İş yaşamının en büyük mitlerinden biri: "Kendine inanmak" olgusunun bir kısmı genetik olabilir mi?

Prof. Dr. Uğur Batı Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: Razvan Chisu/Unsplash

İnsanların en zayıf tarafları, sormadan, araştırmadan, düşünmeden, kafalarını patlatmadan inanmak hususundaki hayret verici temayülleridir. Dünyadaki yalancı peygamberleri yetiştirmek ve beslemek için en iyi gübre, işte bu bilmeden inanmak için çırpınan kalabalıktır.

Sabahattin Ali,
İçimizdeki Şeytan


Kendine inanmak, iş hayatının en büyük mitlerinden biridir.

Bu olgu, kişinin yeteneklerine, niteliklerine ve yargısına güven duygusu olarak tanımlanır.

Sağlıklı bir kendine inanma düzeyi ve özgüven seviyesine sahip olmak, kişisel ve profesyonel yaşamda başarılı olmanın, psikolojik sağlığın anahtarıdır.

Kendinize inandığınızda, yeni şeyler denemek için daha istekli olursunuz.

İster bir promosyon için başvuruda bulunun, isterseniz bir yemek kursuna kaydolun; kendinize inanmak, kendinizi oraya koymanın ilk adımıdır.

Kendinize güvendiğinizde, kaynaklarınızı eldeki göreve ayırabilirsiniz.

Yeterince iyi olmadığınızdan endişe ederek zaman ve enerji harcamak yerine enerjinizi çabalamaya ve daha fazla gelişmeye harcarsınız.

Peki, inanmak olgusu üzerinden bu konuya bakalım mı?

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Özel bir konu bu.

Davranış bilimleri profesörü Nicholas Epley ve dört diğer akademisyen tarafından 2009 yılında gerçekleştirilen bir dizi deneyde, insanların "Tanrı'nın dileği" olarak gördükleri pek çok şeyi değerlendirmeleri istenmiştir.

Çok sayıda kavram hakkında sorgulama yaptırılmıştır. Bunlar arasında eşcinsel evliliği, kürtaj ve idam cezası gibi konular yer almaktadır.

Deneyler sonunda, insanların yanıtlarında, ahlaki açıdan olumlu buldukları görüşleri "Tanrı'nın dileği" olarak yorumladıkları gözlemlenmiştir.

Deney bulgularını yorumlayanlar, kendileri için ahlaki ve olumlu olarak gördükleri şeyleri Tanrı'nın da isteği olarak nitelendiren insanların aslında kendilerini merkeze alarak düşündükleri ve kendi düşüncelerini doğru gördükleri için her zaman doğruları bilen ve asla yanılmayan Tanrı'ya da aynı "doğru" düşünceyi atfettiklerini dile getirmişlerdir.

Yani deney sonucuna göre insanlar, şu şekilde özetlenebilecek bir mantık dizisi ekseninde düşünüyorlar:

1. İdam cezası doğru/yanlış,
2. Tanrı yanlış düşünmez, o halde
3. Tanrı da idam cezasının doğru/yanlış olduğunu düşünüyor (Epley, 2009).

İnanç duygusu nasıl ortaya çıkmıştır?

Amerikalı ünlü moleküler biyolog Dean Hamer, bu sorunun yanıtını insana fiziksel özelliklerini veren DNA kodlarında aramış ve 6 yıl süren bir dizi araştırmanın sonunda da "inanç genini" bulduğunu açıklamıştır.

ABD Ulusal Kanser Enstitüsü'nde çalışan Hamer, 1998 yılında insanın genetik yapısının inanç üzerindeki etkisini araştırmıştır.

İlk olarak genetik yapıları aynı olan "tek yumurta ikizleri" üzerinde incelemiştir.

Ardından genetik yapıları tam olarak örtüşmeyen, ancak "aynı ortamda büyüyen" kardeşlerin inançlarını karşılaştırmıştır.

Araştırma, kardeşler aynı ortamda yetişseler de farklı inançlara sahip olabileceği sonucunu ortaya koyarken, genetik yapıları aynı olan tek yumurta ikizlerinin inanç düzeylerinin de neredeyse "aynı" olduğu gözlenmiştir.

Bu bulgunun ardından genler ve inanç arasında bir bağ olduğu kanısına vararak araştırmasını bu yönde derinleştirmiştir.

Hamer daha sonra insandaki otuz beş bin genden hangisinin "inancı etkilediğini" bulmaya çalışmıştır.

Yıllar süren araştırmanın ardından "monoamin" enzimlerinin salgılanmasını kontrol eden 9 gen üzerinde yoğunlaşarak, bu genlerin içinde "en baskın" olanını ortaya çıkarmış ve bu gene "inanç geni" adını vermiştir.

Hamer'e göre, monoamin enzimleri, insanın "bilinç, algılama ve hafıza" gibi duyularını yönlendirmektedir ve "inanç geni" ise insanoğluna asıl ayırt edici özelliği olan "kişisel ve evrensel farkındalık" yeteneğini kazandırmaktadır.

Böylece insanın "evren, sonsuzluk, Tanrı" gibi soyut kavramlar üzerinde düşünmesi mümkün olmaktadır.

Bu yüzden, aynı "genetik yapıya" sahip tek yumurta ikizlerinde enzimler, "aynı genin kontrolünde ve tümüyle aynı biçimde" salgılandığı için "inanç yapıları" da aynı olmaktadır.

Beynimizde yer alan her bir nöron ve iyonlar, hücrenin içine veya dışına aktıklarında değişebilen bir voltaja sahiptirler.

Bir nöronun voltajı belirli bir seviye ulaştığında diğer hücrelere işlemi tekrar edecek olan elektrik sinyalini yollar.

Pek çok nöron aynı anda ateşlendiklerinde, bu değişiklikleri bir dalga formunda ölçülebilirler.
 


Beyin dalgaları; hafıza, dikkat ve hatta zekâ dâhil, zihnimizden geçen hemen hemen her şeyin temelini oluştururlar ve her biri farklı görevlerle bağlantılıdır.

Beyin dalgaları, beyin hücrelerini gereksiz sinyalleri göz ardı ederek belirli işlere yönelik frekanslara ayarlamaya olanak sağlarlar.

Nöronlar arasındaki bilgi transferi, senkronize olduklarında en uygun hale gelir.

Bu durum, aynı anda iki karşıt fikirden oluşan zihinsel uyumsuzluk veya hayal kırıklığı-gerilim deneyimlediğimizde de aynı şekilde olur.

İrademiz, her bir aktif nöral devrelerimiz arasındaki uyumsuzluğu azaltmasını sağlar.

Bir kişi, insan varlığının anlamsızlığını düşünerek bir paradoks ile yüz yüze geldiğinde bilişsel ahenksizlik ortaya çıkar.

Tarih boyunca bu, "Neden ve ben kimim?" gibi varoluşla ilgili sorulara yanıtlar vermede başarısızlığa uğradıkça, bilime meydan okuyarak pek çok kişiyi ruhani ve dini kılavuzluğa erişmek için yönlendirmiştir.

Bunu unutma:

İnsanlar en çok birbirlerine inanmak ister.

Dürtüseldir, paylaşmak isterler.

Üstelik zıtlıkları da paylaşmak isterler: Mesela acıları ve mutlulukları.

Çünkü paylaşmak değer katmaktır, o nedenle de inanmak ister beyin.

Değer vermeyi öğrenir, kıymet olarak geri alır.

O yüzden inanacağınız insanı iyi seçmelisiniz.

Sizi yolda bırakacaklarla yola dahi çıkmayı düşünmemelisiniz.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU