Sunay Akın'dan şiirselliğin gücü

Ezgi Özsan, Independent Türkçe için Sunay Akın ile konuştu

Fotoğraf: Mehmet Salih Baran

İstanbul Oyuncak Müzesi'nin kapısı aralanınca mekanın o ilk renkleri belirdi: Uluslararası üne sahip olan sevilen şair ve yazar Sunay Akın ile röportaj yapmak üzere bizi duvarlarında asılı duran tablolarıyla hayat verdiği ofisinde ağırladı.

Anadolu Yakası'nda yer alan müzede gezen çocukların cıvıltılarıyla beraber, edebiyatın en özel kalemlerinden ve şiire olan katkılarından dolayı onun liderliği sayesinde "iletişim dilimizde şiirsellik olursa nasıl bir dünya yaratırız" ya da "iletişim kültürümüzü ele alırsak sesimiz bir başkasına nasıl ilham verir?" sorularını yanıtladı.

Bir başka konu olarak ise, kendimizi daha insancıl ifade etmenin önemini vurguladı.

Söyleşi başlamadan hemen önce, uzun, düşünceli bir duraksama olduğu sıradaysa odanın penceresinden görünen uzaktaki Erenköy Tren İstasyonu düdüğünü çaldı.

Biz de okuma kültürümüzle ilintili olarak kitap okumanın yararlarına değinen röportajımıza başladık. Dolayısıyla, kendisi kayıt cihazının düğmesine bastı. 
 


Sizce iletişim kültüründe dilimize yerleşen büyüleyici bir şiirsellik bizi daha iyi bir insan haline getirir mi? 

Mutlaka, olmaz olur mu, bugün dikkat ederek baktığınız zaman şunu görüyorsunuz; bugün sosyal medyada 1960'lı, 1970'li yıllarda yapılan sokak röportajlarını izleyebiliyoruz.

O insanların konuşmalarına dikkat edin, mükemmel bir Türkçeleri vardır. Neden, çünkü kitap okuyan insanlardı. Özellikle, 68 kuşağı dediğimiz insanlar okuyan insanlardan oluşuyordu.

Zaten kitap okuyan insan hayatı sorgular, okumayan ise biat eder. Haliyle kitap okuma kültürünün olmadığı toplumlarda biat kültürü vardır.

Şiirsellik ise dilimize okuya okuya yerleşir. İşte o zaman iletişim yani konuşma dili beslenir. Meyveyi ağaçlardan toplarız, balıkları denizlerden, sözcükleriyse kitaplardan… 


Peki Sunay Akın olarak iletişim dilinde şiirsellik hakkında ne düşünüyorsunuz? Bize iyi gelir mi?

Ne yazık ki günümüz de artık sonbahardaki ağaca benziyor, yani yaprakları dökülüyor. Lirizm pek çok şey kaybetti. Şiir o dur aslında, lirizmdir ama bunun yanında ironi de vardır.

Örneğin sosyal medyamda ironik bir şiir paylaştığımda inanılmaz bir tepki alıyor, neden? Çünkü insanlar anlayamıyor, ironi öncelikle ince zekâ gerektirir.

Mesela Can Yücel'in şiirlerindeki ironiyi yakalayabilmek için şiir okuru olmak gerekiyor.

Kısacası, kitap okuru olmak gerekiyor. Şiir Cumhuriyeti zaten işgal altında.

Ben 1992 yılında Kız Kulesi'ni "Şiir Cumhuriyeti" ilan etmiştim. Çünkü orada, İstanbul Boğazı'nda küçük bir ada ve tarihi bir kule var.

Aslında her zaman bir poetikaydı o, şiirin geleceğiyle ilgili bir kaygıydı. Bir benzeriydi şiirin. Hani küçük ülkeler vardır ya oralara benzetirdim ve şiir akşamları düzenlerdik orada.

Motorlarla gelen dinleyiciler daha söyleşiye adım atmadan önce üstlerini arardık. Neden biliyor musun? Çünkü düzyazı giremezdi! Sadece cebinde şiir kitabı olanları alıyorduk.

Bizim elimizde ise Cemal Süreya'nın şu dizeleri vardı hatta, o da şöyleydi:

Ağır ol bay düzyazı, sen ancak uçağa binebilirsin.


Hani şiir akşamımıza deniz yolu aracılığıyla motorla geliyorlar ya, işte bu ironidir.

Tabii aynı zamanda 1992'nin İstanbul'unun giderek katledilen ve doğasına hiç sahip çıkılmayan bir yer haline gelmesinden dolayı orası bir müze olsun istemiştim.

Biliyor musunuz yazılmış ilk aşk şiiri İstanbul'dadır. Dünyada bilinen, bulunan ilk aşk şiiridir. Bir Sümer tableti.

Ünlü Sümerolog Samuel Noah Kramer tarafından bulunuyor ve bugün İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde sergileniyor.

O şiir Kız Kulesi'nde sergilensin istemiştik. Yani, insanlar oraya sanat ya da şiir etkinlikleri için gelsin diye diledik.

Şimdi bu anlattığım lirizmdir, bir de yanında performans, yani kavramsal sanattın da yeri vardır. Bunlar insanları etkiliyor. Çünkü insana aittir.

Niçin? İşte şiir olduğu içindir. Hayatın içinde de var şiir. Elbette yalnızca şiir sokakta diyerek duvarlara yazmak yeterli değildir.

Çünkü şiirin kendisini yaşamak ve onu değerli bir yerde konumlandırmak diye bir şey vardır. Diğer yandan ise şiirin baş kaldıran da bir yönü olduğudur. 


Şiirsellik unuttuğumuz neyi geri getirir?

Şu anda unutturulmak istenen o kadar fazla şey var ki. Örneğin adalet kelimesi gibi. İletişimde şiirsellik bu kavramı öğrenmemizi sağlar.

Şair Paul Eluard'ın Asıl Adalet adlı şiirini okuduğunuz anda içinizdeki bir bilgi uyanır.

Bir diğer yandan, barış ile ilgili bir şiir okuduğunuzda kavga eden iki ülke arasında taraf tutmadan bir fikre vakıf olursunuz.

İletişim dilinde kullanılan şiirsellik bir güzellik barındırır. Barış, adalet gibi yaşamı güzelleştiren değerlere yakınlaşmamızı sağlar.

Hatta kavga eden iki insan arasında bile taraf tutmak barıştan uzaktır. Buna çok dikkat etmek lazım.

Diğeri ise özgürlüklerdir. Mesela haklarımızı çoğu zaman unutuyoruz, belki de unutturulmak isteniyor, kadını da öyle.

Şiir bunları anlatır. Dedim ya, karanlığa ışık taşımanın da bir bedeli vardır, aslı budur. Her şeyden önce vicdan kavramı. Adalet dediğimizde o da ardından gelir.

Bakın, dün futbol sahasında insanlık dışı bir durum yaşandı, bir insan, hakem, görevli ya da futbolcu da olabilir, neyse, tekmelendi. İnsanlık dışı bir şeydir bu.

Ve açıklama yapıldı, tamam ne güzel. İyi de, Soma madeninde yaşananlarla ilgili yerde tekmelenen insanlar için neden aynı tepki gösterilmedi?

Peki sağlık çalışanlarımıza bunca zulüm yapılırken niye aynı makamlar sustu, suskunlar?

Çünkü unutturulmak istenenler var. En büyük mesele de bu, şiirsellik bize hümanizmi hatırlatır, onu da yeniden ortaya şiirsel bir dil çıkarabilir.

Kim olursa olsun, insan olması saygı görmesi için yeterlidir tabii. Bu sebeple de şiirsellik ayrıştırıcı değil de birleştiricidir.

Oysa insan en yüce değerdir, bunlar unutturulmak isteniyor. Demokrasi de öyle. Şiir ise kendi diliyle müthiş zarif güzelliğiyle bunları aydınlatır. Esasen sanatın kendisi öyledir.


Aslında bize zamanı da anlatır mı? Örneğin yazıldığı o dönemi? Dolayısıyla iletişim dilimiz hafızamızın, gündelik hayatımızın bir parçası mıdır?

Çok şey barındırır tabii. Kimi şiirsellikler öyledir. Bu konuda pek çok çalışmam da vardır.

Örneğin şu anda seninle İstanbul Oyuncak Müzesi'nde söyleşi yapıyoruz ve hemen pencereden Bağdat Tren Yolu görünüyor.

Tren yolunun şiirimizde Haydarpaşa'dan başlayan bu yolculukta Nazım Hikmet'i görürüz. Memleketimden İnsan Manzaraları, o müthiş destansı şiir aslında Haydarpaşa Garı'ndan başlar.

Bir tren geçer Kızıltoprak'tan, Suadiye'den, Bostancı'dan, Erenköy'den, öyleyse bakın okuyun o şiiri, bak bütün o trenin penceresinden o yıllardaki İstanbul'u göreceksiniz.

Bu zamandır. İçinde bir yolcu olduğunuzu düşünürseniz, iki pencereden de etrafı izlediğinizde hayatı, yaşamı, topoğrafyayı, bitki örtüsünü görürsünüz.

1940larda yazılıyor düşünün. Örneğin bir şiir de vardır sanki bir belgesel gibidir o. Şiirde ise orada eski bir hamam ağası oturur der.

Göztepe Tren İstasyonu'nun yanındaki köşkte Nadir Ağa otururmuş. Nadir Ağa ikinci Abdülhamit'in harem ağasıydı. Şimdi diyoruz ya bir şiirde o dönemin insanları da çıkıyor karşımıza.  

Binaları, mimarisi her şeyi çıkar. Şair ve yazar olan Melisa Gürpınar'ın İstanbul'un Gözleri Mahmur adlı kitabında bu sorduğunuz sorunun cevabı tamamıyla karşılık bulur. Bir şiir kitabıdır ama tamamen bunu anlatır.

İşte biz bunun içerisinde yaşıyoruz. Zaten dilimizde şiirsellik var bizim. Her kentin kendine özgü yapısını düşünün bir de.      


Şiirsel olmak neden insanlara ilham verir? 

Benim poetikam bu çünkü. Şiir felsefem bu. Yani ben şiirde derinliği önemserim. Benim için şiiri yazmadan önceki süreç çok önemlidir, onu yaşamam gerekir.

Ve hemen kâğıda veya kaleme sarılmam. Nasıl ki bizler annelerimizin rahmindeki suyun içerisinde zamanla olgunlaşıyorsak, şiir de benim beynimin içerisinde zamanla olgunlaşır.

İlham verense zihninde o uzayıp giden görüntülerin derinliğini bulup kâğıda yansıtmaktır. Yani derinliktir.


Dünya edebiyatını takip etmek bizi nasıl bireylere dönüştürür?

Elbette önce kendi edebiyatımız… Bunu söylemeliyim. Burada pergelin çivisi kendi Türk edebiyatımızda duracak, ondan sonra zaten başımızı kaldırdığımızda o okuma alışkanlığı, sevgisi ile işin içerisine girdiğiniz vakit duramazsınız ki, bir bakmışsınız değerli bir Yunan şairi bir barış şiiri yazmış.

Aa dersiniz, başlarsınız okuyup sorgulamaya… Neyi? Bu iki güzel kültürün çatışmasını isteyen diğer güçleri sorgularsın, sonra gidersin mesela şair Berthold Brecht'i okursun ve de ikinci dünya savaşı ile ilgili meydanlarda kitaplar yakıldığını artık biliyorsundur.

Hatta Brecht'in bir şiirini okuduğumda yakılacaklar listesinde adının olmadığını gördüğü zaman neden adaletli olmuyorsunuz ve de benim de kitaplarımı yakmıyorsunuz diye kurguladığı şiiri görünce çok şaşırırsınız.

İşte bambaşka bir bakış açısı olduğunu görüyorsunuz, çünkü okumak aynı zamanda ufkun ötesini görmemizi sağlar.     


"Artık işler eskisi gibi gitmiyor" diyen, bir zamanlar sahip olduğu saf enerjiden yoksun olan, öte yandan büyük bir sabrı sahip olanlar için içlerindeki yeteneği yeniden ortaya çıkarmak önemli midir?

Bunu size bir hikayeyle anlatayım; adam hafta sonu çocuğunun elinden tutup götürüyor ve çocuk babacığım götürme beni diye ağlıyor.

Adam ise o keman dersine gideceksin! diyerek onu öğretmenine teslim ediyor. Bunu yapan ise Ahmet Say. Yani Fazıl Say'ın babası. İşte yetenek kültürü böyle bir şeydir.

İnsanlar geçerken bir tabelaya bakıp veya vitrinde bir keman görüp de elbette çalmak isteyebilirler. Bunları diyenler de vardır.

Ama emek isteyen her iş gibi emek ister, mesela bir usta sana sepet örmeyi anlatıyor ya da okula gidiyorsun karşında öğretmen duruyor ve de sana bir şey öğretiyor, sana toplamayı çıkarmayı gösteriyor.

Teşvik edilmek çok önemlidir. Sıkılacaksınız ama vazgeçmeyeceksiniz. Bir hikâye daha anlatayım size; adam üç yaşındaki çocuğunun eline ok ve yayı veriyor, oysa çocuk henüz onlarla oyuncak gibi oynuyor.

Zaman geçtikçe evdeki koridorun ilerisindeki odanın kapısına bir hedef koyuyor, ok atıyor, sonra da büyümeye devam ediyor ve sistemli bir şekilde bunu yapmaya devam ediyor.

Artık yetmiyor ona o koridorun uzunluğu, haliyle yan apartmanın bodrum katını kiralayarak atış poligonunda ok atıyor, atıyor, atmaya devam ediyor.

Çocuk belli bir yaşa geldiğindeyse -ki bu çocuğun babası da milli bir okçudur- beyninin iki lobunu da kullanması için babası onu piyano dersine gönderiyor.

Çünkü oku itiyorsunuz ve ardındansa yayı geriyorsunuz. Bunu piyanoda keşfediyor çocuk, sonra yine yetmiyor, yetmeyinceyse satranç dersleri almaya başlıyor, sebebiyse düşünme sistematiğinin gelişmesi.

Ardından ise resim kursuna veriyor onu, çünkü perspektif öğreniyor, o derinlik algısını algılayamadan ok atamazsınız. İşte bunları veriyorlar ona.

Ve o çocuk Mete Gazoz. Dünya şampiyonu olan değerli Mete Gazoz. Demek ki, bu öyküler işe yarıyormuş, boşuna değilmiş. Kültür de böyledir işte, sanat da olduğu üzere. 

Örneğin, benim annem haftada bir gün en güzel kıyafetini giyer, bize de kıyafetlerimizi giydirip sokağa çıkarırdı.

Daha ilk okuldayız ve öğleye kadar gelir gelmez fırlardık. İlk önce kitapçıya giderdik. Ve oradan da eve dönerdik, bakın, dikkat edin… Kasaba çıkmışken manava, bakkala uğrardık ama kitapçıya uğramadan da geri gelmezdik.

Kitap almaya gitmek başlı başına bir kültürdür. Böylece kitap sevgisini bize aşılamak için bunu yaptığını anlardık. Anlatabiliyor muyum?

Kültür çocukluktan gelir. Onu size vermeleri gerekir. Şu anda biz seninle bunları konuşurken çocuklar okullarda eğitim görüyor. Çocukları altı yaşından itibaren hevesle okul denilen bir kavramın içerisine koyuyorlar.

Ta ki bitirene dek. Daha sonra da, bakalım şimdi ne olacaksın diye bekliyorlar değil mi? Yahu bizim babalarımız şunu söylerdi; ben bir terziyim derdi.

Bizden önüne kumaşları koyup gözlerini kapatmamızı isterdi. O kumaşlara dokunarak, daha henüz görmeden onların ne olduğunu ve hangi kıyafete dikilmesi gerektiğini hemencecik söylerdi.

Derdi ki bundan palto olur, bundan gömlek yapılır. Çünkü palto kumaşıyla diğerini dikemezsiniz. Fakat hangisinden havlu ya da paspas yapılacağını, koltuk döşemesi olacağını dile getirir, tahmin ederdi.

Kumaş dediğimiz şey çok çeşitlidir. Benim rahmet güzel, yüce babam da peki diyor, biz bu altı yaşındaki çocukları her gün öğretmenlerinin önüne okul sıralarına koyuyoruz.

Bu çocuklardan ne olacağını nasıl anlayamıyorlar? Mesele bu işte. Bu da bir kültürdür ve ülkemizin politikasıyla ilgili bir sorundur.

Çözümü ise kültür politikasıdır, çünkü o da eğitim politikasını belirler. Bizim önce bunu anlamamız lazım.

Mustafa Kemal Atatürk şunu söylüyor; Türkiye Cumhuriyeti'nin temeli kültürdür. Eğitim de gerekli, ekonomi de gerekli, hatta çevre politikaları olmadan olur mu? 


Sonsuza kadar orada kalacağını bildiğiniz bir şiiriniz olsaydı, bu hangisi olurdu?

NASA, eğer varsa ötelerde bir yerde başka canlılar diyerek onlara bir mesaj göndermeye karar veriyor.

Aklıma hemen bu olay geliverdi, sonsuza kadar gidecek bir mesajın içeriğinin elbette sanat olmasını istiyorlar.

Hala da gidiyor. Tabii kendini nasıl tanıtacaksın sorusu öyle önemli ki. Aslında bir şairden birkaç şiir kalıyorsa geriye zaten o şair ölümsüz olmuş demektir.

İstediğiniz kadar yazın, yine de birkaç şeydir geriye kalan. İleride bir yerde dizelerinle hatırlanıyorsan, bu güzel söyleşide seninle şairleri nasıl andıysak işte biz andıkça onlar yaşamaya devam ediyor.

Onlar da burada yanımızdalar. Bu yüzden de etkili cümleler yazmak çok değerli. Benim içinse sonsuza dek gidecek olan ya da sevdiğim için kalmasını istediğim "Kabuğunu koparmadan ne bir elmayı soyabildim ne de iyileştirebildim bir yaramı. Ama karşıma çıkınca hiç kızmadım elma kurduna, bendim çünkü bıçağı saplayan onun yurduna" diye yazdığım şiirimden bir bölüm sonsuza gitsin isterdim.

Hem duygusallığı hem de ironiyi çok seviyorum. Az sözcükle bu iki kavramı bir araya getirerek duyarlı bir konuya değinmesini seviyorum.   


Şiirleriniz ve şiirsel diliniz büyük ölçüde neyin resmidir?

Resim dediğiniz için aklıma görsellik geliyor hemen. Onu çekip alıyorum burada cümleden ve resim aslında bir derinlik yaratmaktır.

Beş dizede anlatamayacağın duyguyu ve düşünceyi bir arada sunuyorsunuz. Buradan imge kavramına geliyoruz. Ama ben dize şairi değilim.

Yani o resmi, dizelerde ortaya çıkarmıyorum. Benim için önemli olan; şiirde şairin dile gelmemesidir. Haliyle, süslemeci bir şiir değil benimkiler.

Bugün uzun dizeleri alt alta yazan arkadaşlarım var ve bir şiiri daha yeni gördüm; tamamıyla benim şiirlerimin üzerine kurulmuş.

O kumaşı alarak kendi tarzında aralara bir şeyler eklemiş. İşte bu söylediğim süslemecilik oluyor. Mesela dramatize etmek diyorsunuz ya, orada bir sahne vardır.

Elbette ben sahneye çıkıp bir de edebiyatı sahneye taşıyan ilk insanlardan bir tanesiyimdir bizim ülkemizde. Ve ayrı bir konu olarak, zamanında bizde meddah geleneği vardı.

Ama kendi edebi metinlerini içeren çalışmalarını sahnede oynayan benimdir. Yine de şiirlerimde o drama dediğimiz bir aktör, tiyatro oyuncusu gibi hiçbir zaman olmamışımdır.

Örneğin, dört tane şair adı söyleyeceğim size, yani dört sevdiğim şairin ismini, Orhan Veli, Cemal Süreya, Attila İlhan ve Nazım Hikmet.

Çok büyük şairlerdir. Dördünün de yazdığı aynı şiir değildir. İşte şiirsellik böyle bir şeydir. Bunları söylerken insanlar sakın sanmasın ki Pi sayısı gibi matematiksel bir durumu ortaya koymaya çalışıyorum, bunlar tabii tamamen benim kişisel fikirlerimdir. 


Peki iletişim dilinde gelişmesi gerekenler nelerdir?

Şimdi şu var, tabii sosyal medyayı bir mayın tarlasına dönüştürdük. Bu bir iletişim değildir, olamaz da zaten ama ancak haberleşme dili diyebiliriz.

Elbette içerisinde iletişim vardır ama bunu dediğimiz zaman Türkçeyi doğru kullanmamız gerektiği geliyor hemen aklıma. Dil organik bir yapıdır, onu geliştireceğiz.

Örneğin computer kelimesinin karşılığı olarak bilgisayar kelimesini kullanıyoruz öyle değil mi, ne kadar güzel, Türkçe bir sözcük… Peki onun yanındaki o küçük alete ne diyoruz? Mouse… Öyleyse nedir bu şimdi?  

İşte burada söylemek istediğim şey üretmekle ilgili. Üretmeliyiz ve geliştirmeliyiz ki Türkçemiz, yani dilimiz iletişim üzerine kurulsun.

Büyük bir kültür emperyalizminin baskısı altındayız. Sadece dilde değil, hayatın her alanında bir kültürsüzleşmeye doğru gidiyoruz.

Burada ilk sırada yer alan en önemli şey dildir. Bu yüzden Türkçemizi korumalı, yaşatmalı ve de gelişimini sağlamalıyız.

Bundan dolayı Atatürk Türk Dil Kurumu'nu kurmuştu. Mesela televizyon ekranında yer alan tartışma programlarında dilin çok yetersiz olduğunu görüyorum.

Bir insan beyninde taşıdığı sözcük sayısı kadar kendini anlatır ve beyninde taşıdığı sözcük sayısı kadar karşındakini anlar. Biz maalesef burada ortalama sınırın çok altındayız.   


Bugün iletişime katkısı olacak olan ne olsaydı daha iyi hissederdik?

Okumuyoruz. Lafı az önce birazcık uzatmıştım ama sonuç buraya geliyor. Okumayan bir toplumuz maalesef.

Kitap okumuyoruz, bunun iklimi yoktur, eğer böyle bir kültürümüz olsaydı bu bizim iklimimiz olurdu üstümüzde. Ve iletişimimizde bunu görürdük.  

Peki nerede görürdük? Her yerde, aile içerisinde, arkadaş ortamında, sokakta, alışverişte, seyahatte, toplu taşıma araçlarında…

Ama böyle bir durum yok. O yüzden, kitap okumamız iletişimimize katkı sağlayan en temel değerimiz olmalıdır.  


Konuşma sesi ile yazma sesi birbirinden nerede ayrılır?

Aslında ikisi de çok farklılar. Mesela normalde çok konuşmama rağmen şiirde susuyorum. Hatta düz yazıdaki Sunay Akın konuşuyor ve onu susturmayı beceremedim bir türlü.

Ama şiirdeki Sunay Akın suskundur. Öyle ki düz yazı tarzında şiirler yazmayı çok istiyorum, örneğin yazar Eduardo Galeano gibi yazmak ne güzel olurdu.

O yazar çok güzel yapıyor bunu. Fakat şuna doğru daha fazla yönelmiş bulunuyorum, bir orkestra gibi olmasına.

Bakıyorsun orkestraya, bir eseri çalarlarken kulağınızı kapatırsanız sanatçıların elinde farklı farklı enstrümanlarla farklı farklı hareketler yapıyorlar, hiçbiri aynı şeyi yapmıyor.

Ama kulağınızı açtığınızda ise müziğin aynı olduğunu duyuyorsunuz. İşte böyle farklı konularda görünen imgeleri hayattan aldığım araştırmalarımdan yola çıkarak edindiğim gerçek bilgileri öyküleştirmek, birleştirmek.

Farklılıkların birliği… Örneğin şu anda yazmak istediğim bir yazı var ve konusu da. Nazım Hikmet ve ceviz ağacı üzerine.

Dize ise "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda, ne sen bunun farkındasın ne de polis farkında..." Bilmeyen var mıdır, yok.

Ama bu cümlenin derinliği de pek de yok ortada. Peki nedir derinliği? Nazım Hikmet bunu söylüyor ama gerçekten Gülhane Parkı'nda ceviz ağacı var mı?

Çünkü kendi döneminde anlatıyor sonuçta. Birincisi Gülhane Parkı'nda eviz ağacı olabilir, hatta belki de o ceviz ağacını kendisiyle özdeşleştirmiş olabilir.

Bir bakıma belki de beni gurbette sanıyorsunuz ama benim köklerim memleketimdedir demek istiyor.

İkincisi ise parkta ceviz ağacı olmayabilir, neden peki, çünkü kendisi sürgün olduğu için sadece böyle bir şeyi hayal ediyordur.

Yazı öyledir zaten, bir üretimdir. Biz bunları üretiyoruz. Ama sonuçta bunu araştırmak lazım.  

Aslında Gülhane Parkı'ndaki 90'lı yıllardan sonra Nazım Hikmet için iki tane ceviz ağacı dikilmiştir. Ama şiirin yazıldığı yıllarda var mı bilmiyoruz.

O halde sürprizi size söyleyeyim, ben buldum. Evet var! Parkta bulduğum o ağacın hemen ilerisinde ise polis karakolu var.

Nereye geliyoruz biliyor musunuz, yazıya, kurguya farklı bir ses getirmenin önemine işte. İçeriğin sahip olduğu o öyküdeki ses gibi.

Nedir o? Oradaki bir polisin öyküsü... Parkta başlıyor ve Fransız Guyanası'ndaki hapishanede bitiyor. Yani artık devam eden bir öyküdür.

İşte yazının sesi böyledir. Üzerine düşünür, araştırır ve kurgularsınız. Konuşma sesinizle bu yüzden farklıdır.

Bir başka öykünün sesiyle polisiye olan bu öykünün de sesi aynı değildir. İşte ben bunları bir araya getiriyorum.

O zaman da daha özgün ve Sunay Akınca bir şey oluyor. Böylece bunu edebiyata kattığım bir değer olarak sayıyorum. 

Aslında çocukluğumdan beri böyleyim, sınıftayken öğretmen beni sözlüye kaldırırdı. Zaten beni hemen bir süre sonra müdüre götürdüler.

Çünkü öğretmenler bir soru soruyorlardı ve ben de anlatıyor da anlatıyordum ama soruyla hiç alakası olmuyordu cevaplarımın.

Sonra demişlerdi ki yahu bu çocuk bunları nereden biliyor, güzel güzel bize hikâye anlatıyor. Aslında cevabı çok basitti, fazla okuyan bir çocuktum.

Bunun kökeni bence nedir biliyor musun, ansiklopedi kültürüdür. Çünkü gazeteler bu ülkede bir süre sonra güvenilir olmamaya başladı.

Ama eskiden gazeteyle beraber içerisinde kötü kağıtlara basılmış olan bilgi kitapçıkları olurdu. İşte onlar benim çocukluğumda okumayı öğrendiğim Trabzon'a haftada bir gelirdi.

Fasikül halinde on altı sayfa olarak elime ulaşırdı. Üstelik ansiklopediyi birden görmezdin karşında. Her hafta on altı sayfa geldiği için onları anca birleştirirdim.

Ama hepsini de geldiği gibi anında okurdum. Ansiklopedilerin içinde farklı konular olurdu, yalnız aynı bütünlük içerisindeydiler.

Galiba alışkanlıklarımı da buradan edindim. Soranlara verdiğim cevapları farklı yerlere bağlamayı o yüzden çok seviyorum. 


Sizce yaratıcı iletişim cömertlik gerektirir mi? Bir insanın bilgisini yaratıcı biçimde paylaşma çabası cömertliği gerektiriyor mu? 

Bu soruya şöyle diyeyim, aydın olup olmama meselesidir. Aydın dediğimiz insan bilginin ışığının kendine ait olmadığını gören insandır.

Peki kimindir o ışık? Karanlığa mahkûm edilenin. Ve karanlığın üzerine yürür. O yol elbette düz değildir, engebeler vardır.

Ama bakıyoruz, bizim edebiyatımızda da bilgiyi aydınlatmak ve insanların sesi olmak için kullanan birkaç isim olmuştur.

Çok üzülmelerine rağmen yola devam etmişlerdir. İşte bu aydın olma sorumluluğudur. Her toplumda, her yerde de vardır.

Tabii insanlığın insan olma kavgasıdır bu sonuçta. Burada ise sanatçının ya da yaratıcılığı kullanan kişinin sorumluluğu cömert olmaktır. 


Biliriz ki eğer o kente hiç gitmeseydik, o şiir belki de yazılmamıştı. Deneyimlerimiz sanatsal sürecimizi etkiler mi?

Şöyle söyleyeyim, örneğin Cemal Süreya Paris'e gidiyor. Bunu bizzat kendisi bana anlattı, kendisi mülkiyeli ya, birkaç aylığına eğitim almak için gidiyor.

Düşünsenize Atila İlhan'ın, Cemal Süreya'nın Paris şiirleri vardır, mesela Mehmet Cevdet Anday'ın da vardır. Kendisi ben de Paris'teyim şiir yazacağım demiş.

Şöyle diyor, bir zaman geçti, bir şiir yazacağım Paris'te derken zamanı geldi dedim ve aldım kâğıdı kalemi başladım yazmaya.

Şiirin adı Kars… Yani, Cemal Süreya Paris'teyken Kars şiirini yazarken aslında Kars'ı hiç görmemiş.

Gidiyor, daha sonra da Türkiye, Ankara'ya geri dönüyor. Mülkiyeli olduğundan dolayı o yıllarda 67 tane il var ve hoca kura torbasından ili çekiyor ve kâğıtta Kars yazıyor.

Sonra gidiyor Kars'a Cemal Süreya, bir şiir daha yazıyor. Haliyle elinde iki tane şiir var, e kitap çıkacak, ikisinden birinin seçilmesi gerekiyor.

Ve Cemal Süreya Paris'te yazdığı, o hiç görmediği Kars ile ilgili yazdığı şiiri veriyor. İşte hayal dünyası böyledir.

Mesela Ahmet Mihtah Efendi de o şiir hakkında Paris'in hiç bu kadar güzel anlatılmadığını söylüyor.

Örneğin Nazım Hikmet'in Memleketimden İnsan Manzaraları adlı kitabında Bağdat tren yolunda giden bir treni anlatır.

Şimdi elbette orada yaşanmışlık var ve de onu da yazmak şiirdir. Ama böyle de olmayabilir. 


Aralıksız, bir gece saatinde elinizde kalemle bekler misiniz?

Hayır, asla. Çünkü şiirin işçilik isteyen bir yanı vardır. Ha bende o süreç var ama öncelikli olarak şiirselliğin benim hayal dünyamda olgunlaşması önemlidir, çünkü bunu şiir kendi yapar ben yapmam.

Bu benim elimde bile değil. Sanki uzaylılar gelmiş, beni ele geçirmiş gibi. Öyle düşünün. Ama o, taşan damla gelir işte.

Ben de onu beklerim. Onu bekleyene dek o şiir kıvranır, doğum sancısı gibi giderek büyür ve azalır.

Hani şöyle söyleyeyim, Western filmlerinde olur ya, Amerika'da maden arayıcılarını görmüşsünüzdür, pantolonlarının paçalarını sıvarlar ve ayakkabılarını çıkarıp derenin içerisine bir elek koyarak başlarlar içindeki toprağı sallamaya.

İşte öyle bir süreçtir. Sonuçta ortaya toplu iğne kadar bir bölüm çıkar. O süreci yaşamayı seviyorum. 


Peki insanların yaşama, etkinliklere, sanat içeren sosyal ortamlara katılması neyi geliştirir?

Aslında şu da var, bunu bir aydın olarak söylemek istiyorum ki biz insanlara gerçek anlamıyla doğru ve nitelikli kültür ortamları sunmuyoruz.

Bu bazen iş yeri için de geçerlidir. Kentteki buluşma alanlarında etkinlikler sunabiliyor muyuz?

Bir de bunu hazırlamaya çalışanlar bu niteliğe sahipler mi? Örneğin kitap fuarları yapılıyor ama o fuarlar kitap okuyan insanlar tarafından mı düzenleniyor?

Tabii Türkiye'nin yakın tarihte yaşadığı baskıyı da düşünürseniz eğer, düşünen, soru soran insanı yok etme güdüsü var.

İşte bunların hepsi bir araya gelinceyse bu soruyu o zaman yanıtlamak gerekir. İnsan isterse yapabilir. Her şey onunla başlıyor zaten.

Yani, bir insanı sevmekle başlayacak her şey diyor ya şair, işte o insana umut, kardeşlik, barış, insan hakları, demokrasi gibi kavramları sunacak iklim olması çok önemlidir.

isteyen, bunu arayan insan da çok değerlidir. Burada ortaya şu çıkıyor; böyle bir insanı oluşturacak olan aile yapısının önemi.

Mesela aileden uzakta olan ama çok kitap okuyan, hatta bağnaz bir aileden çıkmış olmasına rağmen aydın olan insanlar da var toplumda.

O halde nasıl oluyor? Bazen bir öğretmen, ortam ya da bir arkadaş, teyze, dayı sayesinde. Bir dolu öykünecek birey var ve bunu da görüyor insanlar. Herkes için geçerli olmasa da yine de böyle insanlar var.    


Herkesin farklı ilham kaynakları vardır, peki ilham almak önemli midir?

Çoğu der ya, dışarıdaki duvarları yıkması kolay, önemli olan içerideki duvarları yıkabilmek diye.

İşte devrimci olmak gerekiyor biliyor musunuz? Devrimci bir ruh gerekiyor. İnsanın en önemli eksiği bu. Çünkü bakıyorsunuz, yakın tarihte sadece bizde de değil, tüm dünyada 40 yıl öncesinde baskı altına alınan hep bu düşünce…

Aslında bu 68 kuşağıdır. Soru soran, baskıya, sömürüye karşı çıkarak özgürlüklere cesaret eden bu ruhtur. 


İş yerinde kitap ya da roman, şiir okunursa nasıl olur sizce?

Mükemmel olurdu! Şöyle düşünün, bir insan sokağa çıkarken paltosunun cebinde kitap taşımalı.

1940'lı yıllarda Varlık Yayınları cep kitapları yayımlanmıştı. Bunu yapmaların sebebiyle insanlar kitap okusundu.

Toplu taşıma araçlarında, iş yerinde okunsun diyeydi. Bir insanın ihtiyacı geliyorsa açsın okusun tabii.

Mesela İstanbul Oyuncak Müzesi'nde görevli olan arkadaşlarım tabii buna kendisi karar verecek şekilde istediği zaman çıkarıp kitap okuduğunu görünce çok mutlu oluyorum.

Ben onlara kitap okuyun diyorum zaten. Yani ellerinde duran telefonda gereksiz yere zamanlarını niteliksiz işlere ayıracaklarına onun yerine kitap okusunlar, bunu diyorum onlara da, okuyun dememin sebebi bunlar işte.

Öyle ki, iki üç sayfa okusanız çok şeydir, şiir okuyun, roman, öykü okuyun ve sonra da kır ucunu devam et.

Hatta akşam eve gittiğinde yatmadan önce tekrar okuyup baş ucuna koy, ardından sabah olunca cebine koy ve onunla 24 saat yaşayarak iş yerine getir. 


Peki Sunay Akın nelerden ilham alır?

Müzelerden, kitabevleri, kütüphanelerden, antikacılardan ve bir de sahaflardan ilham alıyorum.

Gündelik hayatta, yani yirmi dört saat boyunca açık bir akılla yapıyorum tüm bunları.

Üstelik de buralardan elim boş hiç çıkmıyorum. Mesela şu anda bulunduğum binanın bir katında tamamen benim kütüphanem ve arşivim vardır. 


İlham alırken keşif yapmak sizde nasıl bir duygu uyandırır? Diğer yandan yaşamın güzelliklerini, estetik dilini geliştirir mi?

Burada siz keşfedensiniz, arayansınız, işte ben de oyum. Çünkü böyle demek için yolcu olman lazım, hiç de kolay değildir.

Kim bilir nerelerden düşerek, ne fırtınalardan geçerek o keşfi yapıyorsunuz. Hatta "Aa yaşamda bu da varmış" diyorsunuz.

Öyle birdenbire insan kendini hemen oluşturamıyor. Bu yüzden ben de böyle yerlerden bulup bir sürü şey çıkarıyorum, sonra da onlardan ilham alıyorum.

Sonunda da öyle bir yağmurun altında ıslanmam gerekiyor ki onlarla yazılarımı yazabileyim. Ama bana bunları yaparken kaç tane şair ile karşılaştınız diye sorarsanız şöyle söyleyebilirim; çok az. Belki bir iki kişidir.

Belki de biz mi kendimizi gereksiz yere bu kadar fırtınanın altına soktuk, bazen düşünüyorum inanın.

Ama sonra düşünüyorum da ben de yıkmadan bir şeyi tekrardan yapamıyorum, onu fark ediyorum.

Neden geziniyorum tüm bunların arasında derken cevap olarak bunları buluyorum. Mesela ben sizlerin yaşında dolaşırken cebimde jeton vardı, üstelik de telefon jetonuydu.

Öyle büyük bir keşifti ki. Merakla her bulduğum köşede telefon kulübesi görünce birini arayabiliyor olmanın heyecanını yaşıyordum, ne büyük bir yenilik kim bilir diye düşünüyordum. Şimdiyse telefon çıktı.

Peki insanlık bunları nasıl yaptı? Elbette yıkarak, jetona taparak değil. Dolayısıyla yıkmadan yeni bir şey yapmazsınız.

Yeniyi aramanın anlamı da budur zaten. Emek harcamadan, araştırmadan, ilham almadan o öyküleri, hikayeleri yazması çok zordur.

Sadece iletişim ile ilgili değil tabii, aynı zamanda müzik, sinema, tiyatro, coğrafya, arkeolojiyi de bileceksiniz.

Saatler boyunca çalışıp sonunda ortaya çalışmanızı sunacaksınız. Şimdi ben bir kitap yayımlatacağım ama içerisinde ne var biliyor musunuz, mağara resmi.

Peki mağara resmi dediğimizde aklımıza ne geliyor? Genellikle hayvanlar ve insanlar. Ama dünyada neredeyse öyle bir mağara var ki, oradaki resimde bir kadın kucağında çocuğunu havaya doğru atıp tutuyor ve bahsettiğim bu görüntü binlerce yıl öncesine ait.

Binlerce yıl önce olmasına rağmen duygu aynı. İşte mağara resminden ilham aldım. Az önce anlattığım o yolculuğun sonunda buldum bunu ki hala da devam ediyor yolculuğum, daha bitmedi.

Ama o yolda yürürken bunu size anlatıyorum. O zaman ne oluyor biliyor musunuz, yeni, özgün, farklı bir şey oluyor.

Oysaki hepimiz mağara resminin ne olduğunu biliriz, bir bakıma ilkokuldan beri dikkatimizi çeker ama içerisinde böyle bir sahnenin olduğunu, bir de mağaranın da ülkemizde olduğunu bilmeyiz.

Ege bölgesinde bulunan Bafa Gölünün yanında olduğunu öğreninceyse vay vay, şu vatan dediğimiz nasıl da bir şeymiş demeye başlarız.

Bir nevi onu tanımaya koyuluruz. Böylece doğru kültür politikasıyla doğru bilgiye sahip olmayı da öğreniriz. Geleceğe taşımak vardır, bir ışığı alırsınız ve onu elden ele taşırsınız.

Önemli olan ise ışığın kendisidir. Elbette kendi egosunu tatmin edenler de var, ama burada önemli olan el değildir, önemli olan ışığı takip etmemizdir, onu yüceltmemizdir.

Eğer biz o ışığı geleceğe doğru taşımazsak karanlıkta kalırız. Çünkü karanlıkta dönen hesaplar vardır, onları azaltmak için ışığa yönelmemiz lazım.  


İletişimde ses duyurmak sizce neden önemli? Yetenek ve sesin birliği başkasına ilham verir mi?

Yapıcı olmalısınız. İletişim dilinde sesi karşı tarafa duyururken yapıcı olmak anlaşılmamızı sağlıyor çünkü.

Yani sağaltıcı (iyileştirici) olacaksınız. Tabii eleştiri de edebi bir türdür ama mesela bir kitap hakkında eleştiri yapmayı istiyorsanız o kitabı yazan şairin veya yazarın yazdıklarına aynı zamanda ışık da tutmalısın.

Şöyle yaparsam çok daha güzel olur, sağlıklı olur diyeceksin. Nitekim kavga dilinde nefret vardır, öfke, küskünlük ya da araya giren ötekileştirmeyi görürsünüz.

Ama insanlardan yüzümüzü hiçbir zaman esirgememeliyiz. Bir nevi onun gözlerinin içerisine bakarak yapıcı bir dil eşliğinde sesimizi duyurmalıyız.

Aynı zamanda karşındakine de ilham verirsin. İşte daha iyi olan şunu yaparsan şöyle olur dediğinde ilham verici olursun zaten.

Tabii bunu yapabilmemiz için kendimizin bir bilgi cevherine sahip olması lazım. İlham vericilik budur işte. Uyarır, anlatır, hatanın ortadan silinmesi için daha güzel bir ortam yaratmaya çalışır.

Bunu iş ortamında da yapmamız bizlere birçok özellik katar. İnsan kaynakları bölümü bunun için çalışıyor zaten değil mi, yoksa niye böyle bir kavram ortaya çıksın ki?

İnsanların birbirlerini görmeleri gerektiğini size gösteriyorlar. Sorunlar da olacaktır tabii, sorunsuz bir yer, mekân olur mu.

Her an olur, her gün olur ama bütün bunları beraber -takım ruhu diyorlar adına- yapıyorlar. Nedir bunun ses duyurmayla ilintisi peki? Yapıcılık.

Geleceği daha güzel, daha yaşanılır kuralım. Hem iş yerinde hem de evimizde, kentimizde yapalım.

Üstelik, dünyaya da böyle bir dili üretmeliyiz, çünkü dünya artık yorgun ve hasta, salgın hastalıklar, çevre sorunları, savaşlar…

Biz ne yapacağız öyleyse? Nasıl bir dünya istiyoruz? Kavga etmeye mi yoksa sorunları çözen, üreten, bilgiyle aydınlatılmış düşüncelere mi ihtiyacımız var.

Çok güzel bir sözdür ya hani düne ait ne varsa dünde kaldı, yeni şeyler söylemek lazım.

Dolayısıyla okuyarak bilginin o serüvenci dünyasındaki merak duygusunu hiç yitirmemeli insan, ki hayal dünyası genişlesin. O zaman da yeni şeyler söylersiniz. 

 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU