Türkiye’nin Vilnius Zirvesi öncesinde İsveç’in NATO’ya kabulü konusundaki beklenmedik tutum değişikliği geniş bir ilgi uyandırdı. Bunun öncesinde Ankara, İsveç’in PKK’nın İsveç’teki faaliyetlerine müsamaha göstermesi nedeniyle birkaç ay boyunca Stockholm’ün NATO’ya katılım talebi önünde engel oluşturmuştu.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Ancak Ankara’nın tutum değişikliğini daha ilginç kılan şey bunun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini Rusya’dan uzaklaştırıp Batı ile dış siyasetini yeniden düzenlemek istediğini düşündüren ve son zamanlarda atılan başka birkaç adımla aynı zamana denk gelmesidir.
Remzi İzzeddin Remzi'nin yazısına göre Türkiye, NATO’da önemli bir üye ve Avrupa Birliği (AB) üyeliğine aday bir ülke olsa da son yıllarda Batı için rahatsız edici bir ortak oldu. The New York Times gazetesinin nitelemesiyle Türkiye, ‘NATO’da bir iç sıkıntı kaynağı’.
Erdoğan’ın 2003’te başbakanlık makamına gelmesinden bu yana Türkiye; AB, NATO ve özellikle ABD karşıtı olarak değerlendirilen tutumlar benimsedi. Bu tutumlardan ilki, Ankara’nın ABD’nin Irak’ı işgali sırasında Türkiye’deki NATO üslerinin kullanımına izin vermeyi reddetmesiydi.
Buna ek olarak Türkiye, ABD ve AB tarafından uygulanan yaptırımlara rağmen İran’la ekonomik ve ticari ilişkilerini güçlendirdi. Üstelik 2017 yılında S-400 füze sistemleri satın almak suretiyle askerî alan dahil her alanda Rusya ile ilişkilerini de yoğunlaştırdı. Aynı şekilde insan hakları ve siyasi haklar alanında AB’nin özgürlükler ve demokratik ilkeler konusunda ciddi şekilde kısıtlayıcı bulduğu politikalar izledi. Aslında Erdoğan, AB ile birliğe üyelik görüşmelerini Türkiye ekonomisini canlandırmak için kullanmış görünüyor. Ancak onun için daha önemli olan, ordunun siyasi açıdan etkisiz hale getirilerek AB’nin istediği şekilde sivil egemenliğe boyun eğdirilmesiydi. Erdoğan, bu konuda başarılı olur olmaz AB üyeliğine olan ilgisi sönmüş gibiydi.
Ama yakın zamanda, İsveç’in NATO üyeliği konusunda benimsediği yeni tutumuyla eşzamanlı olarak ilgisi yeniden canlandı. Her halükârda Türkiye’nin AB üyeliği, hâlâ uzak ihtimal. Emin bir şekilde söyleyebiliriz ki yakın gelecekte birliğe üye olamayacak.
“Ankara’nın tutum değişikliğini daha ilginç kılan şey bunun, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın kendisini Rusya’dan uzaklaştırıp Batı ile dış siyasetini yeniden düzenlemek istiyor olduğunu düşündüren ve son zamanlarda atılan başka birkaç adımla aynı zamana denk gelmesidir.”
Türkiye’nin benimsediği politikaların yansıması olarak ABD, yaptırım uyguladı ve Türkiye’ye F-16 uçakları satışını reddetti. Türkiye’nin Avrupa ile olan ilişkileri de AB’ye üyelik müzakerelerini dondurma noktasına gelecek kadar kötüleşti.
Bu sırada Ankara ve Moskova, doğrudan olmasa da Suriye’de karşı karşıya geldi. Şöyle ki Türkiye, Moskova’nın yakın müttefiki olan Suriye hükümetini devirmeye çalışan silahlı muhalif gruplara açıktan açığa siyasi ve askerî bir destek sundu. İki ülke arasındaki çatışma, 2015 yılında Türkiye, Ankara’nın açıklamasına göre Türkiye hava sahasına giren bir Rus askerî uçağını düşürdüğünde doruk noktasına ulaştı. Moskova, Suriye’ye karşı politikalarını aşamalı olarak değiştirmesi için Ankara’ya siyasi ve ekonomik baskı uygulamak için bu hadiseden faydalandı. Bunun için önce 2015 yılındaki Astana süreci başladı ve bu süreçte gerilimi azaltma bölgeleri inşa edilerek Şam’a ülkenin çoğunluğu üzerindeki kontrolünü kademeli olarak artırma imkânı tanındı. Sonra 2018 yılında Rusya’nın anayasa komitesi kurma girişimini teyit eden Soçi konferansı geldi.
Bunun sonucunda Ankara birkaç yıl, Batı ile ilişkilerini tehlikeye atma riskiyle Moskova’ya daha yakın durdu. Hatta bazıları, bunun Türk siyasetinde ve stratejik yönelimde geri dönüşü olmayan bir değişim olup olmadığını sorguladı.
Bu noktada Moskova’nın Ankara ile ilişkilerinde üstün olmasının Erdoğan’ı memnun etmediğini belirtmekte fayda var. Ayrıca Türkiye’nin ABD ve AB ile durgun ilişkilerini sürdürmesi Rusya’nın işine geldi ve bunu bir baskı vesilesi olarak kullanmakta hiç tereddüt etmedi.
Sonra Şubat 2022’de Ukrayna’daki savaş başladı. Görünüşe göre savaş, Türkiye’ye hem Rusya hem de Batı ile ilişkilerini yeniden şekillendirme fırsatı verdi. Erdoğan, Rusya’nın Ukrayna’yı işgalini kınadı ve Türkiye boğazlarını askerî gemilerin çoğuna kapattı ki bu, Rusya’nın Karadeniz’deki filosunu güçlendirme imkânını sınırladı. Ankara ayrıca Ukrayna ordusunu da savaş yeteneklerini gözle görülür şekilde iyileştiren insansız hava araçları satışıyla destekledi. Erdoğan, yakın zamanda gerçekleşen Wagner isyanı sırasında Devlet Başkanı Putin’in yanında net bir şekilde duramadı. Üstelik Ukrayna’nın Azov Taburu askerlerine de Ukrayna’ya dönüş izni verdi. Halbuki Moskova, 2016 yılında Türkiye’deki başarısız darbe girişimine karşı genel olarak güçlü bir duruş sergilemiş, önlemler almış ve Erdoğan’ı desteklemişti.
Erdoğan, birkaç gün önce, yani NATO zirvesi öncesinde, Ukrayna Devlet Başkanı Zelenskiy’i ağırladı. Tüm bu adımlar, Moskova tarafından iyi karşılanmadı. Hatta Rusya Dışişleri Bakanlığı, sert bir açıklama yayınlayarak Azov savaşçılarının Ukrayna’ya dönüşünden duyduğu derin endişeyi dile getirdi.
“Türkiye, NATO’da önemli bir üye ve AB üyeliğine aday bir ülke olsa da son yıllarda Batı’yı rahatsız eden bir ortak oldu.”
Ancak Türkiye aynı zamanda Rusya ile sıkı ilişkilerini de sürdürebildi. Nitekim Rusya’ya yönelik yaptırımları reddetmekle kalmayarak ticari ilişkileri genişletti ve Rusya gazını indirimli satın almanın yanı sıra Türkiye’nin Rusya’ya ihracatını artırdı.
Bunu yaparken Ankara kendisini, esir takası ve Ukrayna tahılının Karadeniz yoluyla ihraç edilmesini sağlamak için bir BM anlaşması konusunda Rusya ile Ukrayna arasında bir arabulucu olarak faaliyet yürütmek için iyi bir konumda buldu.
Bu noktada Ankara’nın bir yanda Moskova ve diğer yanda Washington ve Brüksel ile ilişkilerinin, idare edilmesi zor bir sorun teşkil ettiğini not etmek gerek.
Bu yüzden Ukrayna savaşının sonucunda Rusya’nın nispeten zayıf bir konumda olması ve ekonomik olarak Türkiye’ye giderek bağlanması ile Erdoğan, Moskova ile ilişkisini yeniden düzenlemek için uygun zamanın geldiğine karar verdi.
Hiç şüphe yok ki sorunlu Türkiye ekonomisini güçlendirmek için Rusya’nın sağlayamayacağı, buna karşılık Batı’nın ve Arap ülkelerinin sağlayabileceği büyük doğrudan yabancı yatırımlar da kendisini motive ediyor.
Erdoğan’ın Rusya ile Batı arasındaki dengeli faaliyeti, özellikle Batı ile zorlu bir pazarlık suretiyle meyvesini vermiş görünüyor.
Türkiye’nin, ABD yönetiminden, Kongre’nin artık F-16 satışını engellemeyeceğine dair taahhüt alması kayda değer. İsveç de Ankara’nın kaygılarına olumlu yanıt vererek terörle mücadele yasalarını sıkılaştırdı ve Türkiye ile ekonomik iş birliğini artırma sözü verdi ki AB’nin serbest ticaret anlaşmasının genişletilmesine destek vermek de buna dahil.
“Türkiye, ABD yönetiminden, Kongre’nin artık F-16 satışını engellemeyeceğine dair taahhüt alması kayda değer. İsveç de Ankara’nın kaygılarına olumlu yanıt vererek terörle mücadele yasalarını sıkılaştırdı ve Türkiye ile ekonomik iş birliğini artırma sözü verdi ki AB’nin serbest ticaret anlaşmasının genişletilmesine destek vermek de buna dahil.”
Şu an Ankara hem Batı hem de Rusya ile ilişkilerini yeniden düzenlemede başarılı olmuş ve bu esnada uzun vadede çıkarlarına hizmet eden orta yolcu bir tutum formüle etmiş görünüyor. Bu, Ankara’nın dış politikasındaki ani değişimlere, hatta bazen iniş çıkışlara bir açıklama getirme zamanının geldiğine işaret.
Bununla beraber Türkiye’nin dış politikasındaki ani değişimler, yeni bir şey değil. Nitekim Erdoğan, çıkarlarına hizmet ettiğinde üst düzey bir pragmatik olabileceğini birden fazla kez ispat etti. Mesela dostların sıfırlanmasına ve politikayı ‘yeni Osmanlıcılık’ olarak değerlendirilen bir yolla izlemesinin neticesinde Arap ülkelerinin çoğunun kaybedilmesine yol açan ‘komşularla sıfır sorun’ politikasında başarısız oldu. Neticede Mısır’ın, Suudi Arabistan Krallığı’nın, Birleşik Arap Emirlikleri’nin (BAE) ve Irak’ın hoşnutsuzluğunu çekti ve Şam’la doğrudan karşı karşıya geldi. Böylece Ankara zamanla doğrudan komşularının büyük bir kısmından önemli ölçüde uzaklaştı. Bu da ekonomik çıkarlarının tehlikeye girmesine ve siyasi etkinliğinin baltalanmasına sebep oldu.
Bundan dolayı Riyad ve BAE ile olan anlaşmazlığından sonra Erdoğan, gidişatını değiştirdi ve Arap ülkeleriyle ilişkilerini kuvvetlendirmek için ciddiyetle çalıştı. Şimdi Suudi Arabistan Krallığı ve BAE ile ilişkiler normaline döndü. O kadar ki bu iki ülke, son dönemde Türkiye’nin zor durumdaki ekonomisini desteklemek için birtakım önemli girişimlerde bulundu. 2022 yılında Abu Dabi, Türkiye Merkez Bankası’na beş milyar dolar yatırdı ve geçtiğimiz nisan ayında ikili ticareti beş yıl zarfında 40 milyar dolara çıkarmayı hedefleyen bir iş birliği anlaşması onaylandı. Geçtiğimiz mart ayında ise bu sefer Riyad, Türkiye Merkez Bankası’na beş milyar dolar yatırdı ve Suudi Arabistan’a ait dev petrol şirketi Aramco, haziran ayında Türkiyeli müteahhitlerle 50 milyar doların üzerinde projeler için görüşmeler yaptığını duyurdu.
Yine Ankara’nın Mısır’a karşı aleni saldırgan politikalarından sonra bu ay, Kahire ile büyükelçi ziyaretleri yapılacağı ve Cumhurbaşkanı Sisi’nin bu ayın sonunda Ankara’yı ziyaret edeceği duyuruldu. Bu esnada Erdoğan, Şam’da rejim değişikliği çağrısını durdurdu. Hatta Rusya’nın baskısına olumlu yanıt vererek Suriye hükümetiyle açıktan açığa ilişki kurmaya başladı. Bu doğrultuda Türkiye Savunma Bakanı ile Dışişleri Bakanı, Rusya ve İran’ın da katıldığı dörtlü görüşmeler bağlamında Suriyeli mevkidaşlarıyla birkaç kez bir araya geldi
Pek çok kişi, Türkiye siyasetindeki dönüşümlerin özenle hesaplanmış adımlar mı yoksa sadece bölgesel ve uluslararası değişikliklere bir tepki mi olduğunu ya da her ikisi birden olup olmadığını sorguladı. Bence Erdoğan’ın damgasını vurduğu sürece, ortaya çıkan uluslararası düzende Türkiye’ye ayrıcalıklı bir konum ve rol temin etme çabaları kapsamında bakılabilir.
Suriye’de Rusya ve İran ile iş birliği Suriye’ye yönelik politika değişikliğine zemin hazırladıysa, Ukrayna’daki savaş da Türkiye’ye Batı’ya ve Rusya’ya yönelik politikasını yeniden ayarlama fırsatı verdi.
“Türkiye’nin hem Suriye’de hem de Irak’taki askerî varlığının sona ermesi gerekir. Aynı şekilde Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını ele alırken her iki ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyan bir formül bulunmalıdır.”
Ancak göz ardı edilmemesi gereken bir iç boyut da var. Siyasetteki bu dönüşümler zamanla meydana geldi ve Türkiye’nin iç politikasıyla, özellikle de son seçimlerle yakından bağlantılıydı. Bu, Arap ülkeleriyle normalleşme için de geçerli. Nitekim Arap yatırımları, Türkiye’nin hasta ekonomisinin durumunun değişmesinde belirleyici kabul ediliyor.
Son seçimler, Cumhur İttifakı şemsiyesi altında Türkiyeli muhafazakârların ve milliyetçilerin lideri olarak Erdoğan’ın ve siyasi partisi AKP’nin konumunu da garanti altına aldı. AKP ile diğer milliyetçi partiler, yani İslam ile laiklik arasında ideolojik farklılıklar olsa da bunlar, Türkiye’nin dünyadaki konumu konusunda aynı görüşü paylaşıyor.
Ankara’nın ayrıcalıklı bir uluslararası konum elde etme çabasının ardındaki mantığı anlamaya çalışanlar, milliyetçi eğilime sahip Türk aydınların yazdıklarına bakabilirler.
Bu aydınların çoğu, ülkelerine Ortadoğu’nun çoğunluğuna ve Balkanlar Avrupa’sının azımsanamayacak bir kısmına hükmeden en büyük dünya imparatorluklarından birinin varisi olarak bakıyorlar. Uluslararası sistem, bilhassa Batı ile Çin ve Rusya arasındaki rekabetin artmasıyla köklü değişimler geçirirken Türkiye’nin bağımsız istikametini çizme vakti geldi; ancak o zaman hak ettiği ayrıcalıklı konumu yeniden elde edebilecektir.
Öne sürülen gerekçe de şu: Türkiye; Avrupa, Asya ve Ortadoğu’nun kesişim noktasında yer alıyor ve bir yandan doğu ve batı, diğer yandan kuzey ve güney ile bütünleşiyor. NATO üyeliği sayesinde Batı’da bir zemini var; Güney Yarım Küre’nin büyük bir kısmıyla da aynı dini, yani İslam’ı paylaşıyor. İşte bundan dolayı rekabet halindeki bu siyasi bölgeler arasında bir köprü rolü oynamak için eşsiz bir konuma sahip.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yanda doğu ile batı, diğer yanda endüstriyel kuzey ile gelişmekte olan güney arasında çıkarlarını dengelemek suretiyle Türkiye’ye ayrıcalıklı bir uluslararası konum inşa etme hedefini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini yalnızca zaman belirleyecek.
Ancak Türkiye’nin dünya sahnesinde arzuladığı rolü üstlenme şansına sahip olması için Güney Yarım Küre’deki dostları ve müttefikleri ile çalışması gerekiyor. Bu, özellikle de karmaşık bir tarihi paylaştığı Arap dünyası söz konusu olduğunda geçerli. Erdoğan’ın bunu yapabilmesi için 21’inci yüzyıl gerçeklerine ayak uydurması lazım.
Türkiye’nin hem Suriye’de hem de Irak’taki askerî varlığına son vermek ve Türkiye’nin meşru güvenlik kaygılarını ele alırken bu iki ülkenin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı duyan bir formül icat etmek gerekiyor. Ayrıca Türkiye, Arap ülkelerinin iç işlerine müdahaleden nihai olarak vazgeçmeli ve nahoş hatıralarına rağmen ortak tarih, belirgin ortak ekonomik çıkarların yanı sıra iki taraf için de faydalı yeni bir ortaklığın temeli olmalıdır.
Güçlü ve dengeli bir dostluk ilişkisini sürdürmek hem Türkiye’nin hem de Arap ülkelerinin menfaatinedir.
*Bu makale Şarku’l Avsat tarafından Majalla’dan çevrildi.
Şarku'l Avsat