Ortadoğu, önemi yalnızca petrole borçlu bir coğrafya değil.
İnsanlık tarihinde her daim önemli ve değerli olageldi.
Ortadoğu'nun sınırları ideolojik saiklerle farklı farklı belirtilse de Arabistan çöllerinden Suriye ovalarına Filistin'den Nil Nehrine, hatta çoğu zaman kabul etmesek de Anadolu bozkırına kadar uzanır.
Nüfusunun büyük bir kısmı Müslüman olan bu coğrafya, aradan binlerce yıl geçmesine rağmen, dünya siyasetinin bugün hâlâ hem belirleyici noktası hem de ilk gününde olduğu gibi ateşten gömlek olma vasfını sürdürüyor.
Bir ülke dünya devleti olmak istiyorsa bir şekilde Ortadoğu'da yer almak zorundadır.
Bu sebeple dünyanın öbür ucundan Çin ve ABD gibi coğrafya ile en ufak bir münasebeti bulunmayan ülkeler dahi canhıraş coğrafyamızda yer kapmanın peşinde.
Bir-iki asır evvel yaşayan Osmanlı aydınları acaba "vatan toprakları" dedikleri Şam, Bağdat, Kahire ve Kudüs'e olanları bugün görseler ne düşünürlerdi?
Bugünün aydınları da bu coğrafyada sınırların muhkem ve ebediyen aynen kalacağını düşünmüyorlardır muhakkak.
Kim bilir bir asır sonra şu an vatan toprağı ya da İslam beldesi sınırları içerisinde gördüğümüz kentlerimizin akıbeti ne olacak; kestirmek son derece güç.
İnsan hayatı ortalama 70-80senedir.
Bu kısa zaman aralığında hadiseler cereyan ettiğinde dehşete düşeriz.
Oysa köklü değişiklikler çok kısa süre içerisinde meydana gelse de onu hazırlayan koşullar bazen asırlar hatta bazen binlerce yıl sürebilir.
Güçlü ve tecrübeli milletler bilirler ki insan hayatına nazaran milletlerin tarihinde asırlar bazen göz açıp kapayıncaya kadar gelir ve geçer.
Bu süre zarfında milletler göçe zorlanabilir, ülkeleri işgal edilebilir veyahut iç karışıklıklara sürüklenebilir.
Toplum irfanı bu tecrübeleri kaydeder; ders çıkarır ve hadiselerin bir dahaki gömlek değişikliğine kadar bekler.
Eğer ki haritaları değiştirecek şeyin yalnızca askeri teknoloji üstünlüğü olduğunu düşünürsek fena halde yanılırız.
Bundan 70-80 yıl önce 3 tane güçlü tankla girip koca şehirleri düşürebilirdiniz; oysa bugün on kiloluk bir tanksavar milyonlarca dolarlık tankları infilak ettirebiliyor.
Gökkubbe yahut patroitlere güveniliyorsa bugün 15 yaşında bir çocuk elindeki basit bir tabletle çok daha güçlü savunma sistemlerini çökertebiliyor.
"Teknoloji transferi" eskiden olduğu gibi toplumlar arasına asırlar koymuyor, 5-10 sene gibi kısa sürede uygun şartlar oluştuğunda fark kapatılabiliyor.
Bunun en mücessem örneği biziz. Selçuk Bayraktar sadece bir kişi.
Yanında ağabeyi ve evvelden merhum babası ile beraber Türk askeri teknolojinin hüviyetini değiştirdiler.
Dolayısıyla kitlesel imha silahlarının da demode olması ya da teknolojik üstünlüğün el değiştirmesi çok uzak bir gelecekte olacak düşüncesi son derece yanlış.
Tüm bunlara rağmen devletlerin en büyük güçleri hafızaları ve toplumsal irfanlarıdır.
Kanlı kadraj
Velhasıl, öyle bir kare var ki yüzlerce kitabın anlatamayacağı her şeyi tek başına anlatıyor.
1921 yılında Piramitlerin dibinde çekilen fotoğraftakilerden dikkat çekenler şunlar.
Kadrajda göze çarpan ilk kişi Winston Churchill, coğrafyamızı tarumar eden her kaosun arkasındaki siyasi ve derin eldi.
Türk ordusu Çanakkale'de İngiliz donanmasını denize gömdüğünde her şeyden çok sevdiği bakanlık koltuğu altından kayıp gitmişti.
Bu hadiseden sonra depresyona giren Churchill, kendini resme vermiş ve uzun süre toparlanamamıştı.
Ortadoğu'nun parçalanma süreci ise ona can suyu olmuş ve onu tekrar ayağa kaldırmıştı.
Churchill bu kareden kısa bir süre sonra geçeceği rota ise Müslümanların mahrem şehri Kudüs olacaktı.
Kadrajdaki diğer önemli bir kişi Gertrude Bell'dir.
Onun hakkında sayısız efsaneler üretilmiş bir kişiliğe sahiptir.
Arap milliyetçiliği için "el Hatun", "Çöl Kraliçesi", "Müminlerin Annesi" gibi sıfatlara nail görülürken özellikle "biz Türkler" için "Çöl Tilkisi", "Çölün Cadısı" gibi hitaplar kullanılmıştır.
Bu onun siyasi faaliyetlerinin bir sonucu olarak ideolojik bir ayrışmaya göre değişkenlik gösterir.
Bunun yanında siyasi kişiliği kadar kişisel hayatı da birçok efsaneye konu olmuştur.
Özellikle Türk efsanelerinde, onun Osmanlı'ya karşı olan nefretini sevdiği adamın 1915 yılında Çanakkale'de ölmesiyle açıklayanlar vardır.
Bell'in ölümü de başka bir efsane konusudur;
Buna göre, Bell intihar etmiştir, gerekçesi ise sevdiği adamın evli olması nedeniyle aşkına cevap vermemesidir.
Ölüm nedeni yoğun miktarda uyku ilacı almak olan Bell'in değişen Irak siyasetinde bir tasfiye sonucunda suikaste kurban gittiği de iddia edilir.
Elleri kanlı bu kadın Irak'ta bir odada buhranlar geçire geçire ölür.
Kadrajdaki son kişi Thomas Edward Lawrence, yani meşhur "Arabistanlı Lawrence".
Lawrence'ın I. Dünya Savaşı'ndaki önemi bugün hala tarihçiler arasında tartışma konusudur.
Bir kesim Lawrence'ın oynadığı rolün fazla abartıldığı görüşüne sahip.
Buna delil olarak iki olay örnek verilebilir.
İlki ordu namusu içinde en ahlaksız vazifelerden biri olarak görülen bir emrin tevdi edilmesi için Lawrence'ın tercih edilmesidir.
Bu emre göre Lawrence, Medine savunmasını yapan Halil (Kut) Paşa'ya gelerek yüklü miktarda rüşvet teklif eder.
Halil Paşa'nın bu teklifi reddetmesi için ciddi bir sebep yok gibidir; savunduğu şehrin savaş strateji açısından da ciddi bir ehemmiyeti kalmamıştır.
Öte taraftan şehrin kutsallığı ve İslam peygamberi Hazreti Muhammed'in kabrinin bulunduğu bir bölgeyi savunmadan düşmana hem de rüşvet karşılığı terk etmenin doğru olmayacağına karar veren Halil Paşa, Lawrence'ın teklifini reddeder.
Bundan sonra 147 günlük Kut'lu bir direniş başlayacaktır.
Lawrence'ın tarihi öneminin gereğinden fazla abartıldığını savunan görüşe göre verilen bir diğer örnek; savaş sonrası Araplara Lawrence aracılığıyla verilen hiçbir vaadin gerçekleşmemesidir.
Lawrence kendisiyle beraber isyana kalkışan aşiretlere bir millet ve devlet vaadinde bulunurken Birleşik Krallık, Arapları millet bilincine sahip olmayan aşiretler olarak görüyordu.
Bu yüzden kontrol altında tutulması zor tek ve bütün bir Arap Devleti yerine Şerif Hüseyin ve oğullarına çeşitli emirlikler vererek kontrolü altında tutmayı tercih edecektir.
Lawrence'ın bütün protestolarına rağmen bu kararın uygulamaya konulmuş olması krallığın onu çok ciddiye almadığı şeklinde yorumlanabilir.
Lawrence'ın da ölümü son derece şüphelidir.
Churchill, Bell ve Lawrence'ı bu karede buluşturan Kahire konferansı, Ortadoğu'ya barış getirmeyi vadediyordu; ama daha fazla kan ve gözyaşından başka hiçbir şey bırakmadı ardından.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish