Kürtçede bir söz var: “Yê dizane ji xwe dizane, yê nizane baqê nîskan e” (Bilen zaten biliyor, bilmeyen de mercimek demeti sanıyor) diye. Bazı kimselere ne anlatırsan anlat, onlar bildiklerini ya da bilmediklerini, biliyoruz sandıklarını söylerler, o yüzden belki anlarlar diye dil dökmeye gerek yok anlamında.
Kürt mahallesinde böyle bir kuşak ya da kuşaklar boyudur süren böyle bir damar var. Her şeye uzaktan bakarlar ve her şeyi “mercimek demeti” sanırlar. Ne söylersen söyle. Elindekinin yüz yıllık tecrübe tomarı olduğuna Ağrı’dan Cizre’ye kadar (sonda qesemê ile) yemin etsen bile kar etmez. Bunların çoğunu bilirim. Kürt olmanın ateşten gömlek olduğu süreçlerde asla ortada yoktular. Kürt oldukları anlaşılmasın diye yapmayacakları şey yoktu. En basitinden ne okullarda Kürtçe konuştular, ne Kürtçe konuştukları için dayak yediler. O süreçleri yaşamadılar ya da o süreçler yaşanırken Kürt oldukları anlaşılmasın diye her defasında üzerlerinde sırıtan envaiçeşit kılıklara girdiler. Bunlardan birini yakından tanıyorum. O kadar Kürtlükten ve Kürtçeden kaçıyordu ki sülalesinin ortaasyadan geldiğini söylüyordu, elli metreden “ben Kürdüm” diye bağıran “hıyar burnuna” bakmadan. Kendisini iyice inandırmış olacak ki kalkıp o diyarlara gitmiş, Ural dağlarında bozkurt gibi ulumaya kalkmıştı da yerli ahali “bu hıyar burunlu ne yapıyor böyle!” diye acıyan gözlerle bakmışlardı, yanındaki özbeöz Türk budunundan olan arkadaşları anlatmıştı. Şimdilerde çapının, karakterinin asla erişemeyeceği en yüksek perdeden “Kürtlük” yaparak atıp tutuyor. Tek gerçek tarafı bir türlü kurtulamadığı “Hıyar burnu”.
Yatılı okulda bir akşam koğuştaki bazı arkadaşlarla sohbet ediyorduk. Onlara bir masal anlatıyordum. Henüz yatma saati gelmediği için biraz yüksek sesle konuşmakta bir beis görmüyorduk. Bizim koğuştan bir arkadaş yavaşça uzandığı yatağından kalkıp dışarı çıktı. Acaba rahatsız mı oldu diye düşündük. Sonra fazla beklemeden geri geldi. Az sonra nöbetçi öğrenci beni çağırdı, nöbetçi öğretmen seni çağırıyor diye. Koğuşa gelip battaniyeyi başına çeken ve Kürt olduğunu asla söylemeyen arkadaş meğer Kürtçe konuşuyorum diye beni şikayet etmiş. Gittim. Hoca elindeki değnekle nereme denk geldiyse vurmaya başladı. Acılar içinde kıvranır halde bıraktı. Bir yandan da “niye Kürtçe konuşuyorsun?” diyordu. Yıllar sonra TRT Kurdî’de bir programdan çıkarken tanımadığım bir numara aradı beni. Açtım. Kendini tanıttı. Oydu. İşin garip tarafı Kürtçe konuşuyordu. Ben dumura uğramış vaziyette dinliyordum. Niçin bu kanalda program yaptığımızı, devletin adamı olduğumuzu, federasyon veya özerklik istememiz gerektiğini…falan anlatıyordu, eqolojik demografik hatta demoqratik gibi bilmediğim bir sürü kelimemsi söz eşliğinde. Ama benim aklım o akşam yediğim o dayakta olduğu için fazla bir şey demeden telefonu kapattım.
Birkaç gün önce sağlık bakanlığı Elazığ’daki bir hastanede Türkçe bilmeyen hastalar için bir kart hazırlamış ve kartta İngilizceden tutun Boşnakçaya kadar yaklaşık on yabancı dilin yanında Kürtçenin Kurmancî, Zazakî ve Soranî lehçelerine de yer vermişti. Ben de bu olumlu adımı tebrik etmiştim. Aynı bakanlık yaklaşık bir yıl kadar önce İstanbul havaalanının panolarına birçok yabancı dilden koronaya karşı dikkate alınacak tedbirleri içeren ilanlar asmıştı ama Kürtçeye yer vermemişti. Ben de bakanlığın bu uygulamasını eleştirmiştim. O zaman da bazı dostlarım bu eksikliğe dikkat çektiğim için bana içerlenmişlerdi. Yalaka mahlukları bir kenara bırakarak dostlara meramımı anlatmış ve meseleyi kapatmıştık. Anlayacağınız benim yaptığım yanlışa yanlış, doğruya doğru demekten ibarettir. O gün yanlış yapan bakanlığı eleştirdim, bu gün doğru yapan bakanlığı tebrik ediyorum.
Eksik veya yanlış yok mu? Elbette var. Bir kere Kurmancî, Dimilkî ve Soranî lehçeleriyle Kürtçe yabancı dil değil, bu toprakların ana dillerinden, hem de en kadim olanlarından biridir. Ayrıca “Kürtçe” ifadesi bu lehçelerden birinin değil tümünün ortak adıdır. Ama Allah aşkına, “Kürtçe diye bir dil yoktur…Arapça, Farsça ve Türkçenin karışımıdır… Farsçanın bozuk bir lehçesidir…Bilinmeyen bir dildir…” günlerinden bugünlere gelmişiz, TRT 6 (Sonradan Kurdî) açılmış, Yaşayan Diller enstitüleri açılmış, okullarda Kürtçe seçmeli ders olmuş…bunları başlıklara, isimlere kurban mı edelim?...Bazıları kurban ediyorlar nitekim. Özellikle yukarıda karakteristik özelliklerini örneklendirdiğim Kürt mahallesinin madrabazları her seferinde çaplarını ve karakterlerini fersah fersah aşan yüksek bir hedef koyarak bütün bu değerleri heba ettiler, ediyorlar. Eğer Kürtler yoğun bir şekilde Kürtçe seçmeli derslere rağbet etselerdi, o dersin fiilen zorunlu ders haline gelmesi işten bile değildi. Ama bakanlığın attığı olumlu bir adımı tebrik ettim diye bana demediğini bırakmayan Kürt mahallesinin madrabazları yüzünden seçmeli ders de seçilemez oldu. Seçmeli dersi akamete uğrattıkları yetmezmiş gibi şimdi de “Kürtçe resmi dil olsun” teranelerini dillendiriyorlar. Kürtler böyleleri için “Hun teyrê wê toraqê nînin” (Siz o çökeleği kapacak kuşlardan değilsiniz) derler. Yani bu talep sizin boyunuzu aşar. Yarın bu talebe dair sıkı bir takibat olursa, bırakın anadilinizi, ananızı unutursunuz, Kürtlüğümüzü ele veriyor diye.
Yeterince tecrübem, yaşamışlığım ve bu tip madrabazları tanımışlığım olduğu için Kürtlere bir tavsiyede bulunma hakkını kendimde buluyorum: bu atıp tutanlara kulak asmayın, imkanınız ölçüsünde dilinize sahip çıkın. Az veya çok demeden kazanımların değerini bilin.
Arapların güzel bir sözü var: “Ma la yudrek kulluhu la yutrek culluhu” (Tamamı elde edilemeyen bir şeyin tamamı bırakılamaz) diye. Bu yüzden ben, eldeki azın değerini bilmeyen sosyal medya klavyeşörlerinin çemkirmelerine aldırmadan Kürtçe ile ilgili atılan her olumlu adımı yanlış isim ve kalıplarda da olsa alkışlayacağım. Yer vermedikleri, yok saydıkları zaman da eleştireceğim.
Zaten tarih ortaya koyacak “Kî berx e kî beran e” (Kimin kuzu kimin koç olduğunu)…
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish