli olduğu ve bilimde kuvvetli olan toplumların her zaman bir basamak daha önde olacağı bilinci genç yaşlardan itibaren topluma kazandırılmalı"

Toplumun bilinçlendirilmesi ve farkındalık yaratılmasının önemine dikkat çeken Özkan, "Bilimin önemli olduğu ve bilimde kuvvetli olan toplumların her zaman bir basamak daha önde olacağı bilinci, genç yaşlardan itibaren topluma kazandırılmalı" şeklinde öneride bulunuyor.  

"Nitelikli insan gücünün çok hızlı bir şekilde oluşturulması ve eksiklerin giderilmesi için tüm çabalar sarf edilmeli" diyen Prof. Dr. Özkan, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Gerekirse yurt dışı destekler alınması, yurtdışında olan vatandaşlarımızdan katkısı olacağına inandıklarımızın ülkemize dönüşleri için çaba harcanmalı. İmkanların genişletilmesi, toplumun ilim ve bilim için gerekli desteğinin sağlanması için belki de bir seferberlik başlatılması ya da imkanı olan insanların bu konuya destek olmalarının önünü açılması gerekiyor. Hepsinden önemlisi de insanların yeteneği olan ilgisi olan gençlerin bilime yönlendirilmesi için özendirilmesi için maddi ve manevi her türlü desteğin sağlanması gerekir.


"Üniversitelerde, hiçbir bilimsel faaliyette bulunmadan kadro işgal eden birçok akademisyen var"

Ekoloji alanında çalışan, özel olarak da yangın ekolojisi ve bitki ekolojisi konusunda çalışan Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu, Hacettepe Üniversitesi Biyoloji Bölümü'nden mezun olduktan sonra ekoloji alanında yüksek lisans ve doktorasını tamamladı.

Aynı üniversitede öğretim üyesi olarak çalışmalarına devam eden Tavşanoğlu, 15'in üzerinde yüksek lisans ve doktora öğrencisinden oluşan kendi araştırma grubunu yönetiyor ve ekolojinin çok farklı alanlarında bilimsel araştırmalar gerçekleştiriyor.
 

Prof. Dr.  Çağatay Tavşanoğlu, .jpg
Prof. Dr. Çağatay Tavşanoğlu


"Türkiye'de bilimsel araştırmalar üniversite merkezli olarak yürütülmekte, araştırma enstitüleri diğer gelişmiş ülkelerdeki kadar yaygın değil" diyen Tavşanoğlu, "Bu nedenle, bilim insanları üniversitelerdeki diğer akademik ve idari görevleri de bilimsel araştırmalar ile aynı anda yürütmek zorunda kalıyorlar. Bu da Türkiye'deki bilim insanlarının nitelikli araştırma yapmak için gerekli zamanı ve konsantrasyonu ayırmada zorluklar yaşamasına yol açıyor. Ancak, Türkiye'de nitelikli araştırma yapan çok değerli bilim insanları bulunuyor ve her geçen gün bilimsel nitelik konusunda ilerlemekte olduğumuzu söyleyebilirim. Elbette, akademide nitelikli çalışma yürütmeyen çok sayıda akademisyen de var. Bunun en önemli nedeni, üniversitelerde akademik kadroların liyakat ölçütüne göre hak edebileceklere değil de sıklıkla tanıdıklara tahsis ediliyor olması diye düşünüyorum. Bugün üniversitelerde, hiçbir bilimsel faaliyette bulunmadan kadro işgal eden birçok akademisyen varken, çok sayıda nitelikli genç akademisyen adayı mevcut kadroların dolu olması nedeni ile üniversitelerde istihdam edilemiyor.  Bu doğrultuda, Türkiye'de nitelikli araştırma yapmanın bazı zorlukları olduğunu söyleyebilirim, ancak bu durumun nitelikli araştırma yapma potansiyeline sahip bilim insanları için bir bahane olmaması gerektiğini düşünüyorum" diyor.


"TÜBİTAK'a sunmuş olduğumuz projelerimiz bazen haksız gerekçelerle üst üste defalarca reddedildi"

"Türkiye merkezli olarak araştırmalarını sürdüren bir bilim insanı olarak, ülkemizde bilimsel araştırmalar için mali kaynak bulma konusunda çok zorlanmadığımı ifade edebilirim" diyen prof. Dr. Tavşanoğlu, şunları söylüyor:

Bunun en önemli sebebi Türkiye'de bilimsel projeler için kaynak çeşitliliğinin çok olması. Bugüne kadar TÜBİTAK'ın desteklediği farklı proje türlerinden mali olarak faydalanma olanağımız oldu.

Hacettepe Üniversitesi'nin bilimsel araştırmalara ayırdığı mali kaynağın diğer birçok üniversiteye göre oldukça yüksek olması da bize önemli araştırma olanakları sağladı. Dönem dönem diğer devlet kurumlarından, uluslararası derneklerden ve Avrupa Birliği kaynaklarından da araştırmalarımız için yararlandık.

