Modern Fransa siyasetinin iblisleri ve Macron’un Libya siyaseti üzerine

Sinan Baykent Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AFP

Fransa, entelektüel planda Avrupa’nın daima en önde gelen ve en üretken ülkesi olmuştur. Büyük edebiyatçıları, sanatçıları, mimarları, felsefecileri ve siyaset kuramcılarıyla dünyaya yüzyıllar boyunca yön vermiş, evrensel değerler kazandırmıştır.

Dahası, düşünce hayatındaki bu dinamik gelenek – her ne kadar 1980’lerin sonlarından itibaren inişe geçmeye yüz tutmuşsa da – hâlâ diğer Avrupa ülkelerine kıyasla diri ve canlıdır.

Ne var ki Fransa, kültür levhasına ilişkin edindiği bu muazzam birikimin meyvelerini reel politik ve askerî anlamda, en azından Napolyon’dan beridir, bir türlü layıkıyla toplayamamıştır ve hatta toplamakta fevkalade beceriksiz kalmıştır.

Birinci Fransız İmparatorluğu döneminde eski kıtada mutlak sayılabilecek bir hâkimiyet kurduktan sonra Rusya kapılarına dayanan Napolyon, aslında bu vesileyle Fransızlara altından kalkamayacakları bir “kompleksler demeti” bırakacağından o yıllarda muhtemelen habersizdi.

Gerçekten de Napolyon, öylesine kudretli bir “imparator” idi ki, fetihlerinin ve askerî dehasının tetiklediği hayranlık çağdaşlarının yanı sıra sonraları Üçüncü Reich’ın “Führer’i” Adolf Hitler’i bile kuşatmaya yetmişti.

28 Haziran 1940 tarihinde işgal altındaki Paris’e yaptığı bir ziyaret esnasında Hitler, Napolyon’un Invalides’deki mezarını “Fransız halkının geçmiş cevherine bir saygı göstergesi olarak” ziyaret etmiştir.

Sonunda her ikisi de Rusya seferlerinde aynı akıbete duçar olmaktan kurtulamamıştır.

Fransa 16'ncı yüzyıldan 19'ncu yüzyılın sonlarına değin bir sömürge imparatorluğu olagelmiştir.

Napolyon ise Fransa’ya denizaşırı egemenliğini Avrupa kıtasına yaymasına fırsat veren isim konumuna erişmiş, bu anlamda Fransız kibrini adeta zirve noktasına taşımıştır.

Ancak her “pik” aslında kaçınılmaz düşüşe bir “prelude” teşkil eder. Nitekim öyle de olmuştur.

1814 yılında Rus Çarı Birinci Aleksandr, görkemli ordularıyla Paris’e girmiştir örneğin. Akabinde bir toparlanma ve Afrika’nın paylaşımıyla birlikte ete kemiğe bürünen “yeni sömürgeleştirme” evresinden geçmiş olsa da Napolyon’un imparatorluk deneyiminin sonu aslında Fransa tarihi için utanç verici mağlubiyet ve bozgunlar silsilesinin başlangıcını simgelemiştir.

20'nci yüzyılı bir bakıma tepeden tırnağa Fransa’nın gerileme tarihi addedebiliriz.

İkinci Dünya Savaşı’nda ana karadaki topraklarının önemli bir bölümünü şimşek hızıyla yitirmiş, geride kalan topraklarını ise Vichy rejimi eliyle Alman denetimine açık hâlde muhafaza edebilmiştir. 

1946 yılında Suriye ve Lübnan’ı, 1953 yılında Laos ve Kamboçya’yı, 1956 yılında Fas ve Tunus’u, 1958 yılında Gine’yi, 1960 yılında Togo, Kamerun ve Madagaskar gibi ülkeleri, 1962 yılında Cezayir’i, 1975 yılında Komor Adaları’nı ve 1977 yılında ise Cibuti’yi kaybeden Fransa, her şeye rağmen artık hiçbir somut dayanağı bulunmamasına karşın yine de dünya meselelerine, özellikle de eski “dominium” haritasındaki olaylara burnunu sokmaya çalışmayı sürdürdü.

Bu durum artık Fransız siyasetinde bir alışkanlığa, kendiliğinden bir reflekse ve dahi bir nevî genetik kalıba evirilmiştir.

Makalenin başlığında “modern Fransa siyasetinin iblislerinden” bahsetmemin sebebi tam olarak budur.

Fransa’da sağ-sol ideolojik eğilim farkı gözetmeksizin topyekûn siyasetçi sınıfı devletin Napolyon’dan bu yana istikrarlı bir biçimde idrâk ettiği ve sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadelelerinin üst üste binerek yarattığı devasa travmalar zincirinin yansımalarını atlatabilmiş değil.

Yönetim kademesindeki yerleşik anlayıştan eğitim müfredatındaki izdüşümlerine değin mevzubahis derin sarsıntıların saptanması son derece kolay birtakım komplekslere yol açtığı aşikârdır.

Charles de Gaulle’den Valérie Giscard d’Estaing’e ve François Mitterand’a, Jacques Chirac’tan Nicolas Sarkozy’ye, François Hollande’dan Emmanuel Macron’a kadar hemen hemen bütün Fransa Cumhurbaşkanları – farklı derecelerde de olsa – bu komplekslerle bezeli bir zihin âleminin diktasında hareket etmişlerdir.

Hâlihazırda herkes bir “kompleksin” ne olduğunu üç aşağı beş yukarı biliyor. Şüphesiz ki psikanalizin her bir babası söz konusu kavramı kendince açımlamış ve yine kendi ölçüleri ışığında beslemiştir.

Ancak kompleksin tanımına ilişkin en doyurucu açıklamanın bugün bile hâlâ Carl Gustav Jung’dan geldiği hususunda ikna olmuş vaziyetteyim.

Jung, kompleksi şöyle tasvir ediyor:

Kompleksler bilincin kontrol edemediği ve ruhun karanlıklarında bağımsız bir varlık sürdüren psişik kitlelerdir. Bulundukları yerden bilinçli faaliyetleri her an baltalayabilir ve/veya destekleyebilirler.
 

Kompleksleri düşünce ve eylemlerimizi değişken mizacı haiz iblislere benzetiyorum. Orta Çağ’da esasen vahim sinirsel hastalıklardan mustarip olan insanları iblislerin ele geçirdiğinin sanılmasının bir sebebi de buydu.

Ve ekliyor:

Bir insana iblislerin musallat olduğunu söylediğim zaman aslında bir vakıayı olduğu gibi anlatmaya çalışıyorum. İblislerin dadandığı insan meşru anlamda hasta değildir. Aksine, üzerinde herhangi bir tasarruf hakkı olmayan görünmez bir psişik etkiye girmiştir.


İkinci Dünya Savaşı sonrasında Fransa uluslararası arenadaki konumunu önce NATO’yla kol kola girerek ardından da NATO’dan bağımsız yürüyerek pekiştirmeyi denedi.

Ancak her iki bağlamda da hüsrana uğradı. Yine de başta Kuzey Afrika olmak üzere, muhtelif Afrika ülkelerinde ve Ortadoğu’da ekonomik menfaatleri ve enerji ihtiyaçları ekseninde kendisine yakın kukla rejimler tesis edebildi, darbeler örgütleyebildi ve irili-ufaklı askerî harekatlar düzenleyebildi (birçoğu hedeflerine ulaşamamışsa da).

Bugün Macron önderliğindeki Fransa’nın eski Cumhurbaşkanlarının idaresindeki Fransa’dan bir farkı yok.

Selefleri gibi Macron da uluslararası diplomasi dilinin Fransızca olduğu, hükmedilen sömürge imparatorluğunun Fransa’nın “arka bahçesi” sayıldığı, her an ve her yerde 1789 Fransız İhtilâli’nin övüldüğü ve Napolyon nostaljisinin henüz “nostalji” kılıfına sarılmadığı günlerin özlemiyle kavruluyor.

Oysa böylesi bir dünya düzeninin artık kalıntılarına bile rastlamak mümkün değil. Köprünün altından çok sular aktı.

