17 Ağustos 1999 depreminden kısa bir süre sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Japonya Uluslararası İş birliği Ajansı (JICA) arasında “Afet Azaltma Önleme Temel Planı” kapsamında bir çalışma anlaşması yapıldı.
Buna göre Türkiye’de olası büyük bir depremde meydana gelebilecek tahribat değerlendirildi. Bu çalışma 2001 yılının sonlarında tamamlandığında tablo korkunçtu.
Eğer 7.5’lik bir deprem meydana gelirse İstanbul’da şöyle bir tablo ortaya çıkacaktı;
50 bin ile 60 bin arasında ağır hasarlı bina, 1 milyon 500 bin ile 600 bin arasında evsiz aile, 70 bin ile 90 bin civarında ölü, 120 bin ile 130 bin civarında ağır yaralı, 400 bin civarında hafif yaralı, bin ile 2 bin noktada su sızıntısı, 30 bin doğalgaz servis kutusunda gaz çıkığı, 140 milyon ton enkaz, 1 milyon kişi için kurtarma operasyonu, 50 milyar dolar civarında maddi kayıp ve 330 bin çadır ihtiyacı.
Bu araştırma tamamlanıp kamuoyu ile paylaşılmasının ardından yaklaşık 17 sene geçti.
Bu süre zarfında İstanbul fiziki olarak neredeyse 3 kat büyüdü ve o gün 10 milyon 786 bin 300 olarak ölçülen İstanbul nüfusunun bugün resmi kayıtlara göre 19 milyona ulaştığı dile getiriliyor.
Gayri resmi rakamlara görey ise, bu rakamın 22 milyon kişinin üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Bu tablo göz önüne alındığında meydana gelebilecek bir depremin faturasının bir hayli kabarık olacağını söylemek mümkün.
Böylesi büyük bir tedirginlik içinde İstanbul, 25 ve 26 Eylül tarihleri arasında en büyüğü 5.8 olmak üzere birçok artçı deprem ile sarsıldı.
GSM hatları çöktü, trafik kilitlendi ve insanlar büyük bir panik içinde ne yapacaklarını bilemedi.
WhatsApp ve benzeri sosyal medya iletişim araçlarında çeşitli ses kayıtları paylaşılması bir korku dalgasına sebep oldu.
Kamuoyu mevcut hükümet ve muhalefetin elinde bulunan Büyükşehir Belediyesi arasındaki güç ve siyaset mücadelesini büyük bir tiksinti içinde seyretti.
Oysa deprem, zelzele, küçük kıyamet ya da başka bir ismiyle kıyamet-i sugra olarak bilinen bu doğal afet bu toprakların binlerce yıllık gerçeği olarak karşımıza çıkıyor.
Tarihe ufak bir yolculuğa çıktığımızda bu günlerde yaşadığımız talihsiz vakaların benzerlerini karşımızda buluyoruz.
Provokatörler ve liyakatsiz memurlar arasında 1894 Depremi
İstanbul 10 Temmuz 1894 günü tam öğle saatlerinde 18 saniye boyunca süren korkunç bir depremle sarsıldı.
Art arda üç kez kendisini hissettiren bu deprem İstanbul halkını büyük bir dehşete sevk etti.
Gebze’den Sapanca’ya uzanan bölgede hissedilen deprem sonrası İstanbul halkı sokaklara döküldü ve Sultan Abdülhamid’in çıkardığı irade-i seniyyeye kadar halk evlerine dönmedi.
Kaderin cilvesi o dönemde Gölcük’te herhangi bir yerleşim olmaması sebebiyle kayıtlarda bölge hakkında herhangi bir hasar bilgisi bulunmuyor.
Deprem sonrası İstanbul’da iki büyük problem söz konusu olmuştu; ilki Sultan Abdülhamid muhaliflerinin deprem ile ortaya çıkan korku iklimini kendi siyasi propagandalarına alet etmeleri, diğeri ise Sultan Abdülhamid’in baskıcı rejimi sonrası ortaya çıkan liyakatsiz devlet memuru güruhunun kontrol edilemez davranışlarıydı.
İstanbul halkı deprem sonrası kentin kırsal bölgelerinde kurduğu çadırlarda yaşamaya başladı; fakat halk sürekli olarak yeni deprem iddiaları ile korkutuluyordu.
Bir kısım medya, sorumsuzca haberlerinde asılsız depremlerin gününü ve saatini vererek şehirde korku ikliminin hâkim olmasına sebep oluyorlardı.
Gelinen noktada şehirde ticari hayat durmuş, şehrin su ve ekmek gibi temel gereksinimlerinin temin edilmesi dahi zora girmişti.
Durumun kontrolden çıktığını anlayan Sultan Abdülhamid, evvela çıkardığı bir irade ile İstanbul ahalisine çağrıda bulunarak korkulacak bir durumun olmadığını duyurdu.
Sonrasında işin uzmanı veya belediye gibi kaynaklardan haber aldığını iddia ederek yalan haberler yayan medya organlarını kapattı.
Örneğin Sabah gazetesi yaptığı bir haberde Mekteb-i Harbiye’nin yıkıldığını ve bunun sonucunda 3 kişinin öldüğü ve 22 kişinin yaralandığı gibi asılsız haberlere yer veriyordu.
Bu ve benzeri medya organlarının asıl amacı Sultan Abdülhamid yönetimine karşı güvensizlik iklimi oluşturarak Sultanı kamuoyu karşısında zayıf düşürmekti.
Nitekim benzer bir dezenformasyon süreci yabancı basında da ortaya çıkmış ve Sultanın depremde meydana gelen tahribatı gizlediği iddia ediliyordu.
1894 Depreminin ardından yaraları sarmanın önündeki en büyük engellerden biri liyakatsiz ve kifayetsiz memurlar olmuştu.
Memurlar deprem korkusuyla devlet dairesine gitmiyordu, acil yapılması gereken işler ise ancak büyük rüşvetler sonrası görülebiliyordu.
Bu durumun ortaya çıkmasının en büyük nedeni Sultan Abdülhamid yönetiminin devlet memuru seçiminde kriterinin liyakat yerine muhaliflikten uzak olmak olarak belirlemesiydi.
Bu durum liyakatsiz kişilerin devlet kademelerini işgal etmesine sebep olmuştu ve bu kişiler ilk kriz anında devlet mekanizmasının işlemez hale gelmesine neden olmuştular.
Sultan Abdülhamid yayınladığı bir başka irade-i seniyye ile rüşvet alan memurların derhal bildirilmesini istedi ve bu kişileri ağır cezalara çarptırdı.
Yine devlet dairesine gelmeyen memurlar hakkında soruşturmalar başlatılarak devlet mekanizması yeniden çalışır hale getirilmeye çalışıldı.
İstanbul halkını evlerine dönmeye davet eden irade-i seniyyede, Sultan Abdülhamid halkı kolera salgını hakkında uyararak bunun depremden daha yıkıcı sonuçları olacağını bildirmişti.
Padişahın tavsiyelerine kulak veren halk kısa süre sonra evlerine dönmeye başlamıştı.
Bu topraklar daha yıkıcısını görmedi: 1939 Erzincan Depremi
Avrupa kendisini yeniden büyük bir savaşın içinde bulalı daha birkaç ay olmuştu ve Türkiye kendisini bu savaşın dışında tutmaya gayret gösteriyordu.
Antakya, Türkiye’ye henüz katılmış; ama bu konunun politik sorunları tam olarak bitmiş değildi.
Ankara gündeminin bu denli yoğun olduğu bir zamanda, 1939 yılında, 26 Aralığı 27’sine bağlayan gecede Erzincan ili 7.9 şiddetinde büyük bir deprem ile sarsıldı.
Resmi rakamlara göre 32 bin 962 kişi hayatını kaybetmiş, 100 bin üzerinde kişi yaralanmıştı ve 116 bin 720 bina yıkılmıştı.
General Mazlum İskora, dönemin Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili Dr. Hulusi Alataş’a 27 Aralık 1939 yılında çektiği telgrafta korkunç durumu şöyle bildiriyordu;
Bu gece saat iki raddesinde çok şiddetli bir zelzele oldu ve bu zelzele Hükümet Konağı, Ordu Müfettişliği, Ordu Evi, Postahane ve şehrin en sağlam binaları dahil olmak üzere bütün evler ve dükkanlar yıkılmıştır.
Şehir baştan başa enkaz yığını halindedir. Kendisini kurtarabilenler sokağa dökülmüşlerdir. Şimdiden birçok ölü ve yaralı tespit edilmiştir.
Birçok nüfus enkaz altındadır. Pek az hasara uğrayan ve zayiat vermeyen piyade ve topçu kışlalarından gelen askerlerle enkaz altında kalanların kurtarılmasına ve ötede beride başlayan yangının itfasına çalışılmaktadır.
Şehirde muharebe imkânı bulunmadığından Dumanlı istasyonuna gelinmiştir.
…
Şehir kamilen yıkılmış olduğundan ekmek ihtiyacı olduğu gibi, enkaz altından kurtulanların ve kurtulacakların tedavileri için ilaç ve doktor ve halkın barındırmak için de çok miktarda çadıra ihtiyaç vardır.
Bu deprem yalnızca Erzincan’da değil; Yozgat'ta 30, Amasya’da 707, Gümüşhane’de 34, Tokat’ta 500, Ordu’da 12 ve Sivas’ta 125 can almıştı.
Dönemin koşulları ve ülkenin içinde bulunduğu ekonomik güçlükler Erzincan’ı büyük oranda kaderine terk etmeye zorlamıştı.
Dönemin Sağlık Bakanı Alataş ve İçişleri Bakanı Öztrak kar fırtınası ve arızalı lokomotifler sebebiyle bölgeye dahi gidememişlerdi. Bakanlar güzergahlarını değiştirerek günler sonra bölgeye varabilmişti.
Oysa dönemin mektuplarından elde edinilen tanıklıklar tablonun korkunçluğunu ve halkın yaşadığı çaresizliği ortaya koyuyordu;
Şehirde fırınlar, ticarethaneler, bakkallar, manavlar tamamıyla harap olmuş ve enkaza dönüşmüştü.
Sivas-Erzincan demiryolu Erzincan batısında yer yer çökmüş, kesilmiş ve ulaşım tamamen durmuş ve halk yıkıntılar içinde enkazın üstünde çaresiz kalmıştır.
Depremi takip eden iki haftaya yaklaşan zaman süresince maalesef ne yurtiçi ne de yurtdışından organize bir arama ve kurtarma ve yardım amaçlı en küçük bir gayret ve girişim olmamıştır.
Öğrenciler ve halk, kulda ve şehirde aralarında yardımlaşarak ve kişisel çabaları ile hayatta kalabilmiştlerdi.
(Fikret Ersöz -Erzincan Depremini yaşayan bir yatılı okul öğrencisi)
Erzincan Depremi dünyanın büyük depremleri arasında yer alırken Türkiye’nin en büyük depremi olarak kayıtlara geçti.
Ne yazık ki on binlerce kişi enkazların altında yardım gelmemesi sebebiyle açlık, susuzluk veya yaraları sebebiyle hayatını kaybetti.
Bu deprem devlet mekanizmasının en aciz kaldığı deprem olarak belleklerde yerini aldı.
Depremler sebebiyle sayısız şehir ve ilçenin yeri değişti
Depremler meydana geldikten sonra sebep olduğu tahribat birçok şehrin yeniden hayata dönmesine imkân vermedi.
Bu yüzden sayısız şehir ve ilçe ardında yıkık binalar, hatıralar hatta mezarlar bırakılarak başka yerlere taşındı. Bunların başında 1939 yılında harap olan Erzincan gelmektedir.
Devlet tekrar imar etmenin mümkün olmadığına karar verdiği bu şehri tümüyle taşımaya karar verdi.
Bunun için evvela bölgedeki Erzincanlılar kendi yurtlarında birer mülteci gibi komşu şehirlere eşit şekilde paylaştırıldı.
Ardından da ovanın güney kısmında harap olan şehir kuzey yakasına taşınarak tekrar inşa edildi. Birçok Erzincanlı memleketine ancak yıllar sonra dönebilmişti.
Erzincan’ın dışında Erbaa ve Gediz gibi önemli vilayetler yaşadıkları depremler sonucu taşınmak zorunda kalmıştır.
Erbaa 1942 yılında meydan gelen “Erbaa Depremi” sonrası Gediz ise 1970 yılında yaşanan deprem neticesinde yerleri değiştirilen vilayetlerdendir.
Bu vilayetlerin dışında daha eski dönemlerde meydana gelen deprem sonucu Elbistan da deprem sonucu yeri değişen şehirlerdendi.
Elbistanlılar terk ettikleri eski Elbistan’a “Karaelbistan” ismini verdi ve bu deprem sayısız halk türküsü ve efsanesindeki yerini aldı.
17 Ağustos 1999 Depremi ve o koku
17 Ağustos 1999 depremi yakın tarihte Marmara bölgesinin yaşadığı en büyük trajedi olarak kayıtlara geçti.
Gece saat 03.02’de merkez üssü Gölcük olan bu depremin şiddeti 7,4 olarak ölçüldü.
1939 yılında meydana gelen Erzincan Depreminde devlet ve sivil toplum kuruluşları çok kötü bir sınav vermişti; ama aradan geçen 60 yıl yaşananlardan ders çıkarılmadığını ve gerekli tedbirlerin alınmadığını gösteriyordu.
Deprem sonrası Türkiye’nin büyük bir depremi kaldırabilecek bir alt yapısı olmadığı ortaya çıkmıştı.
Enkaz altında sayısız insan bulunuyordu; ama başta teçhizat olmak üzere müdahale için yeterli hiçbir alt yapının olmadığı ortaya çıkmıştı.
Ne yeterli arama köpeklerimiz vardı ne de enkaz altına uzanabilecek kamera sistemlerimiz mevcuttu.
Binlerce vatandaşımız enkazın altında kurtarılmayı beklerken yine hayatını kaybedenlerin binlercesi enkazların altında çürümeye başlamıştı.
Üçüncü günün sonunda İngiltere, Japonya, İsrail ve Yunanistan gibi ülkeler gelişmiş teknolojileri ve uzman ekipleriyle bölgeye yardıma koştu.
Birleşmiş Milletler Türkiye için yardım çağrısında bulundu ve o gün tüm siyasi tartışmalar bir kenara bırakıldı bütün dünya Türkiye için tek yürek olmayı başardı.
Bu gelişmeler yaşanırken Gölcük’teki tablo korkunçtu, bölgedeki arama kurtarma faaliyetlerini etkileyen en olumsuz koşulların başında çürümüş insan cesetlerinin çevreye yaydığı koku geliyordu.
Aramaya katılanların birçoğu kokunun sebep olduğu travmayı uzun zaman atlatamadı, enkazların altındaki cesetlerin bazıları haftalar sonra çıkarılabildi.
En acı durumlardan biri de enkazlardan çıkarılan cesetlerin birçoğu kefenlenmeden ve namazı bile kılınamadan kepçelerle kimsesizler mezarlığına gömüldü.
Bugün binlerce kişi depremde kaybettiği yakının mezar yerini dahi bilmemekte.
Depremler bu toprakların bir parçası
Depremler geçmişten günümüze bu toprakların her zaman önemli bir parçası oldu.
Osmanlı’da deprem yozlaşmış yönetimin bir sembolü olarak görüldü ve Sultan, vezirlerini depremler sonrası genellikle değiştirdi.
Hatta deprem sonucunda bazı padişahlar ya çadırda kaldılar ya da payitaht olan İstanbul’u terk ederek Edirne’ye döndüler.
İslami literatürde ise deprem insanlar için bir felaket olarak değil, bir nimet olarak görülür ve insanın tedbirli olması tavsiye edilir.
Bu tedbirle insan hem sosyal hayatta iyiye olana emredilir hem de nefsi ve açgözlülüğü ile hareket etmemesi tavsiye edilir;
Yoksa o ülkenin halkı geceleyin uyurken kendilerine azabımızın gelmeyeceğinden emin mi oldular?
(A’raf : 97)
Deprem nasıl ki tarihimizin önemli bir parçası olmuşsa bu elim olaylarda provokatörler de her zaman kendisine yer bulmuştur.
Bu bazen kendisini Abdülhamid karşıtlığı ile gösterdi, bazen de Van Depreminde olduğu gibi kışkırtıcılar kisvesine büründü; buna rağmen Gölcük ve Van gibi depremler sonrası halkın daha çok bütünleştiği görülmüştür.
Halkların bir millet olma bilinci genellikle kriz anlarında gelişir; ya da aslında bir millet bilincinden uzaklaşmış oldukları da bu tür zamanlarda daha net görülür.
© The Independentturkish