Yazmanın faydası üzerine

İngilizce yayın yapmamıza rağmen neden onların etkisi gibi etkimiz yok?

Fotoğraf: Pixabay

"Muhalif entelektüel" tabiri, Lübnanlılar, Tunuslular ve Faslılar arasında yayıldı ve Fransa'da eğitim görüp Fransızca okuyan diğer Arap entelektüeller de onlardan aktardı.

Muhalif entelektüel, eşsiz bir aydındır; çoğu zaman rejime ve bazen de devlete karşıdır.

Hâkim duruma yönelik muhalefeti gelişirse radikal bir popülist haline gelip Jean-Paul Sartre'ın yaptığı gibi sokaklara inebilir.

Edward Said de muhalif bir entelektüeldi ve bu konuda yazdı. Sözleri daha sonra oryantalizm ve emperyalist kültür eleştirisinin ötesine geçerek kendisinin bile tahmin etmediği ufuklara ve fantezilere uzanan bir akım haline geldi.

Eski öğrencisi Wael Hallaq (Vail Hallak),'Oryantalizmin Sarayları'nı yazarken bizzat Edward Said'in saraylarını kastediyordu.

Çünkü Said, Batı'yı Aydınlanma değerlerine ihanet ettiği için kınıyordu. Hallaq ise Batı'nın ve dünyanın felaketinin bizatihi Aydınlanma tezlerinde olduğunu düşünüyor!

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Muhalif entelektüel kendisini kapsamlı bir sorumluluk sahibi olarak görür.

Michel Foucault, kitabını yazarken bunu şöyle ifade etmişti: Toplumu (iktidar karşısında!) savunmak gerek.

Fransa'da değil de Almanya'da eğitim görmeme rağmen birkaç Anglo-Sakson Arap'la birlikte sorumluluk tezinden devlete karşı olma değil, onu destekleme yönünde etkilendim.

Bize göre sorumluluk, ülkelerimizde ulus devlet tecrübesini bir kurtarma ve yenilenme olarak savunmaktı.

Arap Düşüncesi (el-Fikru'l-Arabi) ve İctihad dergilerinde devlet üzerine yazdım, pek çok Arap ve yabancı yazara da yazdırdım.

Bu yazılarda bazen, diktatörlük gerekçesiyle ya da ordunun iktidarı ele geçirmesi suretiyle ülkelerimiz aleyhine işleyen kampanyadan bıktığımı dile getirdim!

Ama bunu anlamlı bir ifadeyle ancak 2011-2012 yıllarında çeşitli müdahaleleri konu ettiğim zaman formüle edebildim: Önceden devletten korkuyorduk, şimdi devlet için korkar olduk!

Her halükârda 15 yıl boyunca Arap devletlerinin ve tek tek halklarının başına gelmeyen bir zorluk ve felaket kalmadı.

Elbette bütün Arap yazarlar da gerek köşe yazılarında gerekse araştırmalarında ve kitaplarında bu sorunlar arasında dolaştı.

Kıdemli meslektaşlarımdan biri bana şöyle dedi:

Bazen yayınladığım 600 kelimede dört beş felaketi yazasım geliyor!

Orada bulunanlardan biri onu şaşırttı: Umursamamak mümkün değil ama ne faydası var?

Biz, askerî yönetimin ve aynı şekilde siyasal İslam'ın bir sorun olduğunu düşünüyorduk.

2001 olayı yaşandığında artık sadece siyasal İslam, radikalizm ve terörizmle ilgilenmeye başladık.

Siyasal İslam, sorunlarımıza dinî bir çözüm olduğuna inandırdığı için dini yozlaştırıyordu.

2011 olayları art arda gelince İslamcıların en azından 1805'ten bu yana modern seküler bir devletteki şaşırtıcı başarılarından ötürü pek sevinmedik ya da sevincimiz uzun sürmedi!

ABD'liler bize şöyle dedi: Sabredin, onları getiren seçimler onları götürebilir. Biz de hep birlikte dedik ki: Böyle bir şey mümkün.

Lakin söz konusu Mısır ise bu kadar sabır mümkün değil; bu, el-Cebertî'nin 1799'da Fransızların Mısır'ı işgalini zamanın devrimi olarak tanımlamasına benzer.

Ama Tunus'ta neler olacağını bekleyelim. İslamcılar, Tunus'ta iktidarı ele geçirip  güvenlik güçleri onları uzaklaştırıncaya kadar yavaş yavaş ilerlediler. Ama nereye?!.

Sudan'da on yıldır gördüklerimiz ve yaşadıklarımız sebebiyle büyük ümitlerimiz yoktu. Bugünlerde Sudan'da olup bitenler, el-Beşir ve onun İslamcılarının yönetiminin yaşattığı tüm dehşeti unutturuyor.

Peki, sayılarının 400 bine ulaştığını iddia eden milislerin aslında el-Beşir'in istihbaratı tarafından üretildiğini nasıl unuturuz!

Meslektaşlar bize malum kargaşanın olduğu ülkelerdeki askerî ve güvenlik gelişmelerini takip etmememizi öneriyor.

Zira hem gerçeğin tamamını bilmiyoruz hem de bizim takip etmemizin kimseye faydası yok.

Gerçekten de mertebe ve yaş itibarıyla büyük olanlarımızdan bir kısmı, tatlı ve acı hatıralarını gözden geçirmeye yöneldi.

Birkaç gün önce Şarku'l Avsat gazetesinde Cumhurbaşkanı Abdunnasır'ın torunu ve aynı zamanda Kahire'deki Amerikan Üniversitesi'nde profesör olan Tahiyye Abdunnasır'ın edebiyat veya otobiyografi sanatına dair yayımladığı kitaba dair bir inceleme okudum.

Arap siyasetçiler ve entelektüeller, son on yıllarda bunun hakkında çok şey yazdı.

Bunun bir faydası var mı? Hem niçin bu soru? Ya da niçin fikirleri önemsemeyen ve doğrudan pratik fayda peşinde koşan bu pratikçilik veya teknik eğilim?

Belki bunda bir ders veya değerlendirme var; İbn Haldun tarihini araştıran Prof. İbrahim Şebbuh'un da bize anlattığı gibi…

Ona göre değerlendirme terimi, öğüt verme değil, karşılaştırma anlamına gelir. Tarih tekerrür ettiği için değil, birtakım kaideler olduğu için.

Tarih, bu kaidelerin bir kısmını ortaya koydu. Şimdiki zaman da diğer bir kısmını kara Marksist alaycılık olmaksızın ortaya koyuyor!
 


Aynı şekilde kimimiz, kendini anılara ve roman yazmaya adarken, kimimiz de son yıllarda Amerikan dünya düzeninin çöküşünü ya da bu yöndeki iddialarını takip etmekle meşgul!

Bu konu hakkında en çok yazan ve ilgilenenler Amerikalı araştırmacılar olduğu için biz, yeni kitaplar edinip onları inceliyoruz.

Felaket de olsa yeni olan her şeye sevgimiz peyda oluyor. Nitekim kalkınan orta ve büyük ülkelerin oluşturduğu BRICS'in Amerikan tek kutupluluğunun karşısında bir cephe olarak ortaya çıkması çoğumuzu memnun etti.

Gelgelelim Çin ile Rusya'nın iki kıtada oynadığı roller, Amerikalılar ile Fransızların dünyanın dört bir yanında ve ülkelerinde iklim sorunlarından tutun Sahil ülkelerindeki askerî yönetimlere kadar ortaya koyduğu sonuçlardan pek de farklı değil.

Peki, niye Ruslar ve meşhur Wagner, terörle mücadele ettiğini iddia eden Fransız ve ABD askerlerden daha iyi oluyor?!.

Muhalif entelektüeller, her şeye rağmen halen seçici. İsveç ve Danimarka'da Mushaf yakılması ve Fransa'daki okullarda genç kızların abaya (çarşaf) giymesinin yasaklanması gibi yeni İslamofobik olgular beni rahatsız etti.

Ancak meslektaşlar, bunların münferit olaylar olduğunu ve bunlara bir olgu olarak bakılmasının doğru olmadığını düşündü!

Aynı şey eşcinsellik, cinsiyet değiştirme ve çocukların özgürlük adı altında özentiliğe köle edilmesi gibi yeni ahlaki olgular için de geçerli!

Bu, sorumlulukların görmezden gelinmesi mi? Diyorlar ki: Hayır, ama işi uzmanlara bırakmak lazım!

Tüm bunlara tiksinti göstermenin amacı ne? Bu, yazmayı bırakma dürtüsü değil. Daha ziyade kültür meselelerine ve yeni zamanlarda yazılı sözün sorunlarına dair bir içgörüdür.

Falanca kişinin sosyal medyada milyonlarca kişi tarafından takip edildiği söyleniyor. Hiçbirimiz bu kadar popüler olduğumuzu iddia edemeyiz.

Bizim gözümüzde küçük olan şeyler (bir kadın sporcuyu öpen adam!), çöktüğünü ve yok olduğunu iddia ettiğimiz Batı'da yaşandığında halen büyük bir ilgi görüyor.

Avrupalı ve Amerikalı 'Batı', sapkınlığı ile toplumsal cinsiyet ve türe ilişkin teorilerinde bile halen dünya çapında bir model ve yaşam tarzı teşkil ediyor!

Asıl soru şu: İngilizce yayın yapmamıza rağmen neden onların etkisi gibi etkimiz yok?

Sorun, yazmada veya yazmamada değil, söylendiği gibi değerlendirmede. Bu, dizimizi dövmekle ya da peşin fayda aramakla olmaz.

Dünya karşısında aynamız olan devletin bir alternatifi olmadığı ve dinde sükûnetin ve insanlıkla barışçıl ilişkilerin yeniden tesis edilmesi gerektiği konusunda ısrarcı olmalıyız.

Bunlar, hayatımızın ve geleceğimizin temel meseleleri. Dünya bunları görüyor ve izliyor.

Toplumlarımıza gelince…Kulak vermemiz gereken bir kitle var, onlar da bizi dinleyecek!

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

Şarku'l Avsat

DAHA FAZLA HABER OKU