Dahası, Fransa bugün itibarıyla artık tarihin tozlu sayfalarına karışmış kadim “yaşam alanına” dahi arzu ettiği nüfuzla intikal edemiyor. 

Son olarak François Hollande hükûmetleri döneminde ayak bastığı ve kendi topraklarından yaklaşık 3 bin 500 kilometre ötedeki Mali ve Sahel coğrafyalarında ise istediklerini henüz tümüyle gerçekleştirmekten uzakta.

Hoş, Mali’deki varlığının da doğrudan Mali’yle veya Mali iç politikasındaki dengesizliklerle bir ilgisi yok.

Mesele daha ziyade Mali’nin bereketli doğal kaynaklarıyla meşhur komşusu Nijer ve çevredeki ticaret güzergâhlarıyla alakalıdır.

Nitekim Libya davası da benzer saiklerle ele alınmıyor mu?

Fransa merkezli ve eski TOTAL kadrolarından müteşekkil bir düşünce kuruluşu olan Shift Project yayımladığı son raporda, Avrupa’nın çok yakın bir gelecekte (2030 yılının başlarında) ciddi bir petrol darlığına düşeceğinin altını çizdi.

Sadece bu raporun özetinin özetiyle bile Fransa’nın Mali’de ne işinin olduğu ve Libya özelinde niçin başı kesik bir horoz gibi oradan oraya savrulduğunu anlamak için kâfidir.

İlaveten Fransa, Tunus’la ortak bir sınır paylaşan Libya’nın karışmasının Mağrip’te yeni huzursuzluklara çanak tutabileceği görüşünde.

Fransa’da yaşan Mağripli kökenli nüfusun 4,5 milyon bandında seyrediyor oluşu da geçmişte işlenen günahların acısının çıkması korkusunu bu anlamda tazeliyor.

Macron, Fransız siyasetçi sınıfına özgü tarihsel böbürtüden ilham alarak, Fransa’nın kendisinden daha düşük bir seviyede gördüğü bir devletin yani Türkiye’nin Akdeniz’de Avrupa’nın “işlerine” (daha doğrusu çıkarlarına) çomak sokmasına tahammül edemiyor, dayanamıyor.

NATO’ya “beyin ölümü” eleştirilerinin temelindeki sebeplerden birisi de budur zaten.

NATO’nun beyin ölümü vaki midir, değil midir bilemem; amma Macron’un bir “bilinçaltı arkeolojisi” yapmadığı, yapamadığı kesindir.

Fransa’nın kolektif bir hezeyanla yaşatmakta direttiği ve yaşattığına bir şekilde inandığı geçmiş geçti, gitti, bitti.

Elbette Fransa hâlâ güçlüdür, ayaktadır. Ancak kendisine tuttuğu dev aynasından kurtulamazsa önümüzdeki yıllarda işi gerçekten çok zor.

Bugün Türkiye Birleşmiş Milletler’in (BM) meşru kabul ettiği Ulusal Mutabakat Hükûmeti’nin (UMH) yardımına koşarken esasen Doğu Akdeniz’deki hayatî haklarını savunuyor.

Fransa ise artık hiçbir karşılığı kalmayan devrik “efendi” havalarının ardında, bir türlü yenemediği ve aşamadığı komplekslerinin – veya Jung’un deyimiyle iblislerinin – tahakkümündeki bir hâlet-i ruhiyeyle yeryüzündeki bir ülkeyi daha iliklerine kadar sömüremeyecek olmanın dayanılmaz ıstırabını çekiyor.

Dillerine pelesenk ettikleri ve Libya özelinde kati suretle herhangi bir gerçeklik ihtiva etmeyen “neo-Osmanlıcı politika” tenkitleri minvalindeki tepinmeler de bu yüzden.

Velhâsıl bir epilog mahiyetinde ve Fransızların kulağına küpe olması, kendi iblislerinden azat olarak şifâ bulmaları temennisiyle Napolyon’un bir sözüyle bitirelim:

Ululuktan gülünçlüğe geçmek için bir adım yeterdir.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU