Van Gogh, Sokrates ve Seyd Ahmed

Şeyhmus Çakırtaş Independent Türkçe için yazdı

Bir ortaçağ kentini andıran çocukluğumun Siverek’i ilginç ve gizemliydi.

İç içe, sırt sırta yapılmış toprak damlı evler, siyah bazalt taşlardan döşenen dar ve dolambaçlı sokaklar, kahveler; bütün bunların arasında iki katlı, görkemli taş konaklar göze çarpardı.

Sokakları renkliydi, giyim kuşamları, delileri ve tetikte yaşayanlarıyla tam bir eski çağ kentiydi.

Sokak ve pazarlarda  bazen gezen pala bıyıklı, abaların altında tüfek ve hançer saklayan ilginç tipler her daim insanın dikkatini çekerdi.

Aşiret düzeninin devamlılığını sağlayan, gözünü budaktan sakınmayan bu tipler çoğunlukla gerektiğinde insan canına kıyan, birer cengaver edasıyla dolaşırdı ortalıkta.

Birileri adına gerektiğinde tetik çeker, kavgaya hazır beklerdi. Ne abalarının altındaki tüfek sorun olur, ne de herhangi bir olayda mahkeme edilirlerdi. Bir olay patlak verdiğinde, gidecek kapıları belliydi.

Bir de Siverek sokaklarında dolaşan garipler, deli divaneler vardı. Her daim göz önünde olan, zamanlı zamansız ortalıkta olan divaneler.

O dönemin garipleri, parasız pulsuzları; Cemalo, Sülo, Bilet, Abbas, Seyd Ahmed, Sofi, Hotê de ortalıkta dolanır, çevrenin yardımlarıyla yaşamlarını sürdürürlerdi. Her birisinin apayrı özellikleri ve kişilikleri vardı. Hiç biri hırsız ve zalim değildi.  

Kimi deli diyordu bunlara, kimisi saf.

Çoğu maddi yaşamdan ellerini, eteklerini çekmiş birer garibandı. Kimisi aşkından divane olmuş, bir diğeri aklından sokaklara düşmüştü. Abbas yirmi dört saat sokakları adımlayıp, ölçerken, Seyd Ahmed  elinde fırça, hayal kuruyor, resimler çiziyordu, dar Siverek sokaklarında.

Gel zaman, git zaman deli divane denilen insanların çoğu ya bir köşede ölü bulundular, ya da bir başına bilinmez yolculuklara çıktılar.

Siverek’te orta yaş ve üstü kuşağın yakinen tanıdığı Seyd Ahmed de bunlardan biridir. 
 


Yaşamın son kertesine kadar direnerek, Siverek sokaklarını arşınladı, resimler çizdi.

O bir Van Gogh, Picasso kadar şanslı değildi. İlk sansızlığı doğduğu coğrafyaydı. Ne resim sevilen bir sanattı, ne de felsefe kabul gören bir alan. 

Van Gogh, Salvador Dali, Picasso kadar yetenekli miydi, bilmiyorum. Ama en az onlar kadar ilginç, onlar kadar sıra dışıydı, ama ünü Siverek sınırları dışına taşmamış, resim yeteneği pastane duvarlarında sınırlı kalmıştır.

Bir de Van Gogh, Picasso dünyaca ünlü sanatçı, Seyd Ahmed ise bir deliydi. Bütün dişlerini çekecek kadar bir deli divane.

Onun hayatına önem veren, eserlerini inceleyen, hayatını anlatan bir yazar hiç olmadı. Yoksun ve yoksul yaşadı, en önemlisi aklından mahrum kaldı.

Üstüne başına dikkat etmeyen, yaşamında parayı silen ama müthiş resimler yapan ilginç bir insandı. Bu nedenle üstü başı, elleri her zaman boyaydı, ceplerinden resim fırçaları çıkar,en çok da pastanelere resimler yapar, kara kalem portreler çalışırdı.

Zayıf, uzun boylu, saçı sürekli dağınık,iç dünyası temiz bir insandı. Dişlerini çekmiş, ağızda dişsiz bir yaşam sürdürüyordu. 

Dişlerine ne oldu diye soranlara bildiği tek dil olan Zazaca ile verdiği cevap hayata bakışını da ortaya koyuyordu:

Biray mi, merdimîrê çiçî yeno, werdra yeno. İnsan gerek nefsê xue terbiyekero. Qande coy dildani mirê lazım nîyê. Ez xurê pilol wena, nan terpoşnena doy. O ro sebo, roja ci bîro, herkes ro mımıro? 

(Kardeşim, insana ne gelse, yemeden gelir. Ben nefsimi terbiye ettim. Bu nedenle dişe ihtiyacım yok. Ben bulamaç, lapa yerim, ayrana ekmek doğrarım. Ne olacak? Günü geldiğinde herkes ölecek.)

Dünya malı onun için, bir fırça kadar değerli değildi. Her şeye sırtını çevirmiş, hayalindeki dünyayı resmetmeye çalışıyordu.

Yemyeşil manzaralar, şelaleler ve dağlardan akan nehirler resmeder, insan portelerini kara kalem çalışırdı. Şöyle derdi;

Kederê nîna zey şew tarîyo, qandê coy ezo kelema siyaha nîna virazena.

(Bunların kaderi gece gibi karanlık. Bu nedenle kara kalemle bunları çiziyorum.)

Seyd Ahmed bir felsefeci gibi kendi kendine konuşur, zaman zaman dahice sözler de sarf ederdi:

Hirgı çî sebebirê cî esto, sebep çîyê ano meydan, çêkêzî, çiyêrê beno sebeb.

(Her şeyin bir nedeni var. Her neden bir sonuç doğurur, sonuçlar ise yeni bir şeye neden olur.)

Sokrates M.Ö. 4 yüzyılda Atina’da yaşadı. “Kendini tanı” söylemiyle, insanın evrenden önce kendisini anlamlandırması gerektiği savunan bir filozoftu. Ömrü Yunan soylularına ve yöneticilerine karşı düşünceler geliştirerek geçti.

Toplum düzenini bozmaktan, yeni Tanrılar yaratmaktan ölüm cezasına çarptırıldı, ama düşünceleri asırlar sonrasına ulaşmayı başardı.

Sokrates’ın hayatını anlatan “Filozofu Öldürmek” adlı yazıyı  okuyunca aklıma Seyd Ahmed geldi. Kim bilir belki de Seyd Ahmed bir filozof, ya da filozofa yakın bir ressamdı.

Ama biz onun  farkına varamadık. Deli deyip, sokaklara mahkum ettik.

Dünya malına sırtını dönmesini, resim için hayal aleminde gezinmesini delilik olarak değerlendirdik.

Oysa bütün önemli filozoflar, önemli ressamlar biraz deli değiller miydi?

İnsanlar Sokrates’in farkına varmasaydı, düşüncelerini ve yaşamını tartışmasaydı Sokrates bu gün kitaplarda, zihin ve felsefi çalışmalarda yaşar mıydı?

İşte bu nedenle Seyd Ahmed’i 28 yıl sonra da olsa yeniden tanıdım, farkına vardım. Aslında bu yazıyı tam on bir yıl önce kaleme aldım, bir iki yerde yayınlansa da kimsenin dikkatini çekmedi. Oysa yazı yazıldığında Seyd Ahmed yaşıyor, resim yapıyor, zaman zaman dahice sözler sarf ediyordu.

Başta ben, kimse bunları kayıt altına almayı düşünmedi. Oysa Seyd Ahmed’in çizdiği resimler ve söylediği sözlerin toplanması, üzerinde bir tartışma yürütülmesi gerekirdi. Ama olmadı.

Seyd Ahmed bir mum gibi eridi, bir tükenişi yaşadı.

Bugün artık aramızda değil.
 


Seyd Ahmed’i hatırlayan, onun eserlerini saklayan birileri mutlaka vardır diye düşünüyorum. Bunları ortaya çıkarmak, Siverek açısından oldukça önemlidir.

Seyd Ahmed kimdi, neyin nesiydi bilmek durumundayız.

Geçmişi ile ilgili çok bilgim yok,1952 yıllında yoksul bir ailenin çocuğu olarak Siverek’te dünyaya geldi, 67 yıllık bir ömür sürdü.

Daha çocuk yaşta resme ilgi duydu, erken yaşta çizimlerle tanıştı. Ne bir eğitim, ne de herhangi bir destek aldı.

Dini eğitim alırken, kendi kendine resim yapmaya koyuldu, işi delice yapmaya başladı. Mesele resim olunca gözleri başka bir şey görmez, resmi adeta yaşardı.

Ne ekmek, ne su aklına gelir, adeta başka aleme dalardı.

Her şey bu çerçevede sürerken ve Seyd Ahmed  olgun bir delikanlılık yaşındayken, evlerinin birkaç kapı ötede yaşayan, komşu kızına aşık oldu.

Bir bilgiye göre sevdiği kızla, kız kardeşini berdel yaparak evlendi, sonradan berdel bozuldu, zorla boşanmaları sağlandı.

Kimilerine göre de örf ve adetlere göre kız istenildi ama, davul bile dengi dengine denilerek sevdiği kızı Seyd Ahmed’e vermediler, vermedikleri gibi bir süre sonra da kızı en yakın akrabasına verdiler.

Nedeni her ne olursa olsun bunu hazmedemeyen Seyd Ahmed, bir ömür boyu sürecek bir küslük içine girdi, aklında ki bazı damarlar kısa devre yaptı ve kendini Siverek sokaklarına attı, tek başına yaşadı, 50 yıl sürecek acı bir hayat sürdü.

O günden sonra, ömrünün son gününe kadar; hayata, insanlara küslüğü geçmedi, sokakları mesken tuttu, bir başına yaşadı, fırça ile olan aşkını sürdürdü, yüreğinde ki ateşin yakıcılığında kavruldu.

Bir yandan resim yapıyor, bir yandan da sürekli kendi kendine konuşuyor, insanların kötülüklerinden bahseder, bir şeylerin muhasebesini yapıyordu.

Küs yaşamaya devam etti, resimden başka bir şey bilmez bir insan oldu.
 


Özellikle duvar resimlerinin revaçta olduğu 80-90’lı yıllarda resimleri oldukça ilgi gördü. Özellikle pastane ve lokanta duvarları Seyd Ahmed’in çizimleriyle renklendi, portreler çizdi. Bir tas çorba, bir bardak süte resimler çizdi.

Sadece resimle anılsa da, Seyd Ahmed bir filozof edasıyla zaman zaman sözler sarf eder, az sohbet ettiği kişilere kafasında ki düşünceleri aktarırdı. Sakince insana yaklaşır,  gözlerinin içine bakar, gülümser, güven verirdi.

Güvenmediği insanlara bakmaz, konuşmaz, ilgi göstermezdi.

Az kişiyi dost bilirdi.

Kendisiyle ilişkilenenlerin yaklaşıma önem verir, soru sorulmadıkça konuşmaz, düşkünlük yaşamazdı.

Dosta dostça yaklaşır, alaya alanlara karşı suskun davranır, onlarla konuşmazdı. 

Seyd Ahmed aslında yıllar önce hayatını noktaladı. Bütün dünya nimetlerine, mala mülke sırtını çevirdi, fırçasını alarak Siverek sokaklarına daldı.

Başı öne eğitti hep, çünkü küstü her şeye. Utandığından değil, yanlış bir şey yaptığından değil, kafasında ki düşüncelerden dolayı başı öne eğilmişti. Kimseyi görmek istemiyor, içine gömülerek yaşamını sürdürmek istiyordu. Anlaşılan kafasında yığınca soru, düşünce ve yüzlerce resim barındırıyordu.

Yüreğinde ki aşkı ve kafasında ki derin felsefi görüş onu yalnızlaştırmış, hayata küstürmüş ve sokaklara sürmüştü.

O yanlış bir coğrafyada gelmişti dünyaya. Ne yeteneği, ne de aklı ve yüreğindeki sancısı anlaşılmıştı.

Aşkın saçma, yasak ve günah sayıldığı bir coğrafyada insan suretleri çizer, duvarları güzelliklerle donatırdı.

Deliliği bundandı; aklı, sevdası hayatını zehir etmişti. Ne Seyd Ahmed Siverek’i anlamıştı, ne de Siverek Seyd Ahmed’i.

O belki de bir dahiydi ama biz onu hep deli bildik. Kendi kendine konuşmasını yadırgadık, aşkını ayıpladık, sadece duvarları süsleyen resimleri sevdik.

Oysa bizim akılımızın da sonuçları ortadaydı, akılı olduğumuz tartışmalıydı.

Aklımız doğayı tahrip etmek, tüketmek ve mal biriktirmek için çalışıyordu.

Deli değimiz Seyd Ahmed’in ise aklı renklere, derin düşüncelere ve hayallere çalışırdı. Tıpkı eski zaman filozofları gibi.

Belki de bir filozoftu Seyh Ahmed. Biz bilmedik, ama  o bizi hep bildi, dönüp çirkinliklerimize bakmak , görmek istemedi.

Çünkü biz aşkı öldürürdük, o ise renklere ruh katar, delirmek de olsa bedeli aşkın resmini çizerdi. 

Seyd Ahmed’e sevdiği kızı vermeyenler öldü, sevdiği kızı alan akrabası da öldü, sevdiği kadın da öldü, hayatını zehir edenlerin ölümünü gördü, en son kendisi hayata veda etti.

Resimleri, düşünceleri ise Siverek sokaklarına miras, aşıklara ders oldu.

Kapkara bir ders.

 

 

* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU