Yazın ortasında kapkara bulutlara çok alışık olmadığım için, ağustos yarısında Bingöl'e yaptığım seyahat sırasında, gökyüzündeki hareketliliği görünce bayağı şaşırmış, hatta kaygılanmıştım.
Özellikle Karadeniz'de sel sularının yükseldiği, yolları kullanılmaz hale getirdiği, yer yer can kaybına neden olduğuna dair haberleri hatırlayınca içimdeki kaygı iyice artmıştı.
Her mevsim yağmura sevinen birisi olarak, ilk defa yağmurun yağmasından ürküyordum.
Gökyüzünde ufuk çizgisi kaybolmuş, dağlar kara bulutları kendine çekmenin sarhoşluğunda sisle dans edercesine bir hal almıştı.
Doğa adeta kararmış, yağmur yüklü bulutların boşalmasını bekler hale gelirken, ortalık sessizliğe gömülmüştü.
Fırtına öncesi sessizlik bu olsa gerek. Sanki bütün doğa yağmurun yağmasını beklerken, sus pus olmuştu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Araç trafiği dışında hiçbir sesin olmadığı, dağlarla çevrili bir coğrafyanın tam ortasındaydım.
Sanırım ilk defa yazın ortasında araç camlarını kapatmış, serinliği bedenimde hissetmiştim. Ovada yaşayan birisi olarak, bu serinliği sevinçle içime çekiyordum.
Dağların kararan zirvelerini izleye izleye yoluma devam ederken, yağmur da başlamıştı. İri damlalar yolu ıslatmış, ortalık yazın ortasında, güzün serin havasına dönmüştü.
Doğanın ıslak hali, ağaçları daha bir parlak, taşları ayna gibi yaparken, doğa toprak kokuyordu.
Bu huzur verici manzara karşısında kaygılarımı unutmuş, adeta dağların yeşilinde kaybolmuştum.
Yol boyunca selvi, çınar, ceviz ağaçları görüyor, dağlarda ki meşeliklere gözüm takılıyordu.
Meşe kaç bin yıllık bitki dokunun mirası?
Kim bilebilir ki.
Bütün masallarda anlatılan, efsanelere konu olan, açlığa karşı direnç sağlayan bir ağaç türü. İnat mı inat.
Köklerini kayaya bile salar, en yakıcı alevlere karşı direnç sağlayan bir ağaç.
Hepsi yansa, kesilse bile bir sonra ki yıl filizlenir, yemyeşil bir doku oluşturarak, küllerinden yeniden doğar.
Bu dağlar, bu kadim topraklar varlıklarını belki de meşe ağaçlarına borçlular. Toprağın akmasını engelleyen, dağların sularını saklayan ve alabildiğince süsleyen bu meşe ağaçları dağlara hayat veriyor.
Bu atmosfer içinde Bingöl Solhan karayolunun otuzuncu kilometresinde sola ayrılan yola saparak, Yüzen Adalara biraz daha yaklaşmıştım.
Yağmur devam ederken, yolda yer yer su birikintileri oluşmuş, yol kayganlaşmıştı.
Bir doğa harikası olan yüzen adaları ikinci kez görmenin, fotoğraflama heyecanını yaşarken, yolda bir anda yağmur yüklü bulutlar hareketlenmiş, şimşekler çakarak ortalık korku filmi platosuna dönmüştü.
Daha da hızlanan yağmur bardaktan boşalırcasına yağarken, annemin sözleri aklıma gelmişti.
Eğer yağmur çok hızlı ve iri damlalarla yağarsa çok uzun sürmeyecek, birazdan gökyüzü açacaktır.
Bu şekilde kendimi teselli ederek yola devam ettim. Yol, köylerin içinden Yüzen Adaların bulunduğu alana vardığında yağmur kısmen dinse de hala devam ediyordu.
İki seçenek vardı önümde: Ya yağmura rağmen alanı gezecek, doğanın sürprizini doya doya yaşayacak, ya da yağmurun dinmesini bekleyecektim.
Ben birincisinde karar kıldım. Yağmura rağmen Yüzen Adaları izlemek üzere hızlıca davranarak, kendimi seyir tepesine attım.
Seyir tepesine yapılan ahşap merdivenler yağmurun ıslaklığında bayağı kaygan hale gelmiş, meşe ağaçları, toprak ve siyah bazalt taşlar canlı bir renge bürünmüşlerdi.
Birazcık ıslansam da fotoğraf makinemi koruyarak dinlenme yerinde yağmur altında olan adaları izlemeye başladım.
Bulunduğum yerde kamelya olduğu için artık ıslanmıyordum ama ortamın serinliği az da olsa üşütüyor gibiydi.
Hafif bir ürperti duysam da anın güzelliğini çoktan yaşamaya başlamıştım bile.
Yörede Dola Qulunga adı verilen gölü, kuş bakışı görmenin zevkini ve güzelliğini yaşarken, Qulung yani Turna görme umuduyla çevreyi kolaçan etmeyi de ihmal etmiyordum.
Bu ikinci gelişim. Adalarda şimdiye kadar Turna görmedim. Belki zamanlamam yanlıştı, göç takvimine göre gelmem gerekiyordu.
Gökyüzü yaz mevsimine tezat bir şekilde kapkara bulutlarla kaplıydı ve yağmur hala devam ediyordu.
Bingöl doğal su kaynakları açısından oldukça zengin bir yer. Hem yüksek dağ silsilesi, hem de dağlardan sızan doğal su kaynakları kente yeşil bir örtü, farklı bir yaşam bahşetmiş.
Ben yağmur altında Bingöl'ün simgesi haline gelen Yüzen Adalar'da güneşin çıkmasını beklerken, piknik için gelenler ise alanı hızlıca terk etmeye çalışıyordu.
Eğer şansım yaver gider, yağmur sonrası güneş açarsa, harika fotoğraflar çekebilirdim.
Yüzen Adalar aklınıza büyük kara parçalarını getirebilir. Ama buradaki adalar büyük kara parçaları değil.
Bu nedenle adacık demek belki daha doğru olur. Dağlar arasında sıkışan bir çanağın ortasında üç küçük adacık.
Yemyeşil otlar arasında suyun içinde kendi başlarına hareket eden, rüzgarla arkadaşlık yapan ilginç küçük adalar.
Adaların çevresi ise kış hariç sürekli yeşil kalan bir bitki örtüsüyle kaplı.
Alanın etrafı ise meşeliklerle kaplı. Çanağın çevresinde çok yüksek dağlar yok ama yükselti kendini belli ettiriyor.
1500 rakımlı çanağın bir krater çukuru olduğunu söylemek mümkün. Çevre dağlardan sızan kar, yağmur ve doğal kaynak suları çanakta toplanarak, buraya özgü bir eko sistem oluşturmuş.
Yüzen Adalar hikayesi de bu su birikintisinin içinde kendiliğinden yetişen doğal bitki örtüsüyle başlıyor.
Oldukça geniş bir alanda Kürtlerin Bencere dedikleri bir tür kamışa benzeyen ama kamış bitkisinden farklı bir otla kaplı alan, yıllardır biliniyor.
Yaz kış, su miktarının aynı olduğunu dile getirilse de yağışlı geçen mevsimlerde çanak daha canlı bir yeşilliğe bürünüyor.
Adacıkların bulunduğu su ise hep aynı sevide kaldığı ifade ediliyor.
Alanın toplam yüz ölçümü dört beş bin metrekare olsa da, asıl otlarla kaplı alan 500 metrekare civarında bir çanak şeklinde göze çarpıyor.
Daha önceleri kendine özgü doğal bitki örtüsüyle kaplı olan alana her yıl yüzlerce turna geldiği için köylüler buraya "Dola Qulinga" yani "Turna Gölü" diyorlar.
Henüz yüzen adaların bilinmediği zamanlarda, gölde yetişen doğal bitki örtüsü içinde yumurtlayan ve yüzlerce turnanın uğrak yeri olan göl, bir tesadüf sonucu köylüler tarafından birkaç adacığın hareket ettiğinin farkına varılmasıyla keşfedilmiş.
Ve bir iddiaya göre adacıkların ortaya çıkması alan ateşe verilmesinden sonra yüzen adacıklar ortaya çıkmış.
O gün bu gün rüzgar esintisinden ve suyun dalgalanmasından oldukça yavaş yer değiştiren adacıklar giderek daha fazla bilinir olmuş.
Aslında ortada bildiğimiz ada yok. Bu tür adaların oluşumu biraz daha farklı. Bitki kökleri sarıcılı yani birbirine sarılan türde olduğu için az miktar toprakla bütünleşip, bir nevi süngerimsi bir yapı oluşur ve bitki kökleri sayesinde adacıklar varlıklarını sürdürür.
Yıllardır krater gölünün zemininden bağımsız olarak otsu bitki köklerinin birbirine sarılmasıyla adacıklar oluşmuş.
Kendine has bir ekosistem oluşmuş ve suyun içinde çürümeden, başka bir zemine tutunmadan günümüze ulaşmış.
İlginç olan bu adacıkların yer aldığı göl oldukça berrak ve içilebilir düzeyde temiz suyu barındırıyor olması.
Yani burası bir bataklık gibi durmuyor. Bataklıklarda gaz çıkışı olur, çevreye kötü koku yayılır, su bulanık ve kirli görünür. Ama burada su gerçekten çok temiz ve hava kendi kokusunda.
Gölün üzerinde üç adet adacık bulunuyor. Bu adacıkların her biri, diğerinden bağımsız olarak gölün üzerinde hareket ediyor.
Göl deyince de aklınıza devasa bir su kütlesi gelmesin. Az ama oldukça berrak bir su kütlesinin üzerindeki adacıklar yıllardır sünger gibi hareket ediyorlar.
Suyun derinliği 50-60 metre olduğu tahmin edilse de, kesin bir tespit yapılmamış. Kimisine göre göl eskiden bir bataklıktı ve zamanla bitki köklerinin iç içe geçmesiyle ve toprağı içine almasıyla adacıklar oluştuğu ileri sürülüyor.
Etrafı ahşap çitle kapatılsa da zaman zaman ziyaretçilerin oldukça ıslak, süngerimsi bir yapısı olan alana girdiği gözleniyor.
Doğrusu ben de ilk gelişimde böyle bir deneyim yaşadım. Bundan 8 yıl önce geldiğimde görevliye rica ederek, adacıklara çıkmıştım.
Çevresinde bulunan yeşil bitki örtüsüne basarken bayağı tedirgin olmuş, ayaklarımın suda kaybolmasına hayretle bakmıştım.
Hem ayakkabılarım suda ıslanmış, hem de adımlarım sünger gibi yumuşak bitki örtüsüne bata çıka ilerlemiştim.
Korkmadım desem yalan olur. Yüzme de bilmiyordum, batma ihtimalini düşününce kalbimin hızlıca attığını hatırlıyorum.
Adacıklara vardığımızda yaşı elliyi geçmiş köylü bize heybesindeki bilgileri aktarıyor, bir yandan da benim korktuğumun farkına vararak Zazaca "Meters, ti güm nêbenê. Tay sevlê torê hi bê. Zek tiye aw mîyandı süngeri sero ray şınê." 1 diyerek devam ediyordu konuşmasına.
Ma vitayrê vanê Dola Qulinga. Amnan, zimistan awa ci zey pêya. Ne bena kemî, ne zî zeydêna. Zahf xorîya na aw, hem zi paka. İnsan şeno na awerê bê qağu bişimo. Kesi binê na aw nêdiyo. Belka 60 metro, belki 80 metro, kes nêzano. 2
Dört etrafında bulunan yükselti ve meşelerle kaplı dağlar, buranın bir krater gölü ya da çöküntü sonucu oluşan bir göl olduğunu gösteriyor.
Doğal bitki örtüsü olmasa, 500 metre karelik bir göl olacağı görünüyor zaten.
Doğal bitki örtüsü suyun içinde sürekli çoğalıyor, her yıl birkaç kez biçilse de, suyun bitki köklerini beslemesi sonucu hem yeşil kalıyor, hem de doğal bir süngerimsi doku oluşturuyor.
Bu doku sert çime benziyor ama çimden daha geniş yaprakları olan, kökleri sarmaşık şekilde suda sarılıcı bir hal alan cinsten.
Bu doğal alanı yüksek bir tepeden izlemek için yanı başında seyir tepesi oluşturulmuş. Ahşap merdivenlerden çıkılan seyir noktasında adacıklar çok daha güzel görünür.
Üç küçük adacık ve birisinin üzerinde beş bodur ağaç varlığını sürdürüyor.
Birkaç yıl önce de geldiğimde, bu ağaçlar vardı, hala var. Alan tam bir doğa harikası. Hem adaların rüzgarda bile hareket etmesi, hem çevresinin yeşilliklerle kaplı olması insana dinginlik veriyor.
Yemyeşil çanağın ortasında masmavi suyun içinde varlıklarını koruyan adacıklara çıkmaya bu kez cesaret edemedim.
Hem fena bir yağmur yağıyordu, hem de ortalıkta bir görevli yoktu.
Seyir noktasında yağmurun dinmesini beklerken, doyumsuz bir seyre daldım. Ne yazık ki çevresinde sosyal tesisler çok yetersiz.
Oysa gölün doğal yapısının biraz daha uzağında, daha yüksek tepelere sadece ahşaptan sosyal tesisler inşa edilebilir.
Gölün hemen bitiminde yapılaşma, piknik için alanlar inşa etme bence yanlış bir proje. Bu hem gölün tahrip olmasını getiriyor, hem de atık sorunu yaratıyor.
İnsanlar buraya geldiklerinde sadece izleyip, çevresinde biraz gezinip, dinlenip ayrılıyorlar.
Oysa konaklama, yeme içme gibi sorunlar çözülse, doğal dokusu ve çevresi korunarak cazibe merkezleri oluşturulursa, gece kalınır ve trekking sporları için harika bir yer olabilir.
Önemli olan gölün ve yüzen adacıkların doğal yapısını korumak, gelecek nesillere aktarabilmek.
Bunun için beton ve kimyasallardan uzak duran projelerle yeniden ele alınması turizm açısından önemlidir diye düşünüyorum.
Şu anki kullanım durumu oldukça sıkışık ve doğal alana zarar veren cinsten.
Buradaki sessizliği hiçbir yerde hissetmedim. Doğanın canlılığı insana müthiş bir dinginlik veriyor.
Bu dinginliği korumak ve doğa ile uyum içinde insanları buraya çekmenin yolları aranmalı, konaklama formülü üzerinde çalışılmalıdır.
Çünkü insanlar sadece görmek maksadıyla gelip, biraz kaldıktan sonra yoluna devam ediyor. Yakın çevreden gelenler ise daha çok piknik amaçlı ziyaretler yapıyor.
Oysa bu sessiz ortamda bir ya da birkaç gece konaklamak, gündüz dağ bayır yürümek ve Bingöl Dağlarının havasını teneffüs etmek apayrı bir deneyim olsa gerek.
Yağmur dindiğinde artık güneş batmak üzereydi.
Gökyüzü kızıllaşmış, göl gümüşümsü bir parlaklıkla gökyüzüne göz kırpıyordu.
1. "Korkma batmazsın. Biraz ayakların ıslanacak o kadar. Farz etki suda bulunan sünger üzerinde yürüyorsun."
2. "Biz buraya Turna Gölü adını veriyoruz. Yaz kış suyu aynıdır. Ne azalır, ne de artar ve suyu içilebilir düzeyde temizdir. Ve çok derindir. Daha altını gören olmamıştır. Belki 60, belki 80 metre kadar derin, kimse tam olarak bilmiyor. "
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish