Amerikalı büyük yazar Mark Twain 1897 yılında yaptığı konuşmalarla para kazanıp borçlarını kapatmak amacıyla çıktığı dünya turunun Londra ayağındaydı. Bazı Amerikan gazetelerinde Twain’in Londra’da öldüğüne ilişkin yazılar yayımlandı. O sırada Londra’da bulunan Amerikalı bir gazeteci konuyu araştırdı, Twain’i sağ bulması üzerine ona bu haberler hakkında ne düşündüğünü sordu. Twain, kısaca, ‘Benim ölümümle ilgili haberler fazlasıyla abartılı’ yorumunu yaptı.
Günümüz Türkiye’sinde yaygın olarak ileri sürülen Batı dünyasının hızla batarken Asya’nın hızla yükseldiği haberleri de Twain’inkine benzer bir karşılığı fazlasıyla hak ediyor.
Bu türden prematür saptamalar ve devşirilen yüzeysel sonuçlar eğer yalnızca gazete köşelerinde ya da akademik tartışmalarda öne çıksaydı çok da önemli olmazdı. Ancak, son dönemde Türkiye’nin dış politikasına yön veren siyaset ve diplomasi çevrelerini de etkisi altına almış görünüyor.
Doğu-Batı dengesi nereye?
Dünya çalkantılı bir dönemden geçiyor. II. Dünya Savaşı sonrası Amerikan hegemonyası zemininde kurulan dünya düzeni hem meşruiyet, hem de yaptırım gücünde zafiyet yaşıyor.
Pax Americana’nın kurumsal yapısı yerini kolay tarif edilemeyen, çok aktörlü, amorf bir heyulaya bırakıyor. İnsanlığın yüzyıllar içinde geliştirdiği evrensel değerler zayıflarken, otoriter politikalar ve popülist yıkıcılık yükselen bir seyir izliyor.
Batı, dünyayı yönetmekte zorlanıyor; ancak Doğu ise ne yönetilmek istiyor, ne de küresel bir vizyon, bir alternatif dünya düzeni tasavvuru ortaya koyabiliyor.
Dünya adeta 1930’ların (yükselen proto-faşizm ve ticaret savaşları dahil) kaotik ortamını yeniden yaşıyor. ‘Sorumluluk sahibi’ liderler ve düşünce insanları izleyen dönemin (1940’ların) akıbetinden kaçınmanın yollarını arıyor.
Bu yolun bulunabilmesi, yine Batı’nın öncülüğünü gerektiriyor.
Batı hâlâ, uluslararası siyasette herhangi bir konu hakkında kurulacak küresel bir koalisyonun en önemli unsuru olmaya devam ediyor.
Trump dönemi istisna edilirse ABD ve pek çok konuda Avrupa, küresel siyasetin hâlâ son arbitörü rolünü oynuyor. Küresel gücü bir ölçüde dengelenmekle birlikte, ABD ‘eşitler arasında birinci’ ülke konumunda olmaya uzun on yıllar devam edecektir.
Ne Çin’in, ne Hindistan’ın, ne Rusya’nın, ne Şanghay İşbirliği Örgütü’nün, ne de BRICS gibi oluşumların kapsamlı ve derinlikli bir dünya vizyonu ortaya koymuşluğu var. ‘Yükselen’ ülkelerin her birinin, bir diğeri ile –neredeyse- uzlaşmaz çıkarları vardır. Ortak hareket kapasiteleri oldukça düşüktür.
Yükselen Çin önümüzdeki on yıllarda hangi patikada ilerleyecek?
Çin, Japonya/Güney Kore gibi mi olacak, yoksa Sovyetler Birliği gibi mi?
Bazı Amerikalılar, Soğuk Savaş sırasında Sovyetlerin, 1980’lerde ise Japonların dünyayı ele geçireceğini ileri sürdüler. İkisi de olmadı. Ya günümüzün Çin’i?
Daron Acemoğlu gibi bazı önemli ekonomistler, Joseph Nye gibi önde gelen bazı uluslararası ilişkiler akademisyenleri Çin’in yükselmesinin – mülkiyet hakkı, temel hak ve özgürlükler, hukukun üstünlüğü gibi liberal demokratik değerlerle ilgili – yapısal sınırları olduğunu dile getiriyorlar.
Bu bağlamda, Batı’nın görece zayıfladığı genel kabul görürken, büyük bir çöküş yaşadığı/yaşayacağı ve yerini yükselen Doğu’nun dolduracağı önermesi çokça tartışılan ama genel geçer kabul gören bir tez değil.
Trump sonrası dönemde dünya liderleri için en büyük meydan okuma şu sorunsal olacak: daha barışçıl, daha kapsayıcı, daha katılımcı bir dünya düzeni nasıl kurulabilir?
Türk dış politikası nereye?
Türkiye’nin dış politikasına yön verenler ‘dünya gerçekleri’ ile ‘dünyayı nasıl görmek istedikleri’ arasındaki ayrımı daha iyi yapmak durumundalar. Bir yandan küresel gelecek trendleri, bir yandan da ülkenin tarihi tecrübe birikimi dikkatle irdelenmelidir.
Küresel güç dinamikleri belli ölçüde değişiyor, Çin, Hindistan, Rusya gibi Asya güçleri zemin kazanıyor olsa da, epeyce uzun bir süre (belki 40-50 yıl) Batı dünyasının teknolojik, ekonomik, askeri ve normatif üstünlüklerini korumaya devam etmesi en güçlü olasılıktır – bu bağlamda Mark Twain’i hatırlamakta yarar var.
Öte yandan, Osmanlı/Türkiye’nin modern dönem (1800 sonrası) macerası bir yana, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin dış politika alanında Doğu-Batı sarkacında yaşadığı değişimler de oldukça önemli ve öğreticidir.
Türkiye, 1960’larda, özellikle ülkeyi Kıbrıs politikası üzerinden tehdit eden meşhur Johnson mektubu (1964) sonrasında Ortadoğu ülkeleri ve Sovyetlerle yakınlaşma politikası izledi.
1980’lerde Ortadoğu ülkeleriyle dış ticaret üzerinden, 1990’larda Orta Asya ve Balkanlarda etnik ve tarihi bağlar üzerinden, 2000’lerde özellikle Büyük Ortadoğu bölgesinde tarihi, dini bağlar üzerinden dış politikalar yürüttü. Bunlar büyük ölçüde yararlı sonuçlar da getirdi.
Ancak, bu yönelimlerin hepsi, ikincil stratejiler olarak kaldılar. Dış politika ana aksının görece güçlü olarak sorgulandığı dönemlerde, birkaç yıllık denemelerin ardından, Türkiye için Batı ana aksının en rasyonel, gerçekçi, yararlı konum olduğu teyit edildi.
Türkiye için modern tarihin, coğrafyanın, kurumsal birikimin öne çıkardığı ‘ideal’ konum, Batı/Avrupa sistematiği içinden Doğu’ya/Ortadoğu’ya konuşabilmesidir; tersi, değil. Bu anlayışın kökten değişimini mantıklı kılabilecek, tarihi önemde bir küresel güç dengesi dönüşümü de somutlaşmış değildir.
Bugün Türkiye’nin dünyadaki ‘yapısal’ gücü, Batı sistematiği içinde yer almasından köklenir. Bu sistematiğin dışına çıkmış bir Türkiye’nin, hem Batı’daki hem de Doğu’daki (özellikle de bu dünyadaki) gücü ve itibarı zayıflayacaktır. Oysa Türkiye’nin Batı sistematiği içinde kalarak (AB gümrük birliği üyeliği buna iyi bir örnektir) Doğu ile ilişkilerini çeşitlendirmesi ve derinleştirilmesi çok daha kolay ve avantajlı olacaktır.
İbn-i Haldun ve Montesquieu‘nun ‘Coğrafya kaderdir’ derken abartmış oldukları söylenebilir ama bir ülkenin içinde yer aldığı ya da kendisini konumlandırdığı bölgesel alt-sistemin yaşamsal önemi de inkar edilemez.
‘Her ülke yakın ilişkide olduğu 5 ülkenin ortalamasıdır’ dersek fazla yanlış olmaz sanırım. Ama her zaman ülkelerin bunu seçme şansı olmaz - eğer bir miktar seçme şansı var ise bu konumlandırmayı en ‘akılcı’ biçimde değerlendirmesi gerektiği de açıktır. Türkiye’nin bu bağlamda genişçe bir hareket alanı var.
Özetle, Türkiye’nin dış politika adımlarını atarken, diplomatik birikimini ve geleceğin küresel trendlerini daha fazla ciddiye almasında yarar var. Popülist, kişiselleştirilmiş, duygusal, kısa vadeli ile uzun vadeli çıkarlar arasındaki dengeyi şaşırmış yaklaşımlar, Türkiye için büyük, gereksiz ve öngörülemez maliyetler ortaya çıkarmaya adaydır.
Dış politika ve siyasi rejim
Ayrıca, dış politikadaki tercihler iç politikadaki tercihlerle de yakın bir ilişki içindedir.
Son dönemde Türkiye’nin demokrasisi illiberal bir patikada ilerlerken, dış politika alanında da Avrasyacılığa yönelmesi ortaya çıkan yeni resme - kendi içinde - bir bütünlük ve tutarlılık da katmıyor değil. İlliberal ülkeler elbette illiberal diğerleriyle daha rahat diplomasi yürütürler.
Tersinden, dış politikada Avrasya’ya yönelmiş bir ülkenin iç politikada Batı değerlerine yaslanmasını beklemek de anlamlı değildir - işin doğasına aykırıdır.
Benzer biçimde, Batı aksıyla daha yakın ilişkiler içinde olan bir Türkiye’nin ise – her şeye ve pek çok pürüze rağmen – çoğulcu demokrasi ve liberal piyasa ekonomisi ilkeleriyle daha barışık olması beklenir.
Türkiye’de demokrasi ve üretken piyasa ekonomisi gibi değerleri talep eden siyasi ve toplumsal aktörlerin dış politika yaklaşımlarını ortaya koyarken bu ‘geçirgenliği’ dikkate almalarında yarar var. Ülke içinde bu türden değerleri talep ederken, dış politikada Avrasyacılığa yönelmiş olmanın bir oksimoron olduğunu görmek gerçekçi olacaktır.
Dış politika sadece dış politika değildir. Aynı zamanda iç politikadır. Tam tersi de doğrudur.
* Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe’nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish