Hukuk ve adalet

Ümit Aktaş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Twitter

Babam Köy Enstitüsü mezunu, kasaba ölçeğinde “devrimci”, Çetin Altan’ı okuyabilmek için “Cumhuriyet gazetesi” alan bir öğretmendi.

Yıllar sonra “Tercüman” okumaya başladığında, bu kez de Tarık Buğra’yı tanıyacak ve ilgi ile okumaya başlayacaktım.

Okumalarımın giderek düşünsel kitaplara evrildiği yıllarda okuduğum, Karl Polanyi’nin “Büyük Dönüşüm”ünü derinlikli bir “önsöz” ile dilimize kazandıran ise, Ayşe Buğra idi.

Ayşe Buğra’nın Tarık Buğra’nın kızı olduğunu, Osman Kavala ile evliliğini ve Osman Kavala’nın ise bu eseri yayımlayan “İletişim Yayınları”nın sahibi olduğunu ise yıllar sonra öğrenecektim.

Osman Kavala’yı ilk kez Haydarpaşa Garı’nın merdivenlerinde, bir grup aktivist ile “Ermeni Tehciri”ni protesto ederken görmüştüm.

Doğrusu oldukça şaşırtmıştı beni. Zengin bir iş insanının, hem de bir beyaz Türk’ün böylesi eylemlere katılabileceğini düşünemezdim. Meğer adı “kızıl kapitalist”e çıkmışmış; bunu da sonra öğrendim.

Daha yakın yıllarda ise şimdilerde tu kaka edilen barış eksenli bir toplantıda karşılaştım kendisiyle ve bilmem ki bu beni de şaibeli kılar mı ama uzaktan selamlaştım.

Ayşe Buğra’yı ise ilk kez, 26 Temmuz akşamı Habertürk kanalında katıldığı Osman Kavala ile ilgili programda görebildim.

Meğer Osman Kavala’nın tutukluluğunun 1000'nci günüymüş. Yorgun ve üzgündü. Çaresizliği ve kırgınlığına rağmen umudunu korumaya çalışmaktaydı.

Dile kolay! Bin uzun gün. Hem de ne için? Belirsiz!

Aslında pek televizyon izlemem. Ama o gün, TRT 2’de gösterilecek olan, Martin Luther King öncülüğündeki şu meşhur “Selma” kasabasından “Montgomery”ye “oy hakları” veya “özgürlük yürüyüşü”nü anlatan filmi izlemek için açmıştım.

Meğer geç başlayacakmış. O arada zaping yaparken karşılaştım Osman Kavala ile ilgili programla. Avukatı, defalarca verilen beraat kararına rağmen, daha cezaevinden çıkmadan yeniden başka bir bahane ile tutuklanmasını anlatmaktaydı:

İki tahliye, bir beraat kararına rağmen hâlâ içeride.


Bir hukuki süreç değil de sanki bir oyundu bu; ama karşı tarafa işkence çektirmeye çalışılan bir oyun! 


“Özgürlük Yürüyüşü”nde kısa bir Malcolm X sahnesi de vardı. “Doğrudan yanayım, kim söylerse söylesin. Adaletten yanayım, kimin yanında ya da karşısında olursa olsun” diyen Malcolm’un Elijah’dan ve “Nation of İslam”dan ayrılışının hemen ertesi yıl.

Geçmişte Martin Luther King’e karşı “pasifizmi”nden ötürü kınayıcı bir üslup kullanan Malcolm, “Selma”daki olaylar nedeniyle tutuklanan King’in eşini ziyaret ederek üzüntülerini ve pişmanlığını izhar etmekteydi.

Kuşkusuz köprülerin altından çok sular akmıştı ve yeni bir mücadele stratejisi oluşturmaya çalışmaktaydı. Yüzündeki hâlâ korumaya çalıştığı o meşhur öfkesine rağmen oldukça kaygılıydı da.

O da tıpkı Martin Luther ve ailesi gibi, sürekli ölüm tehditleri almakta ve buna rağmen hak ve adalet mücadelesini sürdürmekteydi. 


Başkan Johnson ile etrafındakiler arasında sıkça isimleri geçen ve elbette nefretle andıkları Malcolm X ertesi yıl, 21 Şubat 1965’te, kırk yaşındayken, Martin Luther King ise 4 Nisan 1968’de, daha 39 yaşında iken katledilirler.

Aradan geçen elli yılda ABD’nin mazlum ve madun siyahileri birçok haklarına kavuşurlar gerçi ve hatta bir siyahi başkan bile seçilir aralarından; ama nice gözyaşlarına mal olan kazanımlarının pek çoğu kâğıt üzerinde kalmaktan öteye gitmez.

Afrika’dan ABD’ye köle olarak taşınan siyahilerin torunları, mücadelelerindeki oldukça trajik hadiselere rağmen, hiç mi hiç pes etmezler.

Geçtiğimiz aylarda başlayan ve hâlâ devam eden isyanlarda da olduğu gibi, beyaz polis (egemenler)’in gözünde henüz bir insan olma değeri ve haysiyetini kazanmış olmasalar da, ABD’ye hak ve adalet dersi vermeyi, milim milim de olsa haklarını elde etme çabalarını ısrarla sürdürmekteler.  


Irkçı faşizm sadece ABD’ye münhasır bir gerçeklik değil elbette. Türkiye’de de yıllar yılı benzeri bir çatışma, hak ve adalet arayışı sürmekte.

Burada ise “zenci” yerine konularak aşağılanan Kürt halkına karşı benzeri muameleler hız kesmeden devam etmekte.

Ne Roboski’de yapılanlar, ne de geçtiğimiz yıllarda katledilerek cesetleri çırılçıplak sokaklarda süründürülen iki Kürt kadınına yapılanlar unutulmuş değil.

Bunlarla ilgili bir özür dilenmediği gibi, yapılanlar da benzeri nice meselede olduğu gibi sadece unutulmaya bırakıldı. Tabi ki her aşağılayıcı saldırı, bir öfke yanında umutların kırılmasına ve kötümserliğe de yol açmakta.

Bizler ise Malcolm’ün veya Martin Luther King’in hak ve adalet mücadelesini hayranlıkla anarken ve onlara yapılanları suçlarken, burnumuzun dibinde gerçekleştirilen benzeri haksızlıklar karşısında maalesef suskun kalmaktayız.


Osman Kavala’nın gerçek suçu sanırım tam da bu, yani doğrudan kendisini ilgilendirmeyen bir meseleyi görmezlikten gelmek ve müreffeh bir hayatın keyfini çıkarmak yerine, haksızlıklar ve adaletsizlikler karşısında suskun kalmayışıydı.

Hem de madunlaştırılmış, bir insan olma haysiyetinden yoksunlaştırılmış olan bir kitlenin mensubu olmamasına rağmen, onların mücadelesine destek vermesi.

Ama tıpkı ABD’nin ırkçı devletinin gözünde her siyah hâlâ köleyse ve onları destekleyen beyazlar da WASP (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan)’lığa dair ilkelere ihanetle suçlanmaktaysa, Türkiye’de de Kürtlerin oldukça doğal olan haklarını savunanlar da, benzeri bir biçimde suçlu addedilmekte.

Bunun en yakın örnekleri İsmail Beşikçi, Fikret Başkaya ve Osman Kavala’dır. Hele hele Osman Kavala gibi bir beyaz Türk’ün, bir milyarderin bu gibi işlerle uğraşması ise asla bağışlanabilir bir şey değildir. 


Dolayısıyla da birçok adi suçlunun ve hatta suç baronunun affedilerek serbest bırakıldığı bir süreçte, Osman Kavala ve benzerleri (mesela Ahmet Altan, Mümtazer Türköne vd.) binlerce günlerini sırf haksızlıklara itiraz ettikleri, kırmızıçizgileri geçtikleri için, cezaevlerinde tutulmaktalar.

Elbette ki buna dair eleştiriler karşısında biçimselleştirilmiş hukukun kararları önümüze konulmakta.

Ayrıca, ülkemizde hukukun işleyişi için görkemli adalet sarayları yapıldığı da sıkça tekrarlanmakta. Ama bunlar, “hukuk”un temeli olan adalet şartının ifasını sağlamaya yetmemekte. 


Açıkçası bu mesele, yani adaletin sağlanması, belki de bu ülkenin en ağır mevzuu ve bu, salt Avrupa ülkelerinin ciltlerce yasalarını çevirmekle, partilere isim olarak konmakla, göstermelik devrimler ve görkemli binalar yapmakla, toplumun geçmişe dair misallerle yatıştırılmasıyla halledilebilecek bir mesele de değil.

Adaletin sağlanabilmesi için, öncelikle her insanın incitilmemesi gereken bir haysiyete sahip olduğunun ve salt bu nedenle de olsa saygıyı hak ettiğinin amasız ve fakatsız bir biçimde içselleştirileceği ciddi bir toplumsal değişimin göze alınması, alınabilmesi gerekmektedir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU