Arkeolojik kazılar insanlığın geçmişi hakkında önemli bilgilere ulaşmamızı sağlıyor.
Örneğin Şanlıurfa’da bulunan Göbeklitepe’deki kazılar bilinen tarih kitaplarını bile değiştirecek nitelikte büyük buluşlara neden oldu.
Göbeklitepe’de bir yerleşim kuran insanlar aynı zamanda bir de tapınak inşa etmişti.
Göbeklitepe’deki kazılar bu yönünden dolayı yalnızca tarihçilerin değil teoloji yani din ile ilgilenen bilim insanlarının da ilgisi çekti.
Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe ve Din Bölümü Öğretim Görevlisi Dr. Bilal Toprak da bu isimlerden biri.
İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde sürdürdüğü “Din Arkeolojisinin İmkânı ve Göbeklitepe” başlıklı doktora çalışmasını Aralık 2019’da tamamlayan Toprak ile din ile arkeoloji ilişkisi üzerine konuştuk.
“İlk kazılar Kitab-ı Mukaddes’te geçen yerleri bulmak için başladı”
Toprak, bilinen anlamda ilk arkeolojik kazıların başlamasında en önemli etkenin din olduğu görüşünde.
Arkeoloji ile din arasında oldukça ilginç bir ilişki var. 19. yüzyılda modern bir bilim olarak arkeolojinin ortaya çıkmasındaki en büyük etkenlerin başında din gelmektedir. Sömürgeleştirme faaliyetleri ile beraber, Mısır, Filistin, Suriye ve Irak coğrafyasına gelen Batılılar Kitab-ı Mukaddes’te (Eski ve Yeni Ahid’i içeren Hristiyan ve Yahudilerce kutsal kabul edilen kitap) ismi geçen tarihî mekânları bulmak amacıyla arkeolojik kazılara başladılar. Osmanlı hâkimiyetindeki bölgelerde gerçekleştirilen bu çalışmalar Avrupa’da büyük bir ilgi ve heyecan uyandırmış ve gelişmeler yakından takip edilmiştir. Kazılar neticesinde bulunan eserler çeşitli yollarla Avrupa’ya götürülmüş ve böylelikle İngiltere ve Fransa gibi ülkelerde bulunan müzelerde sergilenmiş ve söz konusu devletlere prestij kazandırmıştır.
“Arkeoloji, Kitab-ı Mukaddes’teki tarihsel anlatıyı boşa çıkardı”
Kitab-ı Mukaddes’te geçen yerleri bulma adına başlayan arkeolojik kazıların farklı sonuçları da oldu. Toprak bu sonuçları şöyle anlattı:
Bu bağlamda yapılan çalışmalar ve jeoloji alanındaki gelişmeler insanlık tarihinin, bilinenin aksine daha uzun bir geçmişe sahip olduğunu ortaya koymuştur. Bu durum, evrimci ve pozitivist düşünürler için büyük bir fırsat olarak görülmüştür. Buna göre Arkeoloji, Kitab-ı Mukaddes’teki tarihsel anlatıyı boşa çıkarmış ve insanlığın tarihini oldukça geriye götürmüştür. Dolayısıyla arkeoloji bir yandan pozitivistler tarafından -Yahudi-Hıristiyan geleneği özelinde- dine karşı bir saldırı aracı haline dönüşürken diğer yandan Kitab-ı Mukaddes bilgilerini doğrulamak/desteklemek üzere de kullanılmıştır.
“Kimi olaylar arkeolojik olarak kanıtlanmadı”
“Arkeolojik çalışmalar sonucunda dini geleneklerin anlatılarına ilişkin destekleyici veriler elde ediliyor mu? Örnekler verebilir miyiz?” sorusunu ise Toprak şöyle cevaplandırdı:
Kitab-ı Mukaddes arkeolojisi bağlamında dini anlatılarda bahsi geçen Ninova ve Ur gibi kimi şehirler ile ilgili yapılan kazılar neticesinde önemli bilgiler elde edilmiştir. Bununla birlikte Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan kimi olayların arkeolojik olarak kanıtlanmadığını ve bazı bilgilerin de verilerle veya dönemin özellikleriyle uyuşmadığını söylemek mümkündür. Bu noktada Kathlee Kenyon’un yaptığı çalışmalar son derece dikkat çekicidir.
“Masada” kazıları İsrail’i hayal kırıklığına uğrattı
Dini kitaplarında geçen olayları arkeolojik kanıtlarla ispatlamaya çalışan devletlerin başında İsrail geliyor.
İsrail topraklarında bu anlamda bugüne kadar birçok kazı yapıldı.
Ancak Toprak’ın iddiasına göre pek de istenilen sonuçlara ulaşılmış değil.
Özellikle de Yahudi tarihi açısından büyük önemi olan ve Romalılara karşı yapıldığı iddia edilen Masada savunmasına dair.
Toprak, bu süreçte yaşananları şöyle anlattı:
Özellikle İsrail devletinin kuruluşundan sonra arkeolojik verilerin ideolojik kaygılarla çarpıtıldığını söylemek mümkündür. Bu konuda 1960’lardan itibaren İsrail halkının özgürlük ve direniş sembolü olarak öne sürülen Masada anlatısı oldukça ilginçtir. M.Ö. 70’lerde Romalı askerlere karşı direnen bir grup Yahudi’nin Masada kalesinde birkaç ay boyunca mücadele verdikleri ve teslim olmayı reddederek topluca intihar ettikleri belirtilmektedir. Yahudi tarihçi Josephus’un bu anlatısını ispatlama doğrultusunda İsrail ordusunda görevli olan Yigael Yadin tarafından sürdürülen Masada kazıları İsrail devleti tarafından finanse edilmiştir. Ancak Masada kalesindeki kazılarda toplamda 25 insan iskeletine rastlanmasına rağmen veriler çarptırılarak milliyetçi söylemler desteklenmeye çalışılmıştır. Bu sayede ‘Masada bir daha asla düşmeyecek’ sloganı ile bu anlatı geçmişten bugüne taşınarak İsrail milli bilinci diri tutulmaya çalışılmış ve arkeoloji ideolojik bir aygıt olarak kullanılmıştır.
Arkeoloji ile 1000 yıl önce Çin’de Yahudilerin yaşadığı ispatlandı
Toprak, arkeolojik veriler ideolojik olarak ele alınmadığında çok önemli veriler sunduğunu kaydederek bunları şöyle sıraladı:
Söz gelimi Yahudilerin inançları ile Mısır ve Kenan’da bulunan kimi inançlar arasındaki benzerlikler de bize arkeolojinin sağladığı faydalardandır. Benzer şekilde yazılı metinlerde rastlanmamasına rağmen Çin’de yapılan kazılarda Sung Hanedanlığı döneminde (960-1126) Yahudi cemaatinin varlığı ispatlanmıştır. Örnekleri arttırmak mümkün. Arkeolojik araştırmalar bize hem yazılı metinleri daha doğru anlamamızı ve yorumlamamızı sağlıyor hem de henüz yazılı kayıtlara sahip olmadığımız dönem inançları hakkında bize önemli ipuçları sunuyor.
Kur’andaki bilgiler arkeolojiyi destekliyor mu?
Toprak öncelikle Kur’anın yalnızca 25 (veya 28) peygamberin hayat hikayesinden bazı tablolar sunduğunu ancak Tevrat’tan farklı olarak kişi, yer ve zaman ayrıntılarına yer vermediğini belirterek sözlerini devam ettirdi:
Dolayısıyla Kur’an’dan hareketle bir tarih belirlemek mümkün değil, çünkü Kur’an’ın böyle bir amacı yok. Kur’an’daki peygamber kıssaları veya çeşitli kavimlere ait olaylar incelendiğinde amacın tarihi bilgi vermek yerine bir mesaj iletmek olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Ancak yapılan arkeolojik çalışmalar bize Kur’an’ın haber verdiği Babil, Yemen’de bulunan Seba şehrindeki Belkıs sarayı kalıntıları ve Kudüs gibi yerleşimler hakkında bilgiler sunmaktadır. Benzer şekilde Ashab-ı Kehf veya halk arasında yedi uyuyanlar olarak bilinen kişilerin kaldığı mağaralarla ilgili Umman/Ürdün yakınlarındaki ve Efes’teki mağaralarda kazılar yapılmıştır.
“Hz. İbrahim’in M.Ö.1900’de yaşadığı öne sürüldü”
Arkeolojik çalışmalardan hareketle peygamberlerin yaşadıkları dönemlerle ilgili çeşitli tahminlerin de öne sürüldüğünü kaydeden Toprak, sözlerini şöyle devam ettirdi:
Buna göre söz gelimi Hz. İbrahim M.Ö. 1900’lerde yaşamıştır. Ancak daha önce de ifade edildiği gibi tarihler açısından bir kesinlik söz konusu değildir. Dolayısıyla arkeolojik kazılarda bulunan yerler ile ismi bilinen peygamberler arasında doğrudan bir ilişki kurmak problem teşkil etmektedir. Bunun yerine Kur’an’ın tarih felsefesini göz önünde bulundurmak daha sağlıklı sonuçlar elde etmemizi sağlayacaktır. Aksi takdirde Hz. İbrahim’le Göbekli Tepe’yi ilişkilendiren ilginç ve bağlamı olmayan anlamsız durumlarla karşılaşırız.
“Din arkeolojisi de zorunlu”
Toprak sonuç olarak din ve arkeoloji arasında sanılanın ötesinde çok daha güçlü bir ilişki olduğunu belirterek, sözlerini şöyle tamamladı:
Dinin hayatın her alanına etki eden yönü göz önünde bulundurulduğunda, arkeolojik verileri sadece arkeologlar tarafından anlaşılamayacağı ortaya çıkmaktadır. Üstelik disiplinlerin tek başına sosyal meseleleri çözemeyeceği gerçeği, bize disiplinlerarası bir alan olarak din arkeolojisini zorunlu kılmaktadır.
© The Independentturkish