Şangay, Avrupa Birliği, NATO, İslam dünyası ve Rusya arasında ama nerede?

Dr. Yüksel Hoş Independent Türkçe için yazdı

Fotoğraf: tccb.gov.tr

Yeryüzünün bazı şanslı bölgeleri vardır. Bir de şanssız bölgeleri. Şanslı bölgelerde doğmuşsanız, babanızın ya da dedenizin sayesindedir.

İstiklal Caddesi'nde veya Beşiktaş merkezde geçecek bir çocukluk ve gençlik tecrübesi, Kars Kağızman'ın köylerinde geçecek bir çocukluğa göre şüphesiz daha şanslı bir çocukluk gibi görülür.

Babanızın da Anadolu'nun taşrasında bir köyde bakkalı olmasından çok, İstanbul'un işlek bir caddesinde dükkanı olduğunu düşünün. İşte hayata 1-0 değil 5-0 başlamanın imkanları.

Bir zamanlar büyük dedemizin dükkanı Balkanlardan Hint Okyanusu'na kadar uzanıyordu. Şimdi ise dedemizin dükkanından kalanla yetiniyoruz.

Bu dükkandan da ekmek çıkar ama biraz genişlemek için bir örgütle olmamız, işbirliği alanını genişletmemiz şart gibi.

Coğrafyaya deyimi yerinde ise deden kalan dükkan gözüyle de bakabilirsiniz. Bu tarz benzetmeler, konuları algılamanızı sağlar.

Bazılarının yeri iyidir, bazılarının yeri kötü. Bazısının limanları vardır, bazısının hiç yoktur ama önemli su kaynakları….

Coğrafya da böyle imkanlar sunar insanlara. Norveç, 60, 70, hatta 90, 100 kilometre derinlikli Fiyordları sayesinde kıyıları dışarıdan gelen saldırılara korunaklı, ama içeriden dışarıya saldırı yapmaya elverişli bir denizci ülke olmuştur.

İngiltere kıyılarını, Fransa kıyılarını yağmalamıştır Norveçliler. Hatta İspanya'daki Arap şehirlerini bile yağmalamış, İstanbul'a kadar gelmişlerdir. Bu kıyılar onların hakimiyeti için birer doğal sığınak ve liman olmuştur. 

İngiltere ve Hollanda'nın haliçli (estuarlı) kıyıları da denizden içeriye yüzlerce kilometre boyunca gemilerin girebildiği bir ulaşım avantajı meydana getirmiştir.

Avrupa'ya getirilen malların olduğu kadar teknolojinin ve fikirlerin de içeri girmesine münasip kılmıştır bu coğrafyayı.

Hem coğrafya hayli eski olduğu için milyonlarca yıl boyunca yağmurlar ve nehirlerle aşındırılmış ve ulaşıma imkan verir hale getirilmiştir. Eski kıta dememiz de bu sebeptendir.

İşte bu coğrafya bir de aşırı nüfuslu olduğu için bir süre sonra saha, nüfusa yetmemiş ve huzursuzluklar baş göstermiştir.

Hiçbir gelişim ve hiçbir ilerleme tarihi süreçlerden bağımsız değildir. İngilizlerin, Fransızların, Hollandalıların ve kısaca Batı Avrupalıların ilerlemeleri, Avrupa kıtasının en kötü zamanlarında yobaz Katolikliğin en baskıcı zamanında, bilimin bir ihtiyaç olduğu, yeni yerlerin keşfinin bir zaruret olduğu anda belirmişti.

İhtiyaçlar, zaruretler bazen hayallerinizi kontrol eder, ona ulaşmanız için sizi kamçılar. Bir hayaliniz vardır ve ona sağından solundan mutlaka ulaşırsınız.

Çünkü o hayali paylaşan milyonlarca insan sizin pazarınızdır ve iş gücünüzdür. Toplumları bir şeye kanalize etmeniz gerekmez zaten onlar bıkkındır.

İhtiyaç hazırdır, kitle hazırdır. Sizin düşen gereken Kolomb olup yelkenleri açmaktır. İşte böyle bir zamanda yürür Avrupa.

Ekilebilir arazilerin çoğu Kiliseye ya da derebeylerine ait. Derebeyleri de kiliseye hesap veriyor. Hayata bir din tahakkümü öylesine yerleşmiş ki kiliseden izinsiz bir sayfa basamaz, çoğaltamazsınız.

Milletin gırtlağına gelmiş artık aziz hikâyeleri, havarilerin hikâyeleri ve İncil ilahileri. Bu şartlar altında sermaye kilisedeyken tabi savaştan para kazanan "tapınakçılar" denen bir grup da yok değil.

Liderlerinin cezalandırılıp kalanının yer altına çekildiği andan itibaren onlar da yine götürüyorlar götüreceklerini.

Derken bir coğrafi keşif furyası başlıyor. Avrupa'ya hesapsız altın akıyor, gümüş akıyor, bakır akıyor.

Zenginlik öylesine artıyor ki bir tüccar sınıf bir burjuva sınıf ortaya çıkıyor ve bu insanlar burjuvalığın gerektirdiği şekilde bilimi, kültürü, sanatı desteklemeye başlıyorlar.

Zamanla kiliseye alternatif bir burjuva sınıfı ve onun desteklediği fikirlerle semiren ve güçlenen Protestanlık ortaya çıkıyor.

Önceleri Katolik kilisenin "ya bizdensin ya da değilsin" şeklinde anlatabileceğimiz "monolitik" yani tek kütlelik taşa benzetilen dışlamacı uslubu, daha sonraki yüzyıllarda Protestanlığı da sahiplenerek ya Batı Avrupalı modernsin ya da değilsin noktasına geliyor.

1820'lerden sonraki isyanlarla vücuda getirilen Yunanistan devleti ile Ortodoksluğu da sahiplenmek zorunda kalıyorlar ama her yerde değil.

Esasen Yunanistan dışında destekledikleri ve semirttikleri bir tek Ortodoks devlet bile yoktur. Hatta eski Yunan ve eski Yunan hikâyeleri, bilimi, demokrasisi ve mitolojisini ülkelerinde okuyan Avrupalı gezginlerin Yunanistan'a geldiklerindeki hayal kırıklıkları da hayli komiktir.

"Ülkemizde İlyada ve Odessa'yı okuyorduk, Aristo'yu, Homeros'u, Platon'u, Sokrates'i… Yunan bilgelerinin fikirlerini okuyorduk… Burada ise keçi kokan insanlar ve garip dilleri konuşan Hristiyan köylüler var. Peki, Yunanlar nerede?" diyorlardı.

İşte bu şekilde Hristiyan Arnavut, Vlah ve Rum köylülerden "Yunan" milleti meydana getirilmişti.

O Yunanistan Türkiye'ye karşı fazlaca desteklendi. Semirtildi ve gerektiğinde kullanıldı. Hiçbir zaman sınırları belirli değildi.

Sınırları sürekli değişti. Önce 1829'da Mora'da devlet oldular. Ardından 1840'larda bir sınır düzenlemesi ile hayli toprak daha aldılar.

Sonra 1881'de Tesalya'yı ve ardından 1912'de Selanik merkezli Makedonya bölgesini. Ardından Batı Trakya'yı ve ilerleme yine durmadı, Batı Anadolu'yu…

Siz onlara saldırsanız hemen araya girer, barış yaparlar ancak onlar size saldırsa hep arkalanırlardı. Böyle gelişti.

Kuzeyde Rusya ile uğraşırken bir de Batı ile aramız kötü olmasın diye Yunan'a karşı gardımızı hep düşük tuttuk. Çünkü Yunanla kötü olmak, Batı ile kötü olmak demekti.

Yunan, Batı'nın açık bir enstrümanıydı. Onlara göre Batı medeniyetini oluşturan, yücelten ülkeydi belki ama Batı'nın entelektüelleri artık 1800'lerdeki klasik nostaljizm ile bakmıyordu Yunanistan'a.

Bu klasizm sadece sostur sos. Ülkelerin çıkarının üzerine birer sos. Yani yarın bir ABD'li Türkiye'ye karşı savaştırılmak istense ve ABD'de bir gümbürtü kopsa "Yunanistan saldırı altında" dense, sokaktaki ABD gencini silah altına almak içindir bunlar.

"Yahu benim ne işim var Yunanistan'da?" diyecek olan adama;

"Ne demek ne işim var? Batı medeniyetinin çıktığı ülkeyi yalnız mı bırakacağız?" demek içindir.

Harekâtların ve savaşların içerisini eğer mana ile dolduramazsanız toplumlarınıza anlatamazsınız.

Afganistan'a saldırmadan önce İkiz Kulelerin patlaması nasıl koskoca bir sebep olduysa ve Amerikan halkı "ulan ne işimiz var Afganistan'da?" demediyse, bunda da demeyecektir.

Demem o ki şu günlerde birileri bir şeyleri hazırlıyor.

Karaların kenarında, haliçli (esturarlı) kıyılara sahip olan bir coğrafyada denizlere hakim olan milletler, Rusya gibi, karaların büyük kısmına ve doğal kaynaklara hakim olan bir diğer milletle Ruslarla karşı karşıya geldi.

Artık deniz hakimiyetinin tek başına bir şey etmediği görülmeye başlandı. Özellikle Çin'e karşı uygulanan deniz blokajı bir jeopolitik kilitle kalmayacak yakında dozajı artırılarak ve buna da Japonya memur edilerek devam edecek bir senaryoya benziyor.

Japonya'ya burada verilen rol, sanırım Çin'i denizlerde baskılamak olacak. Bu bağlamda Çin denizlerde, Rusya da karalarda baskılanacak ve okyanuslara çıkış noktalarından mümkün mertebe itelemeye çalışacaklar.

İşte burada da Şangay İşbirliği Örgütü devreye giriyor. Bir ekonomik birlik gibi bu ama pek tabii ki siyasi amaçları da var.
 

aa1.JPG
Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) Devlet Başkanları 22. Toplantısı, Özbekistan'ın tarihi Semerkant şehrinde gerçekleştirildi / Fotoğraf: AA

 

Tıpkı Almanya'nın Avrupa ekonomik topluluğunu kurduğu günlerdeki hesaplarına benzetirim bunu.

Almanya 1970'lerin sonları ve 1980'ler başında dünyanın toplam mal üretiminde oldukça önemli bir noktadaydı.

Dünyanın toplam gayrı safi milli hasılası 10 trilyon dolarlarda iken Almanya, tek başına 1 trilyon dolara yakın üretim gerçekleştiriyordu.

Hal böyleyken kendi ürettiği malları gümrüksüz ve serbestçe pazarlamak için bir bölgeye ihtiyacı vardı.

Avrupa aslında Almanya'nın kendi üretimini gümrüksüz olarak satacağı bir büyük pazardı. Buna bir şekilde Fransa da ikna edildi ve nispeten daha küçük ortak olan Fransa ile birlikte kurulan Avrupa Birliği bu şekilde yürüdü.

İşte bu başarı hikâyesinin üç aşağı beş yukarı benzeri Çin ve Rusya tarafından da tatbik ediliyor.

Ama sıkıntı şurada: Çin, Rusya'dan nüfus açısından on kat büyük.

Şangay İşbirliği Örgütü her ne kadar Batı'ya alternatif bir vizyon çizse de içerisine aldığı partnerleri uzun vadede Çin'e mecbur edecek hatta mahkum edecek gibi bir öngörüsü vardır jeopolitik uzmanlarının. 
 

AP.jpg
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile Çin Devlet Başkanı Şi Cinping / Fotoğraf: AP

 

Peki, Rusya bunu bilmiyor mu? Biliyor.

Türkiye bunu bilmiyor mu? Biliyor tabii ki.

Ancak işte bu sebepten "gerektiği kadar semirdiğimde belki çıkarım" mantığı ile hareket ediyorlar.

Gerçekte ise bir ekonomik çevrim birliğine girdiğinizde gerektiği kadar semirdiğinizde çıkma imkanınız olmuyor.

Vaktiyle Beyazıt Öztürk, İstanbul Üniversitesi'ne gelmişti.

Sene 1997 veya 1998 olmalı. Biz o sıralar öğrenci olduğumuz için katıldık tabi.

Şöyle bir ifade kullanmıştı:

Bu camiayı pek sevmiyorum zaten kendimi ait de görmüyorum. Polis çocuğu adamız sonuçta... Küpümü doldurduktan sonra çıkarım…


25 yıl geçti Beyaz hala TV'de program yapıyor. Küp doldukça, yeni küpler istiyor.

Biz de muhtemelen "he" dediğimizde çıkamayacağımız bir örgüte katılımı istiyoruz.

Ama burada mecburiyet var çünkü kuşatılmışlığı kıracağımız tek nokta burasıdır.

İran'ın Türk tırlarına, mallarına bir problem yapmaması için İran'dan geçişi kolaylaştırmak, Azerbaycan ile sürdürülebilir sınır akışkanlığını bir şekilde "çıkar birliği sağlanmış İran" üzerinden kurmak.

Ayrıca, bu şekilde indirekt olarak okyanuslara çıkış da sağlanabiliyor ise de bu oldukça sapa bir yerden söz konusu.

Birlikte her devlet bir diğerinin konumuna muhtaç gibi. Ama Çin, hepsinden daha az şeye muhtaç. Çünkü üreten ana güç Çin.
 

Reuters2.jpg
Çin Devlet Başkanı Şi Cinping / Fotoğraf: Reuters

 

Türkiye bu birliğe girerse Avrupa'ya doğru uzanan yolları kontrol ediyor olacak.

Uzun vadede ülkemize ciddi bir Çinli işgücü geleceğini de düşünüyorum ki muhtemelen en az 5-6 serbest bölgenin kurulup limanlarda üretim yapılmasına kadar gidecek bir duruma da götürür bu.

Çin sadece Akdeniz'e değil, aynı zamanda Rusya yoluyla Doğu Avrupa'ya da uzanacağı için Rusya'yı Çin'e kaptırmadan Batı'ya kaptırmanın bir mücadelesi var.

Ukrayna ile yorup, güçsüz düşürüp, uzun bir savaşla halkını bezdirip taze kuvvetlerle "Kurtarıcı Avrupa" halinde Rusya'yı ele geçirmek değil sözüm ona "kurtarmak".

ğer onların jeopolitik vizyonerlerini okursanız Dugin'den aşağı kalır yanları yoktur. Avrupalıların hiçbir zaman rafa kaldırmadıkları yayılmacı emelleri şimdi de rafa kalkmış değildir.

300 milyonluk Sovyetlerden arta kalan 145 milyonluk Rusya'nın bir şekilde Çin karşısında uzun vadede direnemeyeceğini biliyorlar.

Çin'i de bitirmenin yolları var elbet ama bu yol Batı'nın alım gücünün düşmesi ile söz konusu olabilir.

Sermaye Batı'da, üretim Çin'de olduğu sürece Batı istese de istemese de Çin'in bir üretim devi olarak kalmasını sağlayacak.

Çin de mallarını satmaya devam edecek. Tarihi çarklar, ipek yolundan bu yana pek değişmedi. Üreten büyük bir nüfus ve tüketen büyük bir sermaye.
 

aa2.jpg
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Türk Heyeti, Semerkant'ta gerçekleştirilen ŞİÖ Zirvesi'nde / Fotoğraf: AA

 

Doğu ve Batı arasında Türkiye'nin yeri ne olacak?

Sadece malların üzerinden taşındığı bir ara istasyon mu?

Sermayemiz pek azdır. Üretim gücümüz ise Çin'e rakip olmaktan uzak.

Öyleyse bir şansımız yine de olmalı…

Peki ne?

İşte burada coğrafyayı toparlayıp büyük bir bölge haline dönüştürecek tek hikâyeniz kalıyor o da din.

Hilafete oynamak, İslam ülkelerinin liderliğine oynamak ve bu şekilde arkanıza bazı ülkeleri katmak.

Ama diplomasi ve reel dünyanın kurallar böyle konmadığı için bu da arkanıza takılacak ülkelere enerji vermiyor işte.

Bağımsızlığı tadan hiçbir ulus, Halife Hazretlerinin sorgulanamaz otoritesi altında reaya olmak istemiyor.

Bunu bizim yöneticilerimizin de düşündüğünü sanmam. Sanırım düşündükleri şey Şangay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) içerisinde bir Müslüman uzantı olmak.

Yani o işbirliği örgütünün imkanlarını kullanarak semirmek ve zamanla bu örgüte diğer Müslüman ülkeleri de eklemleyerek grup içerisinde bir ayrı batı sektör oluşturmak.
 

tcbb2.jpg
Fotoğraf: tccb.gov.tr

 

Yine başa dönüyoruz. Acaba ayrılabilir mi? Sanmam. Ancak Çin de gelecekte ayrılma hesabı olan devletler için 2 tarife belirlemiş olmalıdır;

  1. Madem semirip çıkmak istiyorlar öyleyse kısa sürede onları borçlandıralım.
  2. Hiç almayalım.

Ben şahsen birinci şıkkı tercih edeceklerini düşünüyorum. ŞİÖ'ye üye olunduktan sonra bir süre şenlendirilip sonrasında borçlandırılmak.

Şenlendirme bizim tarihimizde olan bir şey.

Balkanlarda bir kasabayı, bir şehri alıyorsunuz. İlk 5-10 sene oradan vergi almıyorsunuz. Buna şenlendirme deniyor.

Halk o 5-10 senede vergi vermiyor, ekonomik durumu kendine geliyor. Ardından orada vergileri koyuyorsunuz. 

ŞİÖ'nün bir refah örgütü olmadığını da belirtelim. Hatta içerisinde Çin ile aslında yarı-savaş durumunda olan Hindistan da var. Hatta Hindistan ile savaş durumunda olan Pakistan da aynı örgütte.

Örgütün kendisi yeteri kadar olgunlaşmamış. Dediğim gibi bir ticari istikrar örgütüne benzese de aralarında ticaret olmayan ülkeler de var.

Bir şekilde ekmek yiyorsunuz sadece ama o refah tam manasıyla yok. Bir nevi ticari istikrar örgütü diyebiliriz bir de jeopolitik alternatifleşme yolunda Çin'in kendisini "güvenli liman" olarak gösterdiği bir bilinmezlik. 

NATO'nun ve onun oyun kurucu ülkesi ABD'nin Suriye'de PYD ile ve Yunanistan sınırında Dedeağaç'ta çevirdiği dolapları görmeyen birisi "NATO'dan neden ayrılalım ki kardeşim?" diyebilir.

Evet NATO'dan ayrılmayı düşünmüyoruz, düşünmemeliyiz de. Ancak NATO'nun da böyle bir önemli müttefiki kaybetmek için bu kadar akılsız işler yapmaması gerek.

Peki ya kaybetmeyi göze almışlarsa? Görüntü bu çünkü.

Kaybetmeyi göze almadılarsa bu kuşatma operasyonu neden?

Güney Kıbrıs'a yönelik silah ambargosu neden kaldırılır?

Dedeağaç, sınırımızın dibinde bir silah deposuna ve ABD üssüne neden dönüştürülmeye çalışılır?

PYD-YPG-PKK gibi Marksist bir örgüt neden sınırımızın dibinde desteklenmeye çalışılır?

Bunların hiçbiri ittifak ruhuyla açıklanacak işler değil.

Burada ABD'nin konumu, müttefiklerine sanki kapıyı açmış, yol veriyor gibidir.

Yani sanki Türkiye'yi bıktırıp bezdirerek karşı tarafa geçmelerini istiyor gibiler. Ama "karşı taraf" kelimesinden pek haz etmiyorum.


Türkiye için daima bir üçüncü yol olmalı ve bu üçüncü yolu biz kendimiz meydana getirmeliyiz.

Bu süre içerisinde uzak düşman Çin'e yakın durup Doğu Türkistanlı kardeşlerimiz için de diyalog yoluyla bir şeyleri kazanabilirsek amenna.

Çin'i buna ikna etmek onlara sunacağınız jeopolitik tekliflere bağlı tabi. O teklifler de onları maruz kaldıkları coğrafi hapishaneden çıkaran ve Batıya doğru uzanan güvenli bir yolda vadettikleriniz olacaktır.

Önümüzde yaklaşan büyük bir hengame olacak. Bu hengame sermaye ile onlara sermaye yapılmak istenen ülkeler arasında olacak.

Çin, bu savaşın hiçbir yerinde olmaz diye düşünüyorum çünkü varlığı üretime bağlı. İşler kızışsa da ipler gerilse de Çin en sonunda kenara oturup üretime devam etmek isteyecektir.

Rusya savaşan taraf, Türkiye top çeviren taraf, Çin ise her durumda üretimine devam edip bölgesel süper güç olmaktan ziyade global süper güç noktasına gelene dek devam edecek.

Çin'in ağulu aşının pişmesi için hala zaman var. Hala hazır değiller. Rusya'nın savaşını da sadece Putin'in kaprislerine bağlamak yarım bir değerlendirme olur.

Putin burada gizliden devam eden bir "Soğuk Savaş"ı kısmen açığa aldı. Gücünün çok büyük bir kısmını da saklı tutuyor ve zannımca kendisini özellikle güçsüz gösteriyor.

Kore'den cephane alması, kısmi geri çekilmeleri ve benzeri işler Rusya'nın esas "bundan sonraki" savaşa hazırlığı gibi görünüyor.

Gücünün tamamını da kullanmaktan endişe ediyorlar zira o gücü kullanırken doğuda Çin'e karşı gardı zayıflayacak ve Çin yardımı almak zorunda kalıp daha fazla taviz verecekler.

İşte bu noktada eski düşmanları olan Türklerle işbirliği onlara bir can simidi olmasa da güneyde nefes almaya fırsat veriyor.

fazla oku

Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)

Bu nefesi de kısmak için ABD, Kıbrıs'ı silahlandırıyor. Buradan hem Türkiye ile Libya arasındaki yolu kontrol etmek, hem Suriye'deki Rus üslerini kıskaca almak hem de Süveyş yolunu ve İsrail'e doğru uzanan kısmı güvenceye alacak bir hava hattı meydana getirmek istiyorlar.

Bulunduğumuz yer, dedemizden kalan dükkan, aslında fena bir yer değil. Büyük dedemizin dükkanı okyanus görüyordu ama bizimkisi en azından denizleri de görüyor. Hatta boğazlara sahibiz…

Lakin o dükkana da çökmek isteyen uzaktan gelen mahalle kabadayıları yok değil.

Yani Eliezer Yodkowsky'nin deyimi ile "Dünya hâkimiyeti demeyelim de Dünya'yı optimize etmek diyelim" noktasına gidiyorlar.

Ermenistan'a bu yüzden yaklaşıyorlar. Gürcistan'a daha fazla yaklaşacaklar. İran'a biraz daha fazla havuç verecekler… optimizasyon "Tamam" diyene dek bu sürecek.

Optimizasyon, bir şeyi en uygun hale getirmek, en kullanışlı, en iyi kullanılır hale getirmektir.

Dünya'yı optimize etmek için de onun her yanında en kullanışlı ülkeleri, size en uygun politikalarla en uygun vazifeleri yapacak hale getirmelisiniz.

Dünyayı optimize etmek isteyen güçler arasında kullanacağınız ne hikâyeniz varsa kullanmanız lazımdır ama gerçekçi olması ve karşılıklı çıkar sağlaması şartıyla. Yoksa buna kendi halkınız bile inanmaz.


Önümüzdeki günlerde Türkiye'nin farklı çizgilerde farklı arayışları da zorlayacağını düşünüyorum.

Ülkeler, çıkarları için birçok yolu dener, zorlarlar ama sonrasında onları bir yola mahkum eden kadere teslim olurlar.

Osmanlı da I. Dünya Savaşı'nda önceleri İngiltere ile aynı safta olmak istedi ama zaten adamların paylaşmak istedikleri topraklar bizdeydi ve istemediler.

Bize de kala kala Almanya ve Avusturya ile birlik olmak kaldı. Bulgaristan'ı da araya köprü olarak eklemekle coğrafi bağlantı tam sağlanamasa da bir şekilde ittifak oturtuldu.

Türkler bu coğrafyada, ayakta tutulmak için Ümmetçilik, Osmanlıcılık, Türkçülük, Turancılık ve hatta Enver Paşa'nın ufaktan tadına baktığı Sosyalizm'i bile denedi. Tattıysak da hoşumuza gitmedi.

Cumhuriyet ise bundan faydalandı ve iyi ilişkiler kurdu, Milli Mücadelede silah alımı ve farklı noktalarda faydalandık.

Dikkat ettiyseniz ülkeler farklı zamanlarda farklı ideolojileri de kullanıyor, deniyor. Yaşam ve dünya siyasetinin seyri sizi buna mahkum ediyor.


Ayakta kalmak tek ideolojidir. Yaşamak, varlığınızı sürdürmek, güçlü kalabilmek, millet olarak kalabilmek. Bunun dışında her ideoloji yalandır.

Devlet başkanları da ideolojileri kullanır ve milletleri yaşatacak, nefes aldıracak zaman kazandırmaya çalışır. İyi bir devlet adamı, iyi dönen adamdır. 

Yavaş dön, ümmet hızına yetişemiyor dediğiniz kimseler olur.

"Dönüyorsam ümmet için dönüyorum kardeşim" derdim mesela birinin yerinde olsam.

Dönmek kâinata uymaktır. Galaksi dönüyor, dünya dönüyor, atomlar dönüyor. Işığıyla hayat bulduğumuz güneş dönüyor.

Siyaseten dönmek, çevrenizdeki kurtlar sofrasının ortasında bir av iseniz kafanızı çevirmektir. Kafanızı çevirmek, dönmek değil arkanızı kollamaktır.

Devletler de döner, liderler de. Dönmeyen şeyler de vardır. Felçi, yatalak hastalar.

Döndürmezseniz yaralarıyla ölür gider.

Dönmek iyidir. Ama fikirlerin, gizli ajandan beyninde olduğun halde dönebilirsen.


Selam ve saygılarımla.

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir. 

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU