Canavarlar ya da doğaüstü varlıklar filmlerde bolca yer alsa da hiçbiri bir seri katil kadar korkunç değildir. Ne de olsa zombiler, vampirler, uzaylılar veya boyutlar arası cirit atan iblisler bilinçaltımızdaki korkuların ete kemiğe bürünmüş halidir.
Peki ya seri katiller? İşte onlar gerçektir. Kan donduran bir cinayetin suçunu doğaüstü bir güce ya da başka bir gezegenden gelen dünya dışı yaratığa atamazsınız. Ve maalesef yan komşunuz bile katil olabilir. İşte gerçekten korkutucu olan da budur.
Bugün insanların sinema salonlarında kusmasına ya da bayılmasına neden olduğunu iddia edilen Terrifier serisinin son halkası gösterime giriyor. Terrifier 3, yalnızca 2 milyon dolara çekilmesine rağmen 5 haftada bütçesinin 44 katını kazanmasıyla tarih yazıyor. İlk iki filmi izlemiş olanlar kendilerini neyin beklediğini aşağı yukarı tahmin ediyordur: Evet, bir kez daha kan gövdeyi götürecek.
Biz de Terrifier 3'ü bahane ederek korku ve gerilim meraklılarına seçmece seri katil filmlerinden oluşan bir liste sunmak istedik. Bunu yaparken Yedi (Se7en), Kuzuların Sessizliği (The Silence of the Lambs), Sapık (Psycho), Taksi Şoförü (Taxi Driver) ve Koku (Perfume: The Story of a Murderer) gibi türün en bilindik örneklerinden sıyrılmak, dünya sinemasına da uzanmak ve bir nebze olsun kıyıda köşede kalmış yapımları hatırlatmak istedik.
Hazırsanız başlıyoruz...
Cinayet Günlüğü (Memories Of Murder)
Listedeki en meşhur filmlerin başında Cinayet Günlüğü geliyor. "Bu filmin adını hep duyuyorum ama bir türlü izleyemedim" diyenler varsa, tam sırası. Güney Koreli sinemacı Bong Joon-ho, 2020'de düzenlenen 92. Akademi Ödülleri'ne damgasını vuran Parazit'i (Parasite) çekmeden 16 yıl önce yönettiği Cinayet Günlüğü'yle, türün en iyilerinden birine çoktan imza atmıştı aslında. Bong, Cinayet Günlüğü'nde küçük bir kasabanın atmosferini, bürokrasinin aksaklıklarını ve insan doğasının karmaşıklığını ustalıkla işliyor.
Toplumsal eleştiri yönüyle öne çıkan film, Güney Kore'de 1986'dan 1991'e kadar yaşanan cinayetlerin tüyler ürperten gerçek hikayesine dayanıyor. Adalet arayışı ve çaresizliğin getirdiği etik sorularla izleyiciyi düşündürürken, mizahı ve gerilimi ustaca dengeleyen Cinayet Günlüğü, suç ve neo-noir türlerini de başarıyla harmanlıyor.
Zengin, rahatsız edici detayları ve etkileyici performanslarıyla Cinayet Günlüğü, zamansız bir klasik, küçük bir başyapıt ve insanın yanılma payını yüzüne vuran harika bir hiciv.
Şeytanı Gördüm (I Saw the Devil)
İnsana gözünü kırpma fırsatı bile vermeyen 2010 yapımı Şeytanı Gördüm, Kim Jee-woon imzalı bir kedi-fare oyunu.
Başrolleri İhtiyar Delikanlı'yla (Oldboy) tanınan Choi Min-sik ve Lee Byung-hun'un paylaştığı film, nişanlısı psikopat bir seri katil tarafından vahşice öldürülünce intikam arayışına giren bir özel ajanı merkeze alıyor.
Güney Kore sinemasının sınırları zorlayan bir örneği olan film, intikamın ahlaki sonuçlarını sorgularken, avcı ve av arasındaki çizgiyi de bulanıklaştırıyor.
Grotesk şiddet sahneleri ve rahatsız edici detaylarıyla insan doğasının karanlık yönlerini keşfe çıkan Şeytanı Gördüm, izleyicisini konfor alanından çıkarırken, aynı zamanda görsel estetiğiyle büyüleyici bir deneyim sunmayı da başarıyor.
Başroldeki iki aktörün muhteşem performanslarıyla hafızalara kazınan gerilim, hem psikolojik hem de fiziksel bir savaşı ustalıkla aktarıyor.
Harika yönetmenliği, ustalıklı senaryo yazımı, özenli sinematografisi ve şoke edici finaliyle Şeytanı Gördüm, insanın kusurlarını hatırlatan, türün kusursuz bir örneği.
Kutsal Örümcek (Holy Spider)
İranlı sinemacı Ali Abbasi'nin 2016 yapımı ilk yönetmenlik denemesi Shelley ve 2018 tarihli ikinci filmi Sınır'ın (Gräns) ardından imza attığı Kutsal Örümcek (Holy Spider), gerçek olaylara dayanıyor.
2000'de başlayan ve 11 ay boyunca 16 seks işçisi kadının cinayete kurban gitmesini işleyen film, izleyicisine "Katil kim?" sorusunu sordurma gereği duymuyor. Ama yine de kendimizi film boyunca tedirgin ve diken üstünde buluyoruz.
Kutsal Örümcek, bir kadın gazetecinin, kendine "Örümcek Katili" diyen bir caninin işlediği cinayetleri araştırmak üzere İran'ın kutsal şehri Meşhed'e gelmesiyle hız kazanıyor.
Abbasi, yalnızca bir suç hikayesi anlatmakla kalmıyor; toplumun ataerkil yapısını, kadınların maruz kaldığı sistematik baskıyı ve adaletin çarpıklığını cesur bir şekilde eleştiriyor.
Şiddet, ahlak ve adalet kavramlarını sorgulayan filmde korkusuz gazeteciyi canlandıran Zar Amir Ebrahimi, etkileyici performansıyla Cannes Film Festivali'nde En İyi Kadın Oyuncu ödülünün sahibi olmuştu.
Kutsal Örümcek'in sokakları günahkarlardan temizlediğine inanan katiliyle Martin Scorsese klasiği Taksi Şoförü'nün baş karakteri Travis Bickle arasındaki benzerlikler de dikkat çekici.
Bataklık (La isla mínima)
Mahkum 77 (Modelo 77) ve Grupo 7 gibi filmleriyle de tanınan Alberto Rodríguez imzasını taşıyan Bataklık, 1980'lerin İspanya'sında, ülkenin güney bölgelerindeki bataklıklarda işlenen korkunç cinayetlerin izini süren iki zıt karakterli dedektifin hikayesini anlatıyor.
Siyasi ve toplumsal alt metinlerle dolu filmde başrol oyuncuları Javier Gutiérrez ve Raúl Arévalo'nun üstün performansları, ikilinin karakter dinamiklerini ve ahlaki gerilimlerini başarılı bir şekilde yansıtıyor.
Hem görsel hem de tematik olarak karanlık ve kasvetli bir atmosfer sunan 2014 yapımı filmdeki boğucu bataklık manzaraları, neredeyse bir karakter haline gelerek hikayenin sıkışmışlık duygusunu daha da derinleştiriyor.
Franco sonrası İspanya'da otoriter geçmişin izlerini eleştirel bir şekilde işleyen gerilim; toplumsal eşitsizlik, yozlaşma ve adaletin karmaşıklığını da izleyicisine hissettiriyor.
Özetle Bataklık'ı seyrederken sadece bir seri katil hikayesi değil, İspanya tarihine bir bakış sunarak, katmanlı anlatımıyla iz bırakan bir film de izliyoruz. Bu da onu listenin olmazsa olmazlarından biri haline getiriyor.
Derin Kırmızı (Profondo Rosso)
Seri katiller, vahşi cinayetler ve korku unsurlarıyla dolur bir seçki yaparken İtalyan usta Dario Argento'ya yer vermemek olmaz.
Argento'nun 1975 yapımı giallo klasiği, Roma'da yaşayan Britanyalı caz piyanisti Marcus Daly'nin, bir cinayete tanık olmasının ardından kurbanın gizemli geçmişine doğru sürükleyici bir soruşturma yürütmesini merkeze alıyor.
İtalyan sinemacının türün kodlarını ustaca kullandığı Derin Kırmızı, izleyicisine görselliğiyle de büyüleyici bir atmosfer sunuyor. Luigi Kuveiller'in etkileyici sinematografisi sayesinde renk kullanımını hikaye anlatımı için bir araç görevi görüyor.
Argento'nun şiddeti estetik bir unsur olarak kullanması ve Goblin (1977'deki işbirlikleri Suspiria da tek kelimeyle muhteşemdir) tarafından bestelenen eşsiz müzikler, izleyici için akıllara zarar bir deneyim yaratıyor.
Hikaye, yalnızca katili bulma amacı gütmediği için kendimizi aynı zamanda karmaşık karakterler ve beklenmedik olaylarla her daim şaşırırken buluyoruz. İşte bu yüzden türün meraklıları için Derin Kırmızı, kaçırılmaması gereken bir başyapıt ve Argento'nun hiç kuşkusuz en iyilerinden...
Yüksek Tansiyon (Haute Tension)
Slasher alt türüne yaptığı sert ve stilize yaklaşımıyla dikkat çeken Yüksek Tansiyon, Tepenin Gözleri (The Hills Have Eyes) ve Ölümcül Sular'la (Crawl) da tanınan Fransız sinemacı Alexandre Aja imzasını taşıyor.
Marie ve Alex adlı iki genç kızın hikayesine odaklanan film, ikilinin arasındaki dostluğu ve Alex'in ailesinin evindeki sıradan bir gecede başlayan korkunç katliamla gelişen olayları anlatıyor.
Hikaye, başından sonuna kadar yüksek tempoyla akarken, Aja da şiddeti çarpıcı şekilde gözler önüne sermekten çekinmiyor.
Aja'yla pek çok projede birlikte çalışan Maxime Alexandre'ın karanlık ve klostrofobik görüntü yönetimi, filmin ürkütücü atmosferine büyük katkı sağlıyor.
Başrolü Maïwenn'le birlikte paylaşan Cécile de France'ın filme kattıklarına özellikle değinmeden olmaz. De France'ın Marie rolündeki performansı, karakterin psikolojik derinliğini etkileyici şekilde yansıtırken, filmin sürpriz finaliyle birleşip izleyiciyi allak bullak eden şoke edici bir deneyime sürüklüyor.
Fransız ekstrem sinemasının çarpıcı örnekleri arasında başı çeken film, korku türüne yenilikçi bir yaklaşım sunarken, klişeleri de bilinçli şekilde kullanarak onları ters yüz ediyor.
Ölüm Provası (Audition)
Bu filmle ilgili alışılagelmiş tek bir şey bile yok... Rahatsız edici filmleriyle izleyicisini allak bullak eden eden Japon sinemacı Takashi Miike imzasını taşıyan Ölüm Provası, eşini kaybettikten sonra yalnızlık çeken bir adamın, kendine eş bulma amacıyla düzenlediği sahte bir seçme sürecinde, Asami adlı gizemli bir kadınla tanışmasını konu alıyor.
Masum bir romantizm hikayesi gibi başlayan film, biz ne olduğunu bile anlayamadan giderek daha karanlık ve rahatsız edici bir atmosfere bürünüyor.
Miike, yönetmenliğiyle izleyicisinin aldatıcı bir huzura kapılmasını sağlarken, şoke edici üçüncü perdeyle de hançeri indirerek sarsmayı başarıyor.
Gerilimi ve şiddeti birer metafor olarak kullananan Miike cinsiyet rolleri, yalnızlık ve bastırılmış travmalar gibi temaları işliyor. Filmde Asami'yi canlandıran Eihi Shiina'nın unutulmaz performansı, hem narin hem de tehditkar enerjisiyle hikayeye damgasını vuruyor.
Ryu Murakami'nin aynı adlı romanından beyazperdeye uyarlanan film, hiç kuşkusuz izleyiciyi konfor alanından çıkarıp en karanlık yerlere götürerek orada bırakıyor.
Türler arasında cesur geçişler yapan Ölüm Provası, hiç kuşkusuz Japon korku sinemasının mihenk taşlarından biri ve bir meydan okuma.
Tez (Tesis)
Alejandro Amenábar'ın yazıp yönettiği Tez, medya öğrencisi Ángela'nın, "şiddet görüntüleri ve toplum üzerindeki etkisi" konulu bir tez hazırlarken karanlık bir dünyanın kapılarını aralamasını konu alıyor. En çarpıcı İspanyol gerilimleri arasında başı çeken yapımda hikaye, Ángela'nın bir snuff filmi keşfetmesiyle giderek tehlikeli bir hal alırken, izleyicisini de rahatsız edici sorularla yüzleştiriyor.
Amenábar, hem gerilimli hem de merak uyandıran bir atmosfer yaratırken, karakterlerin sırlarla dolu dünyasını da ustalıkla şekillendiriyor. Şiddetin izleyiciyi ne ölçüde etkilediğini sorgulayan katmanlı bir anlatı sunan Tez, izleyicisine karanlık üniversite koridorlarından ekranın ötesindeki ahlaki boşluğa kadar uzanan bir keşif vaat ediyor.
Ana Torrent'in Ángela rolündeki performansı, masumiyetle kararlılık arasındaki ince çizgiyi başarıyla yansıtıyor.
Şiddeti, gerilim unsuru olmanın ötesinde, toplumsal bir fenomen olarak ele alan film, şaşırtıcı şekilde Amenábar'ın ilk uzun metrajlı filmi.
Güçlü hikaye anlatımı ve karanlık atmosferiyle Tez, hiç kuşkusuz izleyicisinde derin izler bırakan, cesur ve düşündürücü bir sinema deneyimi.
Karanlığın Gölgesi (Don't Look Now)
Britanyalı sinemacı Nicolas Roeg'in yönetmenliğini üstlendiği Karanlığın Gölgesi için gerilim ve korkuyu psikolojik derinlikle harmanlayan bir başyapıt dersek hiç de abartmış olmayız.
Daphne du Maurier'in kısa öyküsünden uyarlanan film, kızlarını kaybetmenin yasını tutan bir çiftin, Venedik'in kasvetli kanalları ve daracık sokakları arasında gizemli ve rahatsız edici olaylar zincirine sürüklenmesini konu alıyor. Bir seri katilin işlediği vahşi cinayetler, aslında filmin merkezinde değil arka planında yer alsa da izleyicisini fazlasıyla tedirgin etmeye yetiyor da artıyor. Roeg, parçalı anlatım yapısı ve etkileyici görsel diliyle, 1973 yapımı film boyunca izleyicinin hem duyularını hem de duygularını hedef alıyor.
Ustalıklı performanslarıyla Donald Sutherland ve Julie Christie, yas ve suçluluk duygusunun yıkıcı etkilerini çarpıcı bir gerçeklikle yansıtıyor. Sinematografi, Venedik'in gotik ve melankolik atmosferini güçlü bir şekilde hissettirerek mekanı adeta hikayenin bir karakteri haline getiriyor. Roeg'in kullandığı kırmızı renk motifi, film boyunca görsel ve anlatısal bir ipucu olarak gerilim unsurunu üst seviyeye çıkarıyor.
Karanlığın Gölgesi için yalnızca iyi bir korku filmi demek yetersiz kalıyor. Kayıp, iletişimsizlik ve kader temalarını irdeleyen film, şoke edici finali ve ustaca inşa edilen gerilim dolu yapısıyla, izleyiciyi hem duygusal hem de zihinsel olarak derinden sarsıyor. Sadede gelmek gerekirse Karanlığın Gölgesi, yalnızca 1970'ler sinemasının değil tüm zamanların en etkileyici gerilimlerinden biri.
Kayboluş (Spoorloos)
Hollandalı yönetmen George Sluizer imzasını taşıyan Kayboluş için gerilim türüne yenilikçi bir yaklaşım getiren psikolojik bir başyapıt desek yanlış olmaz. 1988 yapımı film, sevgilisi bir mola yerinde aniden ortadan kaybolan bir adamın hikayesini merkeze alıyor. Adam obsesif bir şekilde gerçeği ararken, izleyiciler de filmin soğukkanlı ve rahatsız edici psikolojik derinliğiyle sarsılıyor.
Kayboluş, insan doğasının karanlık yönlerini ve kötülüğün sıradanlığını keşfederken, kayıp ve saplantı temalarını işliyor. Filmdeki antagonist Raymond Lemorne, karizmatik ve sıradan görünümünün altında, unutulmaz ve sarsıcı bir kötülük portresi çiziyor. Film boyunca adım adım inşa edilen gerilim, hem kahramanın hem de izleyicinin çaresizlik duygusunu giderek daha da artırıyor.
Kayboluş, sarsıcı ve nihilist finaliyle izleyicisini dehşete düşürürken düşündürüyor. Tam olarak da türün diğer örneklerinden işte böyle ayrılıyor.
Kayboluş, minimalist anlatımı, güçlü karakter çalışmaları ve ahlaken rahatsız edici alt metinleriyle yalnızca bir gerilim filmi değil, insan psikolojisinin karanlık bir keşfini sunuyor. Sluizer'in ustaca yönetimi, filmi zamanın ötesine taşırken, sinema tarihindeki en etkileyici gerilimlerden biri haline getiriyor.
© The Independentturkish