İstanbul'da hayat

Esedullah Oğuz Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: AA

30 yıldır yaşadığım Almanya'dan İstanbul'a mart başında iki haftalık bir ziyaret gerçekleştirdim.

15 günlük sürede gurbette yaşayan her insan gibi, bol bol eski dostlarla buluştum, aksakallarımızın sohbetlerine katıldım ve belediye seçimlerinde aday olan gençlerimizi kutladım, beni gıyaben ve kitaplarımdan tanıyan gençlerle iftar yemeğinde buluşup sohbet ettim.  

Bana yeni bir üniversite bitirmiş gibi bilgi kazandıracağını umduğum çok güzel kitaplar aldım.

Kısacası, iki haftalık gezi benim açımdan son derece tatmin edici ve doyurucuydu. 

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Ama İstanbul'da karşılaştığım manzara hem üzücü ve endişe verici hem de biraz umut kırıcıydı.

Zira görüşüp konuştuğum insanlar dahil hemen herkes ağır bir hastalıktan yeni çıkmış gibi bir ruh hali içerisindeydi.

Kimsenin yüzü gülmüyordu, nereye baksam çatılmış kaşlar ve endişeli bakışlarla karşılaşıyordum. 

Toplu taşıma araçlarında karşılaştığım insanların bir kısmı telefonda tanıdıklarına bin bir türlü dert anlatıyor, kimisi zamlardan yakınırken kimisi de kiraların yüksekliğinden şikâyet ediyordu.

Birkaç kişi ise "Esas zamanları seçimlerden sonra göreceksin" diyerek yanındakini uyarıyordu. 

Ekonomik sıkıntılara paralel olarak İstanbul'da eğitimden ulaşıma, nezaket, görgü ve insani davranışlardan hak ve adalete kadar pek çok alanda kalitenin düştüğüne şahit oldum.

Koca şehirde ulaşım tam bir işkenceye dönmüş durumda. Metrobüslerde ve metroda insanlar yer kapmak için aşırı atak davranırken, koltuklara kurulan Z kuşağı gençler ayakta durmakta zorlanan yaşlılara yer vermemek için uyumuş numarası çekiyordu.

Aynı şekilde, bazı yaşlı yolcuların da kendilerine yer veren insanlara teşekkür bile etmediğine şahit oldum.

Anlaşılan o ki, toplumsal değerlerimizdeki aşınma tek taraflı değildi. 

Ekonomideki tahribatın izleri her yerde gözüme çarpıyordu.

Mesela, İstanbul'da yaşadığımız Beylikdüzü ilçesinde pek çok yerde semt ve mahalle pazarları kapanmıştı, halde kurulan pazardaki meyve sebzeler de eskisi gibi taze ve bol değildi.

Öyle anlaşılıyor ki, kâr edemediği için pek çok pazarcı ve esnaf pazarcılıktan çekilmiş, başka işlere yönelmişti.  

Beni şaşırtan olaylardan biri, uzun yıllar bir lisede fizik öğretmenliği yapan orta yaşlı bir kadının öğretmenliği bırakarak korsan taksicilik yapmasıydı.

"Hocam neden öğretmenliği bıraktınız, İstanbul trafiğinde direksiyon sallamak bir bayan için zor değil mi?" diye sorduğumda, önce dudaklarına acı bir tebessüm yayıldı, ardından öğretmenlik maaşıyla geçinemediği için bu işe yöneldiğini söyledi. 

Eskiden "Senin paran burada geçmez" diyen bazı eli açık dostlar bu kez gittiğimiz yerlerde işi ağırdan alıyordu.

Ben de "Hesabı ben ödeyeceğim, Almanya'dan geldiğim belli olsun" diyerek şaka yollu sanki böbürleniyormuş havası vererek onları zor duruma düşmekten kurtarıyordum.  

Eski alışkanlıkla gittiğim her yerde (pazardan alışveriş yaparken, minibüse binerken, berberde traş olurken vs.) önce fiyatları soruyordum.

Ve genellikle de "Paran yoksa gel bizim ikramımız olsun" cevabıyla karşılaşıyordum.

Ama bu kez kimseden böyle bir söz duymadım. Ekonomik sıkıntılar insanların belini öylesine bükmüş ki, artık kimse yalancıktan bile olsa cömertlik gösterisinde bulunmuyor.

Aksine, pek çok kişi, ihtiyaçları için çevresinden dilenmekte çekinmiyor.

Bir tanıdığımız, "Kız kardeşim zor durumda, fitre-zekat vereceksen ona ver" derken, bir başkası "Kullanmadığınız eski eşyalarınızı atmayın bize verin" diyor.

Evde eski bir halı vardı, çok eskimiş yıkatmaya değmez diyerek çıkarıp çöp kutusunun yanına bıraktım, yarım saat sonra çıkıp baktığımda halı yoktu. 

Eskiden çöp konteynerlerinin yanına bırakılan eski eşyalar günlerce durur, kimse yüzüne bakmazdı. Şimdi ise bulunmaz Hint kumaşı muamelesi görüyor. 
 


Türkiye gerçekten tezatlar ülkesi. Bir yanda Pakistan'ı ve Bangladeş'i andıran sefalet manzaraları, diğer yanda ise Batı'ya bile parmak ısırtan modern görüntüler.

İki haftalık gezimin sonunda Almanya'ya geri dönmek için koca şehrin karmaşasını ve gürültüsünü geride bırakarak yeni havaalanına geldiğimde kendimi adeta bir cennet bahçesinde buldum.

Üçüncü dünya ülkelerinden ve Balkanlardan gelen yolcular palmiye ağaçlarını andıran havaalanı salonlarına hayran hayran bakarken, bir Türk vatandşı olarak -sanki bu eserde benim de bir payım varmış gibi- gurur duydum. 

Münih'e ayak bastığımda tertemiz, düzenli ve yemyeşil bir ortamla karşılaşsam da havaalanındaki Alman memurların yüzlerindeki soğuk, duygusuz ve dondurucu bakışlar içimde şiddetli bir geri dönme isteği uyandırdı.

Tüm karmaşasına ve sorunlarına rağmen, içimde kabaran İstanbul özlemi, kör bir bıçak gibi ruhuma saplandı.  

5 sene daha sabret, sonra bu soğuk ve dondurucu bakışları bir daha görmeyeceksin, diye kendi kendimi teselli ettim.

Birden hayalimde İstanbul camilerinden yükselen ezan sesleri, "Ne içersiniz", "Bir çayımı içmeden bırakmam" diyen dost canlısı insanlar, Kız Kulesi, Boğaz Köprüsü ve hemen yanı başında dalgalanan ay yıldızlı dev bayrak canlandı.

Ve içimi genç bir kızın saçlarını dalgalandıran taze bir esinti gibi tatlı bir huzur kapladı.

Bekle güzel İstanbul, bir gün mutlaka döneceğim.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU