Müslüman olalım ya da olmayalım çoğumuz İslam tarihinden bihaber olduğumuz için İslam yanlış anlaşılıyor. İşte bu gizli tarih bize IŞİD'in gerçekte nereden geldiğini ve topraklarını yitirmesine karşın neden yakın zamanda gitmeyeceğini izah edebilir.
Örneğin, geçen Salı günü, İslam Peygamberi Hz. Muhammed'in torunu Ali oğlu Hüseyin'in Kerbela Savaşı'nda öldürülüşünün yıldönümü ve 1,8 milyar Müslüman için takvimin en kederli günü olan Aşura günüydü. Ancak çok az Müslüman -ve daha az Gayrimüslim- bin 300 yıldan fazla bir süre önce yaşanan bu günde ne olduğunu gerçekten anlayabiliyor.
Bu, Hz. Muhammed'in ölümünden sadece birkaç yıl sonra İslam'ın kutsal bir din olarak uygulanmak yerine, modern emsalleri gibi dini inanca ilgisi giderek azalan, toprak yayılmacılığına ve üstünlüğe önem veren bir rejimin istifade ettiği bir araca dönüştüğü gündü.
Savunmasız bir azınlığı katleden, militan, dinin zalim bir sapkınlığa dönüşmüş haliyle ilk IŞİD'in doğumuydu. İslam’ın gasp edilmesi ve suistimale maruz kalmasının geçmişi çok eskilere uzanıyor ve Müslümanların inançlarını genellikle kirli tarihi bağlamdan ayıklama mücadelesi sürüyor. Aşırılıkla mücadele uzmanlarının büyük bölümünün takdir etmediği bu gerçek, bu kişilerin yaptığı işin çoğunun başarısız olmakla kalmayıp aynı zamanda zarar verici olabileceği anlamına da geliyor. Şiddet ve üstünlükçülük meselesi esasında her daim yalnızca bir avuç marjinal ve radikal bireyin etrafında dönerken, üretilen politikalar ve stratejilerse tüm Müslüman toplulukları hedef alacak şekilde kullanıma sokuluyor.
Bizans ve Pers imparatorlukları arasında 800 yıldır süren çatışmalar, yeni İslam imparatorluğunun dolduracağı bir güç vakumu oluşturmuştu. Fakat yayılmacılığın bir bedeli vardı: İslam'ın kontrolünü ele geçiren acımasız Emevi hanedanı, Peygamber Muhammed'in kendi ailesi de dahil olmak üzere tüm rakipleri ortadan kaldırmak zorundaydı. Birçok Müslüman'ın Salı günü yasını tuttuğu işte bu adaletsizlik -ve sebep olduğu, İslam adına (gerçekte) emperyalizmin medeni dünyanın çoğuna yayıldığı olaylar zinciridir.
Ancak bu, tarihten daha öte anlamlar taşıyor. Kendi kendini atamış birkaç güçlü adamın ellerinde aşırılıkçılık ve üstünlükçülüğün, iki olgunun da artık ayırt edilemez derecede bütünleşerek nasıl İslam'ın dünyayla etkileşiminin genel bir yan ürünü haline geldiğini gösteriyor. Bu kadar çok kimsenin İslam'ın modern dünyada barış içinde var olup olamayacağını sorgulamasına neden olan şey işte inanç ve imparatorluk arasındaki bu çizginin belirsizliğidir. İslam'ın "şanlı günlerine" dair güçlü bir tasvir yaratmış ve dünyanın dört bir yanındaki aşırılıkçılar, kolay tesir edilebilir gençleri kazanmak için bu tasvirden faydalanmıştır.
Birçok kimse İslamın karikatürize edilmiş iki hali (doğası gereği şiddet içeren faşist bir ideoloji olduğu ya da Müslümanların her zaman nefret ve ayrımcılığın kurbanı olduğu düşüncesi) arasında geçişler yaparken, iki İslam'ın da mevcut ve gayet gerçek olduğunu anlamalıyız. Emevi hanedanının ve modern ideolojik uzantıları Vahhabilik ve IŞİD'in, ahenkli bir inançtan şiddetle yoğrularak saptırılmış bir İslam'ı var. Bir de, dünya Müslümanlarının büyük çoğunluğunun tabi olduğu, Yahudilik ve Hristiyanlık çizgisinden gelen İbrahimi bir din olan İslam var.
Hem Müslümanlar hem de Gayrimüslimler, inançla tarihte inanç adına yapılmış eylemleri karıştırarak dine haksızlık yapıyor. Oryantalizme ve "Medeniyetler Çatışması" fikrine kadar uzanan, bazı gözlemcileri İslam'ın gerçekten saldırgan ve yabancı bir güç olduğuna inanmaya iten batılı bir entelektüel gelenek var. Aşırı sağdaki pek çok kimse, tek tanrılı üç büyük din arasındaki ortak İbrahimi geleneği kabul etmek yerine, İslam'la sürekli bir çatışma içinde olma fikriyle daha rahat görünüyor.
Aynı zamanda, bazı Müslümanlar da kendi tarihlerini idealleştirme tuzağına düşüyor. Diasporadaki birçokları, bir dizi güçlüğe ve sıklıkla sosyo-ekonomik dezavantajlara sahip köşeye sıkışmış bir azınlık mensubu olmak yerine -militarist ve adaletsiz olmasına rağmen- kadim bir imparatorluğun parçası olma yönündeki öz imajı benimsemeyi tercih ediyor.
Bu ölçeğin en uç noktasında ise, ahlaki pusulasına bakmaksızın sadece bir Halifeliğin varlığıyla dünyadaki tüm problemlerin çözülebileceğine inanan bazı İslamcılar yer alıyor. Halifeliğin (Osmanlı İmparatorluğununki) nihayete erdiği 1924 yılı, böyle bir rejimin sonuçları ne olursa olsun İslami siyasi otoritenin dönmesinden başka bir şey istemeyen birçok aktivist tarafından ölümsüzleştirildi.
Bir Halife'nin (ne kadar zalim ya da barbarca olduğu önem taşımadan) sadece varlığıyla dünyanın tüm sorunlarını çözeceği fikri tehlikelidir. Bu fikrin doğal sonuçlarına varmasının neler getireceğini IŞİD gösterdi.
Ancak bu ideoloji ortadan kalkmayacak: “Her ne pahasına olursa olsun güç” fikri, Emeviler ve Salı günü anılan Aşura katliamı zamanından beridir bazı Müslümanlar için bir inanç olageldi.
Her ikisi de IŞİD'in gözde taktikleri olan kafa kesme ve düşmanın hayati organlarını yeme uygulamasını Araplar'a tanıtan Emevi komutanı Yezid'ti. Üstünlük anlayışları ise, diğer aşiretleri ve azınlık mezheplerini iktidardan dışlamasında açıkça görüldüğü üzere, Müslüman dünyasının bazı kesimlerinde halen canlılığını muhafaza ediyor.
En önemlisi, Yezid savaş suçlarını haklı kılmak için Kuran'ı kullanmış ve düşmanlarını (Hz. Muhammed'in torunu Hüseyin de dahil olmak üzere) kafir ilan etmişti.
Tüm bunlar kulağa tanıdık geliyorsa, nedeni IŞİD'in kendisini 21. yüzyılda oluşan bir grup olarak değil, 1339 yıl önce Irak'ta, Kerbela kumlarında başlayan bu savaşın devamı olarak tanımlamasında yatıyor. Bu savaşın sonu henüz çok uzakta.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
https://www.independent.co.uk/voices
Independent Türkçe için çeviren: Ahmet Yılmaz
© The Independentturkish