Dehşetli bir umut tantanasının içinde sarsılıp tükenmektense sakinlikle umutsuzluğa gömülüp kalmak, bize bir çıkar yolu olduğunu öğrenmeye mecal bırakıyor.
Toplum zorbaları ve bekçilerinin ve tarih kovucularıyla suistimal etmeye yeminler düzdüğü korkunç bir gelecek resminde, silinme pahasına yaşama direnip, yaşamda kalmaya yeminli omuzlarla çarpışmanın bir sevgi duvarı diktiği bilinir.
Nedametle durmanın boşunalığında, o duvarları aşmanın sevgisinde, köklerini dünyadan yana kullanan çalıların bitmez tükenmez uzamışlığında, düşmanı cepheden görebilecek bir saklanma halinin ani hücumlarıyla aydınlığa koşmak vardır.
Biz çalıların açtığı aralıkta üşüme pahasına, sırtımıza giydiğimiz umutsuz, tedirgin bakışlarda nefes almanın gücüne inanıyoruz.
Bizleri hakikatle yoğurmuş birkaç girdap anlatısıyla değil, sokağın, evin ve dağın kalbinden kalbimize uzanan yolun rahmetiyle sınanıyoruz.
Varlık sebebimiz dağın ardındaki ateşin, rüzgara bir an olsun küllerini bırakmaya direnmemesinde arıyoruz.
Biz olmanın verdiği bir "hayır" deme lüksü kazanıp "evet" diyememenin sırlarında duruyoruz.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
Yaşam ipini gevşetip sıkmakla mahir egemenlerin, bizi öz toprağımızda dizginleyen hikmetli yalanlarının ardında, bizde bitmez tükenmez bir aşinalık başlar: Reddin, reddini yaratarak var olmaya raptiyeyiz.
O addedilen dünya hükümranlığı fiyakalarından, tarih ceberutlarından ayrılıyoruz; çünkü bizim tarihimiz ana rahminden düşer düşmez bizi karşılayan bir tarih.
En hakiki yerden, bizi yürüten ve olur olmaz meşgalelerden kendine ve kardeşine dönen hamal olmayan bir tarihtir.
Basiretini yitirmiş ve ortaklık ziyanında varlığını sömürüye açmışların tarihi değildir. Çünkü bizim toprağımızda her katil birer muteberlikle gösterilir. Nizamını yitirmiş her ana rahmi gibi çöküş ve çürüme başlangıçları çağırır.
Boşunaymış otorite ağzıyla, kulağıyla hükmedenlere bakışlarını dikmek. Ne hastalıklıdır sinsiliğin doruğunda olanlara nezaket sınırlarıyla uzlaşmak.
Oysa hükmünü betonlara gömmüş bu kulaklara, ağızlara solgun bir cam kenarını temizleyen yağmur damlalarını göstermek ne zahmetliymiş.
Sonsuz bir bitiş duygusunu aydınlıkla taçlandıracak olan, bu ağızlardan ve kulaklardan bakışları defaatle çekmektir.
Furuğ'un yansıyan görkeminden bana düşen terk edilmiş bir merdivenden inmektir, sesiyle yola çıkmanın buşkusunu sayfalarca, sözlerce, bağırtılarca kardeşin ayaklarına ve saçlarına dolanan telaşa yetişmektir.
Agamben: Ev alev alev yanarken
Daimi hüsran ve keşmekeşler üreten tarih ebeveynleri, yıkıntılara ve yıkımlara kalarak insan olmak öğretisinin kenarından geçmez, ayrıcalığını güder.
Geçemez çünkü, çoktan tarihine sarılı ahitlerin tepesinde aşağıda kalanlara küçümseyen ruhuyla ellerini ve bakışlarını gezdirir.
Ölümüne lehimlenmiş yanlışlar anlatısına bağlı kalmanın rahatlığı, loşluğu içinde gösterisini sürdürür.
Şimdi ev alev aldı, hüküm evde yananlara ve evin içinden sağ çıkanlara verildi. Gösteri sürüyor. Ev alev aldı ama alevlerin dışında parmakla gösteriyi devam ettirir.
Sömürgeci, doğuştan kazandığını düşündüğü ayrıcalıklı kibirle kudret sahibi olduğunu başkalarına hatırlatır.
Her şeyin külfetini çekene Yeryüzünün Lanetlileri olarak gördüğüne, ezilenden daha ezilen bir yerde konumlandırır kendini.
Bilinir ki, egemenin ve sömürgecinin doğuştan "ahlak hocası" kıvamında tutuşturucu, yine kıvamında uzlaşmacı görünen sinsiliği belirir.
Sosyalist ya da Marksist olsun, egemenin aklından kurtulamaz, dürülmüş bir ayrıcalık istihkakından ayrılmayarak düzen koruyuculuğuyla işi ezileni oyalamaktır.
Dinin kardeşinden, halkın kardeşinden nidalarına sıklıkla çarpıtılırız. Ne asaletle doğru cümlelere bulanmış yalana ne de hikmetle dağıtılmış vücutsuz hakikate inanırız.
Bundandır ki ev alev alev yanarken nereye su dökülmesi gerektiğini o söyler bize, hatta yanmayan eve bile su dökmemizi isteyebilir.
Bize düşen neydi bu yangın yerinde? Bize düşen, etrafımız sarılıyken bize nasıl alevleri söndürmemiz gerektiğini gösterenleri evin etrafından uzaklaştırmaktır.
Onlar uzaklaştığında ferahlığımız yüzümüze vurur böylece, yangın söner, evin yorgunluğu diner, küller rüzgâra karışır.
Agamben, "Hiçbir zaman içinde yaşayamayacağım, ama gerçek yuvam olan öteki ev; yaşadığımı sanırken yaşamadığım öteki hayat; tek tek hecelerini telaffuz ederken asla konuşmayı beceremediğim öteki dil – hepsi de o kadar benim ki hiçbir zaman benim olamaz" 1 ayıraçla derinimizde yatırılmış ve hükmetmeyi bekleyen coğrafyanın sularını hatırlatır.
Ev bin yıldır yanıyor, bin yıl daha yanacaktır. Dostoyevski'nin Beyaz Geceler romanındaki ihtişamlı saflığın dilinde, yontmaya ihtiyaç duymadan gösterişsiz sevginin ağır aksak hallerinde Nastenka'ya adanmış inancın hürmetiyle bakmak, tıpkı dağın ardındakilere de o gözle baktığımızda inanç tazelenir, dil yolunu bulur.
Kırılmaz ruhlar bürünür, kopmaz bağlar aşılanır. Ev yanarken, parmak sallayana ihtiyaç duyulmaz bir kanıyla besleniriz.
Ev, biziz. Biz, evimizi dağın ardında yakılan ateşle ısıtırız, biz alevleri dağlardan inen nehirlerle söndürürüz.
Yeter ki etrafı saranları evden uzaklaştıralım. Evimizin haraplığına bakıp hayıflanmalıyız evi ayağa kaldırmak için.
Gerçekten de hiçbir şeyin olmadığı bir zamanın surlarına dayanıp her şey varmış gibi bağırmanın, ucuz, harekete geçirmeden kudurtan, anlamsız ve müdanasız hallerin esirliğinde sonsuz düzlüğü izliyoruz.
Reklam tesis eden riyakâr dil hokkabazlığında ideolojiler öldü. Nedendir ki acaba yüzümüz bir dilden daha çok bahis açar ruhumuza? Nedendir ki dilin anlatamadığını bir yüz anlatır?
Dil, hakikati anlatmakta yetersiz kaldığı için bedenlerin sayılarıyla, şekliyle ve rengiyle alevleri istatistiğe kurban ediyoruz.
Ve yine, "Politik olmayan zamanımız kendi yüzünü görmek istemiyor, maskeliyor ve örtüyor, mesafe koyuyor. Artık yüzler olmamalı, sadece sayılar ve şekiller olmalı. Tiranın bile yüzü yok" 2 dediği hiçbir ruhta yer edinmeyecek kadar hakikatli, çünkü tüm ruhlar öldü, vedalaşmadı bile.
Küller havalanırken konuşan biziz
Diyelim ki ateş söndü, küller havalandı. Diyelim ki evin etrafını saranlar gitti, o zaman tek başınayız. Bakışımız eve eğilmiştir.
Ruhumuz evin içinde yankılanmıştır, evi saranlar gittiğinde birbirimizi fark ettik, ne kadar kalabalıkmışız. Evi saranlar gittiğinde birbirimizi işitmeye başlamışız.
Ne kadar kardeş, ana, baba, yoldaşmışız. Eve seslendik her bir ağızdan: Sadece senin destansı direnişinde büyüyen bir gül var, dört parça bir çiçek adıyla Kafkaslardan Körfez'e uzanan dağların, nehirlerin ve ovaların bolluğunda elbet bir bereket var.
Nicedir senin sesin, senin bakışın, ağırlığında titreyen bir kapı menteşesinin pasında gıcırdamakta ve dilin bir kartal gibi süzülmekte yeryüzüne.
"Ey bedenim beni daima sorgulayan bir insan kıl" 3 sözünün hakikatinden bize tat ve haysiyet veren günlerin ardına düşen dağın yanılmayan yangınına şeref kılmış inançların rahmetiyle tasavvur et bizi ey ev.
Uydurulur yine bir anlatı, ikna edilir yine ev alev alev yanarken evden çıkanlar. Ama silinmez bir yaşam pahası büyülenir alevlerin arasından, "Hakikati ancak duyulma ihtimali olmayanlar; alevlerin durmaksızın yuttuğu evin içinden konuşanlar dile getirebilir." 4
Berrak bakışların ardında susamış bir ağız var; dile gelmeyenin susamışlığında. Sızılı hatırlayışların burukluğunda, her dem çözülmeye mahrum bir kalbin aldatılmaya ihtiyacı var.
Çünkü kalbin yollarında çıkış yoktur, aldana aldana büyür varlığı, aldana aldana yolu yürümeyi öğrenir. Külfetiyle gelen kapıların sonsuzluğunda ömrü açan bir bahçenin izlerine rastlanır. Bahçeyi büyütmenin aklıdır; çamura, suya, toprağa bulanmış bir gövde.
Hayret melekelerine bir kez daha döner ev: Etrafımız sarılı, bizi alevleri söndürmemiz için sağa sola suya gönderenler, bize kardeşlik nidaları atanlar evi yakanlardır.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish