Hızlı adımlarla Altıyol'daki meşhur Boğa heykeline doğru yürürken üniversite döneminde hissettiklerimi düşünüyordum. Epey uzun zaman önceydi elbette. Güzel Sanatlar Fakültesi'nde Sinema-Televizyon okuyordum ama en sevmediğim şey sete gitmekti.
İroni gibi ironi. O zaman bu bölümde ne işim vardı değil mi?
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ödevler için reklam ya da propaganda filmleri çekerdik. Bitirme projesi için de kısa filmler. Her birinin set süreci benim için sancılı geçerdi. Okulun sonlarına gelirken staj döneminde de bendeki bu "set fobisi" devam etti. Sebebini düşünürdüm, sinemaya böyle aşkla bağlıyken yaratım sürecine nasıl böyle uzak hissedebilirdim?
Ancak şu yanıtı bulabildim: Çok fazla değişkenin olduğu, kontrol edilmesi güç ortamlar beni geriyor. Buna trafik de dahil setler de...
Bunları düşünürken trafiği kilitlemeden uygun bir köşeye park etmiş, beni sete götürmek üzere bekleyen aracı gördüm. Yıllar sonra ilk kez tekrar sete gidiyordum. Acaba son bulunduğum set kendi kısa filmiminki miydi?
Yaklaşık 45 dakikalık, İstanbul'a göre az çileli denebilecek bir yolculuğun ardından gerçekten seve isteye, orada bulunmak için can atarak ayak bastım bir sete: Baskın: Karabasan ve Sayara: İntikam Meleği'nin yönetmeni Can Evrenol'un yeni filmi Cam Sehpa'nın setinin konuğuydum.
"Hayatımın en sevdiğim zamanı"
Kocaman bir mobilya mağazasındayız ve çekimlere ufak bir mola verildiğinde Evrenol'la sohbet etmeye başlıyoruz. Nasıl hissettiğini sorduğumda aslında vereceği cevabı tahmin ediyorum. Bendeki set anksiyetesinin esamesi okunmuyor onda. Çok rahat, güler yüzlü ve keyifli. Yanıtı da bu görüntüsüyle birebir örtüşüyor.
"Set dönemi benim hayatımın en sevdiğim zamanı olduğu için aşırı keyifliyim" diyor.
Benim sete konuk olduğum 25 Aralık, Cam Sehpa'nın çekimlerinin 8. günü. Evrenol, "Totalde 12 çekim gününde bitecek. İşin keyfi de o, tek mekan olması" diyor:
Bir tane açılışta başka mekanımız var, o da bu. Geri kalan kısmı evde geçiyor.
Filminden bahsederken gözleri parlıyor. Projenin kendisine nasıl geldiğini anlatırken, "Çok komik aslında" diyerek ekliyor:
Finansal açıdan baktığımda da çok garip. Çünkü İspanya'dan çıkan bir festival filmi bu. Şimdiyse sadece iki sene sonra Türkiye'de yeniden çekiliyor. Üstelik İspanya'nın gişe filmi falan da değil.
2022 yapımı orijinal filmin ismi, La mesita del comedor. İngilizceye ise The Coffee Table diye çevrilmiş. Film, bebekleri henüz dünyaya gelmiş, ilişkilerinde zor zamanlardan geçen bir çifti merkezine alıyor. Evlerinin salonuna bir sehpa almaya karar verdiklerinde ise hayatları tam anlamıyla altüst oluyor.
"İnsan filmde olanları kolay kolay unutamıyor"
Evrenol'un bu filmle tanışmasına ön ayak olan kişi ve projenin yönetici yapımcısı, aynı zamanda Meksika'daki Mórbido Film Festivali'nin de kurucusu olan Pablo Guisa Koestinger.
Evrenol, Pablo'yla önceki filmleri Baskın ve Housewife, Morbido'ya konuk olduğunda tanışmış. "Morbido dövmem bile var, çok seviyorum festivali" diyerek ekliyor:
Pablo, İstanbul'u çok seviyor. Hep Pera'da kalıyor ve her geldiğinde birlikte yemek yiyoruz. Bir gün elinde bir film olduğunu söyledi. Tek mekanda geçen bir İspanyol filmi. 'Tam senlik' dedi.
Pablo'nun La mesita del comedor'la tanışma hikayesini merak etmeden duramıyorum. O da bizimle sette ve müsait bir anında bu kez onu sıkıştırıyorum.
Cannes'daki Fantastik Pavyon'daydım. Filmin yönetmeni Caye Casas benim arkadaşım ve filmlerini çok beğeniyorum. Bana yeni filminden bahsetti ve ben de ondan izlemek için bir link istedim. Böylece filmi ilk kez küçük ekranda, festival için değerlendirirken izledim.
Pablo, filmi izlediğinde bunun çok zekice bir fikir olduğunu düşünmüş.
Birçok yapımcı için rüya gibi bir film olduğunu düşündüm çünkü çekmesi kolay, çok az mekanı ve çok az karakteri var. Bu yüzden uygun olduğunu düşündüm. Yüksek bir bütçeye de ihtiyacı yok. Bence çok ilginç bir fikir, çok ilginç bir konsept. Ve aklımın bir köşesinde kaldı çünkü insan filmde olanları kolay kolay unutamıyor.
"Can filmlerinde acımasızdır"
Pablo, filmi izler izlemez bir şimşek çaktığını ve kendisine şu soruyu sorduğunu söylüyor:
Can bu filmi yeniden çekse nasıl olur?
Pablo, "Can filmlerinde acımasızdır" diyerek ekliyor:
Onun filmlerini seviyorum ve o çok acımasız. Ben de dedim ki, 'Zaten vahşi bir filmimiz var ona acımasız bir yönetmen koyarsak sonuç ne olur?' Aklım başımdan gitti.
Teklif karşısında Evrenol, "Tam benim tutku projesi gibi yapacağım bir iş" diye düşünmüş. Şöyle anlatıyor:
Ki ben yazarken biraz uçmayı seviyorum. Bu uçmamıştı, kendi içinde sınırlı kalabilmiş. Hep de böyle bir uyarlama yapmak isterdim. Tam benlik.
"Alper Kul farkıyla orijinal filmin önüne geçebiliriz"
Cam Sehpa'nın başrollerinde, korku ve gerilim türünde izlemeye alışık olmadığımız Alper Kul ve Algı Eke yer alıyor. Evrenol, Alper Kul'un projeye dahil olma sürecini şöyle anlatıyor:
Hakan Muhafız'da birlikte çalıştığımız uygulayıcı yapımcı Alex Sutherland, Alper Kul'un bu proje için çok iyi olabileceğini söyledi. Alper'in de farklı bir şey yapmak istediği bir dönemdi, çok güzel denk geldi. Sonra Alper de Bilal Kalyoncu'yu ikna etti. Bir anda Bilal Kalyoncu'ya böyle bir festival filmi çektirir olduk.
Evrenol, özellikle Alper Kul'un filmdeki performansına hayran olduğunu söylüyor. Doğu Demirkol'un Ahlat Ağacı, Adam Sandler'ın Uncut Gems ve Robin Williams'ın Baskı'daki (One Hour Photo) ters köşe performanslarını hatırlatarak ekliyor:
O kadar iyi performans veriyor ki çok mutluyum. Diğer filmi de çok seviyorum, yönetmenine hayranım ama bence biz, Alper Kul farkıyla onun önüne bile geçebiliriz.
Can Evrenol, orijinal filme mümkün olduğunca sadık kalmaya özen gösterdiğini söylüyor:
Ben burada yüzde 60-70 oranda orijinaline sadık kaldığımız bir şey güttüm. Ufak tefek farklılıklar oldu, biraz sonu farklı oldu, biraz başı farklı oldu ama orijinalini çok seven ve ona sadık bir yeniden çevrim.
Cam Sehpa'nın bir de süper gücü var: Hatice Aslan. Ödüllü aktrisin projeye nasıl dahil olduğunu sorduğumda Evrenol, oyuncu seçim sürecinin çok organik bir şekilde gerçekleştiğini, herkesin önceden birbiriyle arkadaş olduğunu ya da birlikte çalıştığını söylüyor. İçine sindiği o kadar belli ki, "Çok güzel oldu böyle" diyor.
"Başka bir ülkede yaşasam yine tepki çekerdim"
Evrenol çoğu kişiye göre aslında tartışmalı bir figür. Birleşik Krallık'ın meşhur korku, gerilim ve fantastik film festivali Frightfest için çektiği tartışmalı kamu spotu The Pencil, sert eleştiriler almış ve büyük tepki çekmişti. Halen hem kısa filmi hem de kendisinin hakkında, forumlarda ya da sosyal medyada pek çok şey yazılıp çiziliyor.
"Önemsemiyorum açıkçası" diyor Evrenol. "Ama bir yerde insanız tabii ki, biraz etkileniyorsun ister istemez" diyerek ekliyor:
Ama açıkçası ben başka bir ülkede yaşasaydım da, örneğin Fransa'da ya da İsviçre'de, yine çok tepki çekeceğimi zannediyorum. Kendi rol modellerimde bu böyle. Marquis de Sade'dan Quentin Tarantino'ya veya Madonna'ya kadar hep böyle. Cinselliği ve şiddeti de kullanarak aslında söylediklerinin aynı tarafında duran kesim tarafından ahlaki olarak itham edilmiş insanlar...
"Nazım Hikmet de vatana olan sevgisini "Ben vatan hainiyim" diyerek ifade etti"
Evrenol, Nazım Hikmet örneğini veriyor:
Nazım Hikmet de vatana olan sevgisini "Ben vatan hainiyim" diye şiir yazıp ifade eden bir protesto sanatçısı aslında. Ama ben korku sinemasını da bir protest art gibi gördüğüm, kendi söylemlerimi de öyle bir yerden yaptığım için bu ters düşme işini garipsemiyorum. 'Başka türlü nasıl olacaktı ki zaten' diyorum. Sadece Türkiye'de değil dünyadaki ahlakçı tavırlarla da bunun böyle ters düşmesi çok doğal geliyor bana. Yani bunun tam tersine gidiyor değilim ama filmlerimi bunu hiç umursamadan yapıyorum.
Konu özel hayatına gelince biraz daha dikkatli davrandığını itiraf ediyor Evrenol:
Normal hayatımda bazen biraz daha umursadığım oluyor. Eskisi kadar rahat konuşmamaya çalışıyorum ister istemez. Ama işimi yaparken yani filmlerimi çekerken bunları hiç umursamayacak özgürlüğe hâlâ sahip olduğum için çok mutluyum.
"Netflix ya da Disney gibi mecralar popüler kültürü kirletiyor"
Can Evrenol YouTube kanalında, en sevdiği erotik filmlerden favori cinayet filmlerine, ilham veren yapımlardan çizgi roman uyarlamalarına kadar sinemanın "enlerini" seçtiği videolar paylaşıyor. Arşivindeki en rahatsız edici filmleri seçtiği videoda ise üzerinde "cancel culture"a yani iptal kültürüne olan yaklaşımını gösteren "Cancel Me" yazan bir tişört var.
"Zaten onların beni dışlamak istedikleri mecralara ben baştan protestoyla yaklaşıyorum" diyor:
Netflix'e, Blue TV'ye, Disney'e ya da Show TV'ye, fark etmez. Zaten bunlara teessüf ederek yaklaşıyorum ben. Ben buraların popüler kültürü çok kirlettiğini düşünüyorum. O yüzden zaten beni dışlamalarına gerek yok. Ben zaten anti-anaakımım.
İnsan psikolojisinin en karanlık taraflarına dokunmaktan kaçmayan Evrenol, "Ben daha hassas bir insan olduğum için böyle şeylerin daha çok üzerine gidiyorum gibi düşünülebilir" diyor:
Kulağa klişe geliyor ama ben şöyle düşünüyorum: Neden herkes yapmıyor ki bunu? Etrafta bu kadar korkunçluk, kötülük, haksızlık olurken; zaten hayatın kendisi bir bilinmezlik ve tutsaklık gibiyken, insan sanat yaparken, içini dökerken onu nasıl daha "punk" bir yerden görmez?
"Hayatla münakaşasını sürdürürken içini dökme tarzı bu" diye düşünürken ben, ekliyor:
Yani aslında biraz hayatla dalga geçmek gibi.
O sırada filmin açılış sahnesi çekilmek üzere Can Evrenol'u bekliyor. Ve o yine gözleri parlayarak kayıt almak üzere kibarca müsaade istiyor. Dışlanmayı ya da boykot edilmeyi önemsemeden, olmayı en sevdiği yerde, sevdiği işi yapmak üzere yönetmen koltuğuna oturuyor.
İşler tıkırında ilerlerken düşünüyorum; belki de setler aslında benim gözümde büyüttüğüm kadar korkunç değildir...
© The Independentturkish