TÜBİTAK'a sunmuş olduğumuz projelerimizin bazen haksız gerekçelerle üst üste defalarca reddedildiği ya da ekonomik kriz sebebi ile Türkiye'de araştırma bütçelerinin ciddi olarak kısıtlandığı dönemler de yaşadık.

Bugüne kadar ulusal ve uluslararası kaynaklı desteklenen projelerimin en az iki katı kadar da ret ile sonuçlanan proje önerim olmuştur. Ancak, haklı ya da haksız ret kararlarının bilimin bir gerçeği olduğu bilinciyle yılmadan ve küsmeden mali kaynak için başvuru yapmaya devam ettim, böylece mali kaynakların sürekliliğini sağlayabildim.


"Liyakate dayalı kadrolaşmanın uzun vadede üniversitelerde üretilen bilimsel çıktıların niteliğini artıracak"

Nitelikli araştırma yapabilmek için, araştırma konusunda uluslararası bilimsel literatüre hâkim olmanın önemine dikkat çeken Tavşanoğlu, "Deneysel prosedürler konusunda mükemmelliği hedeflemek, iyi bir laboratuvar ekibine sahip olmak ve çok disiplinli işbirliklerine açık olmak gerek. Tabii, bu dediklerim temelde olması gerekenler, devamında ise çoğu kez parasal kaynak yaratmak gerekiyor. Yüksek lisans ve doktora öğrencileri bu gibi araştırmalarda ekibin önemli bir parçasını oluşturuyor. Ancak ülkemizde yükseköğretim araştırmaları için verilen bursların miktarları halen çok kısıtlı. Bu noktada, genç bilim insanlarının üniversite dışında çalışmaya gerek kalmadan kendi araştırmalarına daha çok vakit ayırabilmeleri için bu bursların çeşitliliğinin ve miktarlarının artması gerekiyor. Üniversite akademik kadrolarına yapılacak olan atamalarda nicelik yerine niteliğin dikkate alınması da nitelikli araştırma yapma potansiyeline sahip araştırmacıların istihdamını artıracak. Bu gibi liyakate dayalı kadrolaşmanın uzun vadede üniversitelerde üretilen bilimsel çıktıların niteliğini artıracağını düşünüyorum" diyor.


"Nitelikli bilimsel çalışma yapmak dünyanın her yerinde zordur. Ama Türkiye'de nitelikli bilimsel çalışma yapmak, daha zor"

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde lisans eğitiminden sonra, Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroşirürji Anabilim Dalı ve Harvard Üniversitesi'nde eğitim alan Prof. Dr. Türker Kılıç, bilim doktorasını anatomi alanında tamamladı.

Bahçeşehir Üniversitesi Tıp Fakültesi Kurucu Dekanı olarak eğitim ve araştırma çalışmalarını sürdüren Kılıç, çeşitli beyin ameliyatı yöntemleri ve beyin tümörlerinde kullanılan Glivec isimli ilacın buluşuna önemli katkısı oldu.

Dört bin beyin tümörünün olduğu doku bankasının kurucusu olan Kılıç, Türkiye'de Gamma-Knife ışın cerrahisi, tümör bankası, ameliyathane MR tekniği uygulamalarını ilk başlatanlar arasında yer alıyor.
 

Prof. Dr.  Türker Kılıç.jpg
Prof. Dr. Türker Kılıç


Bilimsel düşüncenin insanoğlunun belirsizlikle verdiği mücadele olduğunu söyleyen Kılıç, "Bu mücadele için iyi donanımlı zihin ve iyi zihinleri besleyen bir bilim iklimi gerektirir. Bilimsel çalışma, sadece bilim insanının laboratuvarda en doğru veriyi üretmek için kullandığı bir yöntemin adı değildir. Bilimsel çalışma, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. İyi bilim insanı, bilimsel düşünceyi yaşam üslubu haline getirmiş kişidir. İnsan beyni bir bilinmezi anlayabilmek için yeterince donanımlı değildir. Mesela, gözümüz ancak belli bir dalga boyunu görebilir, kulağımız sesin ancak belli frekanslarını işitebilir. Dolayısıyla bu beş duyu organımızdan gelen verileri birleştirerek gerçeği olduğu gibi kavrayabilme eğitiminin adıdır bilimsel aktivite. O yüzden bu bir eğitim süreci gerektirir. Bu eğitim süreci çoğu zaman bilimsel eğitimin ve kültürün sonucudur. Bu kültürel ağ, insan zihninin donanımını oluşturur. İnsan zihninin donanımını da bilimsel anlamda belirleyen onu bir ileri aşamaya ulaştıran en önemli özellik de meraktır. Merak bilimsel çabanın temelidir. Bilimsel iklim içerisinde, bilimsel çalışmayı ve yöntemi öğrenebilmiş kendi zihnini bu bilimsel üslup içerisinde sadece doğru veri üretme yöntemi olarak değil, daha iyi ve güzel bir yaşam yaratma doğrultusunda bir yaşama üslubu edinmiş kişinin çabasıdır." şeklinde konuşuyor. 

"Nitelikli bilimsel çalışma yapmak dünyanın her yerinde zordur. Ama Türkiye'de nitelikli bilimsel çalışma yapmak, daha zor" diyen  Prof. Dr. Kılıç, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Çünkü bunu destekleyecek bilimsel iklimin yoğunlaşması gerekir. Ülkemizde henüz bunun olabildiğini göremiyoruz. Ana sorun, para meselesi, imkan ya da kurum meselesi değil, bir bilim ikliminin yeterince yoğunlaşmamış olmasıdır. Dünyadaki bilim aktivitelerine katılabilme oranlarımız da bunu gösteriyor. 2000'li yılların başında Türk beyin cerrahisi, dünyada ilk altıdaydı. Bugün geldiğimiz nokta ise, yayın sayısı ve etki faktörü (impact factor) açısından 12 ile 15. arasında bulunuyor.  Türkiye'nin, dünya ekonomisine katkısında da 2000'li yıllarda yüzde 2,2 olurken, yayın sayısı açısından katkısı yüzde 2 civarındaydı. Bugün ise, ekonomiye katkısı yüzde 0.8'lere kadar düşmüş durumda iken, bilime katkısı da yüzde 1'in altında yer alıyor.


"Akademik yapıların mutlaka, devletten bağımsız kendine yeten, yeni bilgi ve buluşları finanse edebilecek bir ekonomik yapıya sahip olması esas ilke olmalı"

Kaynak bulmak için farklı yöntemler izlediğini söyleyen Kılıç, "Her akademik kurumun mutlaka devletten bağımsız ekonomik alt yapısı olması gerekli. Sadece devletten destek arayarak ve oradan alınan destekle bilimsel çalışma yapmak, maalesef taşıma suyla değirmen döndürmeye benziyor. Er ya da geç başarısızlıkla sonuçlanıyor. Ürettiğiniz bilgiyi mutlaka ekonomik bir değere dönüştürmeniz gerekir. Siz bu elde ettiğiniz ekonomik değerle, daha çok ekonomik değer elde etmek için fonlayabilesiniz. 10 sene öncesine kadar yaptığım bilimsel çalışmaların hemen hemen tamamı, içinde bulunduğum ülkenin desteklediği çalışmalardı. Artık öğrendim ki, enstitüleşmeyle birlikte kendine ait ekonomik bir temelin oluşması, bilimin temel öğelerinden bir tanesi. Enstitüleşme mutlaka üniversitelere bağlı olmak zorunda değil, endüstriye bağlı da olabilir" diyor. 

Bu bağlamda Nörolojik Bilimler Vakfı altında çalışan İstanbul Nörolojik Bilimler Enstitüsü kurmayı başardıklarını söyleyen Prof. Dr. Kılıç, "Böylelikle vakıf tarafından fonlanan enstitü, kendi çalışmalarını daha özgür ve güvenli yürütebilmek için bir ekonomik alt yapıya kavuşabilir. Tabii ki ülkemizdeki gibi, bilimsel çalışmaların neredeyse yüzde 92-93 oranının devlet tarafından karşılandığı bir ortamda bunu başarabilmek kolay değil. Ama bunu başarabilen kurumlar daha çok başarılı olacaklar. Özellikle Harvard Üniversitesi'nde yaptığım çalışmalarda gördüm ki, kurum bunları fonluyor. Kurum bundan gelir elde ediyor ve elde ettiği gelir öylesine önemli bir gelir ki, bazen bir çalışmayla onlarca başka çalışmayı destekleyebiliyor. Dolayısıyla akademik yapıların mutlaka, devletten bağımsız kendine yeten, yeni bilgi ve buluşları finanse edebilecek bir ekonomik yapıya sahip olması esas ilke olmalı.  Avrupa Bilim ve Sanat Akademisi ile yürüttüğüm çalışmalarım, uluslararası fonlar tarafından destekleniyor. Ayrıca, çalışmalarımız Avrupa Topluluğu ve Horizan 2020 gibi farklı fonlardan karşılanıyor" ifadelerini kullanıyor.


"Bilim insanı olmayı, profesyonel meslek olarak algılayan insanların sayısının artması gerekiyor"

"Nitelikli bilimsel çalışma yapmak için cevap bulmaya değil, doğru soruyu sorabilme yeteneğini kazandıran eğitime öncelik verilmeli" diyen Kılıç, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Merakı önceleyen bir eğitim sistemi kolay oluşturulamayabilir. Bunu oluşturmak için, kültürel dönüşüm olmalı. Enstitüler olmalı, bilginin esas üretildiği yerler enstitülerdir. Bu enstitülerinde mutlaka üniversitelere bağlı olması gerekmez. Akademisyenlerin katkı sağladığı, endüstri ve sanayi ile iç içe kültür oluşturucularla bir arada olan yapının kurulması gerekir. Bilim doktorası eğitimi öncelikli hale gelmeli. Bilim insanı olmayı, profesyonel meslek olarak algılayan insanların sayısının artması gerekiyor. İnanmaktan çok, bilmeyi ve anlamayı önceleyen bir bilimsel iklim oluşturulmalı. Fonlama tabii ki çok önemli, ekonomik alt yapı olmadan siz ne kadar nitelikli bilim insanları yetiştirmeye çalışsanız da bilimsel süreç sekteye uğrayacaktır.


"ABD, İngiltere ve İsviçre'deki tecrübelerime dayanarak, en zor Türkiye'de çalıştığımı itiraf etmem lazım"

Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde elektrik-elektronik mühendisliği ve fizik dallarında lisans eğitimini tamamladıktan sonra deneysel parçacık fiziği üzerine olan doktora derecesini Stanford Üniversitesi'nden alan Prof. Dr. Erkcan Özcan, University College London adına önce Londra'da, daha sonra İsviçre'deki CERN araştırma merkezinde çalıştı.

2011 yılında Boğaziçi Üniversitesi Fizik Bölümü kadrosuna katılan Özcan, halen 6 üniversiteden şemsiye görevi üstlenen Boğaziçi CERN ATLAS takımının liderliğini ve 9 kurumdan araştırmacıların öncü çalışmalar gerçekleştirdiği KAHVELab'ın (Kandilli Algıç, Hızlandırıcı ve Enstrümantasyon Laboratuvarı) yürütücülüğünü sürdürüyor.  
 

Prof. Dr. Erkcan Özcan.jpg
Prof. Dr. Erkcan Özcan


Türkiye'de nitelikli bilimsel çalışma yapma konusunda kolay demenin mümkün olmadığını söyleyen Özcan, "ABD, İngiltere ve İsviçre'deki tecrübelerime dayanarak, en zor Türkiye'de çalıştığımı itiraf etmem lazım. Kuramsal çalışıyorsanız ve tamamen kendi içinize kapanabilecek bir yapınız varsa, göreli daha kolay olur. Ancak deneysel çalışıyorsanız ve çalışmalarınızın kısa vadede endüstriyel çıktıları öngörülmüyorsa, cidden yorulabiliyorsunuz. Kendimi şanslı hissediyorum, çünkü çalışmalarımda temel bilim ile endüstriyel çıktılara ulaşacak uygulamalı bilimi kısmen dengeleyebildim, ayrıca çalışma alanım yurtdışı ile koordineli bir alan. Hem ülkemizde hem de İsviçre'de beraber işbirliği içinde çalışabildiğim arkadaşlarım var, kader birliği yapınca yorgun düşerseniz birbirinizi taşıyabiliyorsunuz" şeklinde görüşünü anlatıyor.


"TRT ve Show TV'den onların eski model televizyon vericilerini hibe olarak aldık, çıkaracakları radyo frekansında dalgaları birleştirecek kendi tasarımımız cihazlar geliştiriyoruz"

TÜBİTAK ve Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na proje yazdıklarını ve oradan bütçe aldıklarını kaydeden Özcan, şunları söylüyor:

Ayrıca üniversitelerimizin bilimsel araştırmaları desteklemeye yönelik, kısaca BAP dediğimiz göreli ufak destek bütçeleri de mevcut. Bu kurumların destek mekanizmaları birbirinden farklı, harcama kolaylıkları, hangi fasılları kapsadıkları, hangi sıklıkla kaç projenin beraber yürütülebileceğine dair kuralları birbirinden farklı. Her birinin eksikliklerini diğerleri ile kapatmaya çalışıyoruz, birbirini besleyen, sinerjisi olan projeler yapıyoruz.

Bütçe tavanları deneysel çalışmalar için kısıtlayıcı oluyor, ayrıca döviz kurundaki dalgalanmalar bütçemizi eritebiliyor. Bu durumlarda da proje hedefinden sapmadan inovatif tasarruf yolları geliştirmeye uğraşıyoruz. Çeşitli kurumlardan malzeme veya hizmet olarak hibe bulmaya çalışıyoruz.

Örneğin TRT ve Show TV'den onların eski model televizyon vericilerini hibe olarak aldık, çıkaracakları radyo frekansında dalgaları birleştirecek kendi tasarımımız cihazlar geliştiriyoruz. Emekliye veya hurdaya çıkabilecek cihazları topluyoruz, parçalayıp farklı şekilde birleştirip çalışır hale getiriyoruz.


Başarıyla tamamladıkları projelerden gelen kişisel teşvikleri de laboratuvarlarının eksiklerini kapatmakta kullandıklarını aktaran Prof. Dr. Özcan, "Tüm bu çabalarımızın olumsuz yanı, kimi zaman yaptığımız ürünlerin ömrünün kısıtlanması oluyor, ancak ek bir olumlu yanı da laboratuvarımızdaki her sürecin hakimi olmamız, her şart altında üretken olabilen genç araştırmacıların yetişmesine olanak sağlanması oluyor" diyor.


"Unvan prestijinin peşinde koşarak akademisyen olmaya yönelen kimi bireyler de kendilerini bilim insanı olarak tanımlıyorlar"

"Öncelikle toplumun bilim insanından, bilim insanının da toplumdan beklentileri gerçekçi değil" diye görüşünü paylaşan Özcan, "Toplumun gözünde bilim insanı, üniversitede akademisyen demek. Akademisyen de hele ki mühendislik bölümlerinde değilse, ders veren hocaya indirgenmiş durumda. Meraka dayalı temel bilimin değeri yok, sadece profesör olmanın, hoca olmanın unvan olarak eskiden kalan bir prestiji var. O prestijin de gün geçtikçe erozyona uğradığını görüyoruz, anlamsız şekilde etrafa unvan saçılması sebebiyle. Bu arada bu kısır bir döngü, çünkü unvan prestijinin peşinde koşarak akademisyen olmaya yönelen kimi bireyler de kendilerini bilim insanı olarak tanımlıyorlar, unvanları sebebiyle saygı görmeye alışıyorlar, bunu bekler hale geliyorlar. Bu da aslında o unvanın prestijinin yavaş yavaş erimesine sebep oluyor. Bir noktada toplumun, 'Gerçek bilim nedir?', 'Gerçek bilim insanı kimdir?' fark edeceğini ümit ediyorum, o zaman daha sağlıklı bir dinamik kurulabilecek" diyor.


"Toplumun bilime olan saygısını erozyona uğrattığı için yayın olsun diye yapılan yayınlar, o azınlıktaki sıra dışı nitelikteki yayınlara da zarar vermiş oluyor"

Bilim insanının da toplumdan beklentilerinin gerçekçi olmadığına dikkat çeken Özcan, şunları söylüyor:

Bilim insanı tanımının akademisyenliğe indirgenmiş olmasının genç bilim insanlarına da ciddi bir zararı oluyor. Diyelim lisede fizik derslerinden keyif aldığınız için, fizik problemlerini bulmaca çözermişçesine çözmek hoşunuza gittiği için, üniversitede fizik bölümünü seçiyorsunuz. Bilimin saf matematik veya felsefeden ayrıldığı kısmın deney olduğu, doğaya 'ellerinizle' dokunmadan bilim yapılamayacağını anlamadan fizikçi olmayı hedefliyorsunuz.

Kuramsal fizik denince hepimizin aklına gelen ilk isim Einstein'ın doktora tezinin son derece pratik bir konuda olduğunu veya 1920'lerde Szilard ile yeni buzdolapları geliştirip patenti aldığını çok az kişi biliyor.
'Ben fotonları öne sürdüm, özel ve genel göreliliği geliştirdim, profesör oldum' demiyor, buzdolaplarının gaz kaçaklarından insanlar zehirlenip öldüğünü görünce, kaçak vermeyecek buzdolabı geliştiriyor.

'Fizikçi kimdir?', 'Bilim insanı nedir?' konusunda gerçekçi olmayan bir algı ile bölüm seçince de kariyerinizi kendi kendinize kısıtlar oluyorsunuz. Yıllar sonra, ilk baştaki heyecanınızdan geriye pek bir şey kalmıyor, bilim insanı ille akademisyen olmalı bakışı içerisinde doçent, profesör olabilmek için sadece yayın olsun diye makale yazar hale gelebiliyorsunuz.

Topluma ve kendi iç dünyanıza bunu açıklayabilmek için de 'okunmalarına gerek yok, merak için bilim yapıyorum' diyorsunuz. Başta kimsenin düzgün anlamadığı ve değeri sonradan anlaşılmış muhteşem çalışmalar var tabi, ama onlar çok çok ufak bir azınlıkta kalıyor şu içinde bulunduğumuz düzende. Hatta toplumun bilime olan saygısını erozyona uğrattığı için yayın olsun diye yapılan yayınlar, o azınlıktaki sıra dışı nitelikteki yayınlara da zarar vermiş oluyor.


"Üretken bilim insanlarına, akademisyen olmak için değil bilimci olmak için çalışan öğrencilere kendilerini maddi ve manevi olarak güvende hissedebilecekleri fırsatlar sunmak lazım"

Prof. Dr. Özcan, sözlerini şu şekilde sürdürüyor:

Bilimin ana direği olması gereken merakın, uygulamalı konularda da olmak zorunda olmadığını toplumun, ancak olabileceğini de akademisyenlerin anlaması gerekiyor. Bu anlayışla nitelikli araştırmalar yapmak doğal olacaktır, o yüzden hem temel eğitimde hem de toplumun her yaştaki bireyine ulaşıp bilgilendirilmesinde ülke olarak efor harcamalıyız.

Bu anlayış yavaş yavaş oturana kadar araştırmaların niteliğini yükseltmek için kısa vadede ne yapılabilir derseniz, şunu söyleyebilirim: Bilim insanlarına saygıdan çok huzur lazım. Üretken bilim insanlarına, akademisyen olmak için değil bilimci olmak için çalışan öğrencilere kendilerini maddi ve manevi olarak güvende hissedebilecekleri fırsatlar sunmak lazım.

Bu da iki parça içeriyor: İlki, bir şekilde işleyen ve ileri yol kat edebilen kurumları dışarıdan yöntemlerle 'tamir' etmeye çalışmamak. İkincisi, araştırmacı olmayı cidden teşvik edecek mekanizmalar oluşturmak.

Örnek verecek olursak, liyakatli bireylerin birbirini değerlendirdiği Royal Society, National Academy of Sciences gibi özerk oluşumların ve Ar-Ge yapmak isteyen özel sektörün takdir ettiği araştırmaların bütçeleri akademisyenlerin kendi maaşlarını endüstri seviyesine taşıyacak şekilde kurgulanabilir.

Ülkenin geleceğine yatırım yapmayı arzulayan hayırseverler, yeni özel üniversiteler açmaktansa, kendi seçtikleri veya liyakatli özerk oluşumların önerdikleri araştırmacılara özel pozisyonlar oluşturmayı tercih edebilirler.


"En başarılı öğrencilerimiz ve araştırmacılarımız yurt dışına gidiyor ve ne yazık ki yurt dışından başarılı öğrenci ve araştırmacıları çekemiyoruz" 

Lisans derecesini Selçuk Üniversitesi Kimya Bölümünden, yüksek lisansını Ankara Üniversitesi Kimya Bölümünden ve doktora derecesini de ODTÜ Mikro ve Nanoteknoloji Anabilim Dalından alan Dr. Öğr. Üyesi Serim Kayacan İlday, sonrasında Bilkent Üniversitesi Fizik Bölümünde doktora sonrası çalışmalarını tamamladı.

Şu an Bilkent Üniversitesi, Ulusal Nanoteknoloji Araştırma Merkezinde görev yapıyor.  
 

Dr. Öğr. Üyesi Serim Kayacan İlday,.jpg
Dr. Öğr. Üyesi Serim Kayacan İlday


"Nitelikli bilimsel çalışma yapmak her yerde zor" diyen İlday, "Ancak Türkiye'nin kendine has ek zorlukları olduğu da yadsınamaz. Örneğin, nitelikli araştırma yapabilmek için nitelikli araştırmacılara ihtiyacınız var. Ancak en başarılı öğrencilerimiz ve araştırmacılarımız yurt dışına gidiyor ve ne yazık ki yurt dışından başarılı öğrenci ve araştırmacıları çekemiyoruz. Bunun birkaç sebebi var. En belirleyici olanı insanlardaki politik bunalma, bu ülkede artık yaşayamayacaklarını, yaşamak istemediklerini düşünüp gidiyorlar. İkinci sırada, bilhassa akademisyenler tarafından bilhassa başarılı öğrenci ve araştırmacılara sürekli verilen 'Aman evladım burada kalırsan iş bulamazsın! Mutlaka kapağı yurt dışına atmalısın' benzeri son derece yersiz nasihatler. Üçüncüsü, yine bir şehir efsanesi olan 'Zaten iyi bilimsel dergiler Türkiye'den gönderilen çalışmalara bakmıyorlar bile' algısı. Buna bir de nitelikli bilim için Türkiye'de ayrılan fon kaynaklarının son derece yetersiz olduğunu eklemeliyim. Bunlar benim açımdan en belirleyici olanlar ancak sebepler daha da artırılabilir" diyor.


"Yurt içinde 'uygulamaya aktarma' amaçlı olmayan hiç bir fon kaynağı yok"

Yurt içi ve özellikle yurt dışı fon kaynaklarına başvurduğunu söyleyen İlday, "Henüz doktora sonrası araştırmacıyken geniş çaplı fon araştırmaları yapmıştım. Nereden, ne amaçla, nasıl, ne kadar finansal fon bulurum belirlemiştim. Fon kaynakları ve bunlara sunulan projelerin özellikleri birbirlerinden çok farklı dolayısıyla ne yapmak istediğinizi iyi planlamanız gerekiyor.  Örneğin, TÜBİTAK 1001 kodlu projeleri temel bilim odaklı projelerdi, ancak ne yazık ki son zamanlarda bu projelerde de 'uygulamaya aktarma' beklentisi eklendi. Bu bir temel bilimci olarak beni çok üzdü çünkü TÜBİTAK'ın hali hazırda 1003, 1004, SANTEZ, vb. gibi direkt uygulamaya yönelik fonları var. Yani temel bilimin son dayanağı da elden gitti. Esasen yurt içinde 'uygulamaya aktarma' amaçlı olmayan hiç bir fon kaynağı yok. Bunun için yurt dışı kaynaklara yönelmek zorunluluğu var" diyor. 


"Bursların üst limitlerinin neredeyse açlık sınırına gidecek kadar düşük olması"

Temel bilim araştırması için TÜBİTAK 1001 projesi alınsa bile bütçesinin son derece yetersiz olduğuna dikkat çeken İlday, şunları söylüyor:

Örneğin araştırmalarınızı yürütmek için son teknoloji ürünü bir cihaz almaya kalkışsanız, cihazın fiyatı tüm projenin bütçesinden kat kat fazla tutabiliyor. Üstelik bu bütçe içerisinde öğrenci ve doktora sonrası araştırmacı bursları dahil edilmiş vaziyette. İşin trajik tarafı bu bursların üst limitlerinin neredeyse açlık sınırına gidecek kadar düşük olması.

Bir yüksek lisans öğrencisi için 3 bin TL, doktora öğrencisi için 3 bin 500 TL, doktora sonrası araştırmacı için en çok 4 bin 500 TL aylık burs ödeyebiliyorsunuz. Bunlar korkunç düşük rakamlar.

Bilhassa doktora sonrası meslektaşlarımız için. Düşünün evlisiniz ve çocuklarınız var, gece gündüz çalışıyorsunuz, sigorta yok, kira market alışverişi ve çocukların okul masraflarını ekleyin. Tüm bunları aylık 4 bin 500 TL ile karşılamanız bekleniyor. Bunlar yetmezmiş gibi bir de sizden beklenti nitelikli bilim yapmanız!


"Şu an araştırma grubumda yer alan doktora sonrası araştırmacıların tamamı benden daha yüksek maaş alıyor"

"Ben böyle bir dünyanın gerçekte var olmadığını bildiğim için Avrupa projelerine başvurmam gerektiğini gördüm" diyen İlday, "Avrupa Araştırma Komisyonunun vermiş olduğu prestijli başlangıç hibesini aldım (ERC-StG). Bu hibe temel bilim yapabilmem için bana beş yıllığına 1 milyon 500 bin avro verdi. Bu hibe sayesinde ben de araştırmacılara sigortalı bir iş ve anlamlı maaşlar vermeye başladım. Örneğin şu an araştırma grubumda yer alan doktora sonrası araştırmacıların tamamı benden daha yüksek maaş alıyor. Bunu da göğsümü gere gere her yerde ifade ediyorum. Bunun dışında araştırmalarımı ve araştırma grubumun, bu olması gereken, halini sürdürebilmem için daha çok yurt dışı fon bulmam gerektiğini biliyorum" şeklinde bilgi veriyor. 


"Nitelikli bilim için nitelikli araştırmacıları tutabilmek için ülke politikalarında kökten değişiklikler yapılması gerekiyor"

Türkiye'de nitelikli araştırma yapabilmek için başta TÜBİTAK olmak üzere çeşitli fon kuruluşlarının hibe bütçelerinde çok ciddi artış yapmaları gerektiğini vurgulayan İlday, "Aslında yapılacak şey çok basit: Yurt dışında sürekli nitelikli yayınlara imza atan üniversite ve araştırma merkezlerinin aldıkları hibe miktarlarına ve araştırmaya ayırdıkları fonlara bakın ve kendinizle kıyaslayın. Kıyas yaptığınızda Türkiye'de nerede yanlış yapıldığı gün gibi ortaya çıkıyor. İkincil olarak özellikle akademisyenlerin, alttan yetişen meslektaşlarına sürekli karamsar bir tablo çizip kurtuluşun adresini yurt dışı olarak gösterme çabalarına son vermeleri gerekiyor. Yurt dışına giden her başarılı öğrenci ve araştırmacı, hayal ettiği ya da kendisine sunulan parlak geleceğe erişemiyor. Bakınız benim tüm eğitim ve çalışma hayatım Türkiye'de geçti. Yurt dışında bir aydan uzun kalmadım. Bunun yanında Türkiye'nin en iyi üniversitelerinden birinde iş bulabildim. İşe girdiğimin ikinci yılında Türkiye'den yoğun madde fiziği alanında ilk ERC-StG hibesi aldım. Hemen akabinde fizik alanında en prestijli dergi olan Nature Physics'te makale yayınmladım. Bu da Türkiye'den bu dergide yayınlanan ilk makaledir. Bu yayınımızın önemine dergi kapağında yer almaktan, editör öneri ve yorumlarına kadar birçok yerde vurgu yapıldı. Bunlar dışında da benim ve çalışma arkadaşlarımın birçok başarısı var. Ekibimdeki iki doktora sonrası araştırmacım, bir doktora öğrencim ve lisans öğrencilerinin tamamı da benim gibi hiç yurt dışı tecrübesi olmayan insanlar. Ancak birlikte harika işler çıkarıyoruz. Ve tüm bunları Türkiye'den yapıyoruz. Biz yapabiliyorsak, herkes yapabilir. Elbette bunun için çok çalışmak, uzun dönemli planlar yapmak, stratejiler belirlemek gerekiyor ama başlar ve sebat ederseniz başaracaksınız. Son olarak da nitelikli bilim için nitelikli araştırmacıları tutabilmek için ülke politikalarında kökten değişiklikler yapılması gerekiyor" diyor. 


"Ülkemizde bilimsellikle alakası olmayan birçok zorluk da yaşıyoruz"

Sabancı Üniversitesi'nde lisans eğitimini aldıktan sonra yüksek lisans, doktora ve sonrasında 9 seneye yakın Stockholm'deki Karolinska Enstitüsü'nde çalışan Dr. Öğr. Üyesi Tolga Sütlü, 2013 yılında Türkiye'ye döndü ve Boğaziçi Üniversitesi Moleküler Biyoloji ve Genetik Bölümü'nde öğretim üyesi olarak görev yapıyor.

"Dünyanın neresine giderseniz nitelikli bilimsel çalışma yapmak zor" diyen Sütlü, "Ülkemizde sağ olsun zaten var olan bu zorluklara kendine has yeni zorluklar eklemekten geri kalmıyor. Tabi bu zorluklar bilimsel olsa asla gücümüze gitmez ama ne yazık ki bilimsellikle alakası olmayan birçok zorluk da yaşıyoruz" şeklinde konuşuyor.
 

Dr. Öğr. Üyesi Tolga Sütlü.jpg
Dr. Öğr. Üyesi Tolga Sütlü


"Temel araştırmanın bir adım ötesine geçip klinik uygulamaya yönelik araştırmaya geçmeye çalıştığımız noktada büyük bir duvara çarpıyoruz"

Temel araştırmalarını genellikle üniversitenin sağladığı fonlardan veya TÜBİTAK gibi kurumların dağıttığı araştırma hibelerinden karşıladığını kaydeden Sütlü, "Bunlar çoğu zaman hedeflediğimiz araştırmaları yapacak kadar yeterli olmasa da laboratuvarda çalışan öğrencilerimizin burslarını ödeyebilmemizi, temel laboratuvar malzemeleri ve bazı gerekli cihazları edinebilmemizi sağlıyor. Temel araştırmanın bir adım ötesine geçip klinik uygulamaya yönelik araştırmaya geçmeye çalıştığımız noktada büyük bir duvara çarpıyoruz. Özellikle biyoteknolojik süreçlerin gerektirdiği gelişmiş altyapı ve yüksek maliyetler ne yazık ki ülkemizdeki birçok kurum için, var olan desteklerle karşılanabilecek durumda değil. Bu konuda yerli şirketlerin yatırım güçleri ve istekleri de çok düşük. Çünkü sağlık sektöründe Ar-Ge yapmak hem çok yüksek düzeyde yatırım gerektiriyor hem de yeni tedavi geliştirme süreci bir hayli uzun olduğu için bu yatırımın geri dönüş süresi fazla uzun" şeklinde süreci anlatıyor. 


"Yetişmiş insan gücünü ülkede tutup bu araştırmalara kanalize edebilmek en zayıf olduğumuz konulardan birisi"

Nitelikli araştırmanın bugüne kadar birçok defa denenmesine rağmen ülkemizde ne yazık ki istenilen düzeyde başarılamayan bir konu olduğunu söyleyen Sütlü, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Çünkü bu işler hem çok para gerektiriyor hem de ne yazık ki sadece 'parayı basmakla' olmuyor. Ticari zihniyetten sıyrılıp, uzun yıllar geri dönüşü olmayacağını bile bile sağlık araştırmalarına büyük paralar yatırmak, bu bütçelerin hak eden araştırmacılara gittiğinden emin olmak için bilimsel değerlendirme süreçlerinde kullanıldığını gördüğümüz bilim dışı kriterleri saf dışı bırakmak, yani liyakate önem vermek gerekir. Gerekli yetişmiş insan gücünü ülkede tutup bu araştırmalara kanalize edebilmek en zayıf olduğumuz konulardan birisi.

Devlet açısından bakacak olursak, bilimsel özgürlüğün ve akademik özerkliğinin sağlanması, akademide niceliğin değil niteliğin öncelenmesi bunun olmazsa olmaz şartlarından.

Bizde ise tam tersi, bir zihniyet mevcut. Üniversite sayısıyla, öğrenci sayısıyla, yayın sayısıyla, proje sayısıyla, yani kısacası nicelikle akademik başarı ölçülmeye çalışılıyor.

Bu zihniyetten kurtulup niteliği arttırmak için üniversitelerin sayısını değil üniversite başına düşen araştırma bütçesini, öğrenci sayısını değil bu öğrencilerin mezun olduklarında iş bulabilme oranını, yayın sayısını değil bu yayınlara gelen uluslararası atıf sayısını, proje sayısını değil proje başına düşen bütçeyi konuşmamız lazım mesela. Bunlar ilk akla gelen örnekler ama çoğaltılabilir. Nitelikli araştırma yapabilmek için maksadınızın bu olması lazım. Ancak maksadınız sadece göz boyamaksa böyle nicel değerlendirmelerle kendinizi över durursunuz.

 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU