Hazreti Musa sahabesi ile çölde yürürken ayağına diken batmış, inleyip duran bir köpek görür.
Allah'ın yarattığı bir mahlûkun acılar içerisinde inlemesine gönlü razı gelmeyen Hz. Musa dikeni çıkarmak için köpeğe doğru yürümeye başlar.
Sahabeler, araya girer:
Ey Musa, köpeğe yaklaşma seni ısırır!
Hazreti Musa uyarılara aldırış etmez ve köpeğe yaklaşarak dikeni çıkartır. İşbu ya, köpek o can havli ile Hz. Musa'yı ısırır.
Allah'ın peygamberi, sahabelerinin yanına döndüğünde cemaati biraz da kırgın bir ruh-i halet ile:
Biz sana demedik ey Musa, köpek seni ısırır diye
Acısını biran olsun unutan Hz. Musa, tebessümle dostlarına dönerek şu cevabı verir:
Ben Musa'yım. Musalığımı yaptım, o it idi, itliğini yaptı. Söyleyin, Musa olmaktan vaz mı geçeyim?
Türk medeniyetinin etrafı ayağına diken batmış köpeklerle dolu olmasından olacak ki çoğunlukla kahramanlık şarkıları ile övünülüyor.
Oysa medeniyetimizin mayasında dostluk bulunur. Bilhassa topraklarımıza seyyah, elçi veya devlet görevi ile gelen yabancılarda bunu görmek mümkündür.
İşin doğrusu, belki de biraz abartılı olacak, Türk beldesine köle olarak gelen Cervantes ve Heberer gibi isimler dahi düşmanlık besleyecekleri yerde Türk'e dost olmaktan kendilerini kurtaramazlar.
Üstelik Cervantes, Türklere esir düşerken kolunu da kaybetmiş ve çolak kalmıştır. Heberer'in de macerası Cervantes'inkinden farklı değildir. Akdeniz'de başlayan ve yıllarca süren kölelik hayatı…
Bu uç örneklerdeki maksat şudur; Cervantes'in edebi eserlerinde, Heberer'in ise hatıraları Türk düşmanlığı ile dolup taşması gerekirken Türklerin İslamiyet inancındaki samimiyeti, temizlik anlayışlarına övgü ve adalete olan düşkünlükleri ile dolu pasajlar mevcuttur.
Anadolu'nun İslam ile yoğrulmuş beldesi kapılarını kişiye kalbine göre açar. Çoğu yabancı, bilhassa seyyahlar, "Binbir Gece Masalları" umarak geldikleri İstanbul'da karşılaştıkları hikâyelerin gerçekle uyuşmadığını gördüklerinde hakikati resmetmek yerine bire bin katar ve efsanelere yaratarak dönerlerdi.
Türlü fantezilerle donatılmış bir harem, önüne gelenin kellesini alan sultanlar ve sosyal hayattan kopuk bir toplum…
Knut Hamsun, cinnet halini alan bu tabloyu sert sözlerle eleştirecekti:
Geçenlerde bir ajans haberinde Sultan'ın pek sinirli ve öldürülme şüpheleri içinde olduğunu, bu sebeple yatağının önünde hançerler bulundurulduğunu okumuştum. Zevcesinin uykusunda kıpırdanması üzerine Sultan'ın korkuyla fırlayıp kadını hançerlediğini yazıyorlardı. Sanki Türk Sultanı, 'Kesim zamanı et bolluğunda bir sosisin lafımı olur' diyen Norveç atasözünü düstur edinmiş gibi; nasılsa 299 tane daha karısı var; gelsin bir diğeri!
(Knut Hamsun - İstanbul'da İki İskandinav Seyyah)
Oysa Türk halkını ve medeniyetini kalbinden herhangi bir fikr-i sabit olmadan tanıyan birçok önemli isim ömrünün sonuna kadar Türk insanı ile dost olmayı dert edinmişti.
Üstelik Batı âleminde Türk'ü korumak ve tanıtmak için Türk dostu kişilerin yaptığını hiçbir lobi şirketinin yapması mümkün değildi.
Örneğin ABD Büyükelçisi Lewis Wallace ile Sultan Abdülhamid'in dostluğu dillere destandı. Öyle ki Wallace ülkesine döndüğünde büyük bir Türk muhibbi olarak bu dostluğun vefasını fazlasıyla gösterecekti.
Ermeni meselesi ile ilgili gazetelere yazdığı yazılarda Türk tezini Türklerden çok daha iyi anlatacak ve yakın dostu Sultan Abdülhamid'i temsil eden en önemli müdafi olacaktı.
Amerikan edebiyatının en önemli yapıtları arasında gösterilen "Ben Hur" eserinin de yazarı olan Wallece, bu dostluğu son nefesine kadar sürdürecekti.
Türk insanı ile en zor zamanlarında ünsiyet kuran ve dost olan kişilerin profilleri de son derece enteresandı.
Sözgelimi tarihe Selanik Vakası (1876) olarak geçen elim hadisede Batı dünyasının ahlak abideleri olarak gösterilen Austen Henry Layard ve Sir Henry George Elliot kendi ülkelerinin çıkarlarına rağmen, Türk insanının Batı kamuoyunda bir cani gibi gösterilmesini protesto etmiş ve hadisedeki kışkırtmalara dikkat çekmişlerdi.
Vicdan ve ahlak sahibi Batılı aydınlar Türk medeniyeti ile güçlü bağlar kurabiliyordu.
Elbette Türk insanını yakından tanıyan bir diğer Türk muhibbi şüphesiz Pierre Lotti idi.
Sanatçı kimliğinin yanında Pierre Lotti'nin Türk diasporası adına yaptığı çalışmalar son derece önem taşıyordu.
1911 senesinde İtalyanlar Osmanlı'nın Afrika'daki son kara parçası Trablusgarp'a asker çıkardıklarında Batı medyasında bu işgale karşı derin bir sükût hali bulunuyordu.
Oysa Fransa'da bir ses tüm Avrupa'yı harekete geçirmişti. Pierre Lotti, Trablugarp'taki İtalyan işgaline Avrupalıları insanlık namına yardıma çağırıyordu.
Lotti, Fransız halkını İtalyanların açtığı yaraları sarmak adına yardıma çağırıyor ve Türk halkına maddi destek göndermek için organizasyonlar tertipliyordu.
Bir yandan da İtalyanlara karşı Avrupa'da kamuoyu oluşturmak için yazılar yazan Lotti, Türklerin ve Arapların direnişini destanlardakine benzer bir kahramanlık olarak anlatacaktı:
İtalya'nın 'şanlı' teşebbüsüne dair fikrimi soruyorsunuz. Fakat ben hak ve şanı öteki tarafta yani atalarından kalan toprakları şaşırtıcı bir şekilde savunan Türkler ve Araplarda görüyorum. Bunlar ansızın saldırıya uğradıkları ve silah bakımından İtalyanlara nispeten pek hafif kaldıkları halde, eski destanlarda görülen kahramanlar gibi kendilerini top güllelerine parçalatıyorlar; bile bile ölüme koşuyorlar. Gerçek şan ve şeref, zaten saldırganlar tarafında bulunmaz.
(Le Figaro gazetesi)
Pierre Lotti, Türkleri savunmasının Fransa'nın Cezayir ve Tunus işgalini gündeme getireceğini bilir; ama kendi ülkesinin menfaatlerine rağmen gerçekleri ve çok sevdiği Türkleri savunmak adına Avrupa'nın temel ahlaki değerlerini eleştirmekten geri durmayacaktı:
Bu sözlerimi çürütmek için İtalyanların bizim önce Cezayir sonra da Tunus'taki fetihlerimizden söz açacaklarını bilirim. Evet! Heyhat! Başımızı öne eğmek zorundayız! Gerçi bu seferler hiçbir şekilde Trablusgarp olayı kadar kanlı olmamıştı. Fakat her şeye ve her duruma rağmen bu olaylarda da tarihimizi lekeleyecek bir cinayetin izi kalmıştır.
Bu üzüntüm ve itirazım yalnız İtalyanlara karşı değildir. Sözüm hepimizi, bütün Avrupa'yı ve Hıristiyanları içine almaktadır. Yeryüzünde en fazla insan öldüren biziz!
…
Kendine Hıristiyan diyen Avrupalıların gözünde bütün dünya Müslümanları Avlanması zorunlu birer av olarak görülüyor. Ve bu avcılıkta Avrupa birdenbire kızıl ölüm meydanları adam öldürücü silahlarıyla başarıya ulaşıyor.
…
Geriye sadece Türkler kalmıştır. Fakat bu millet kendini öyle kolayca çiğnetmiyor. Çocuklarını kemirmekten geri kalmayan 'yenileşme' hastalığına rağmen hala o korkulu savaşçı niteliğini koruyor. Türkiye kahraman ve övülmeye değer ordusuyla kendini kanının son damlasına kadar koruyacaktır.
Pierre Lotti'nin Trablusgarp Savaşı sırasında oluşturduğu kamuoyu özellikle Fransız halkının körü körüne İtalya'yı desteklemeyi bir nebze engellemişti; fakat Trablusgarp hattı henüz kapanmışken Osmanlı Devleti Balkanlar'da büyük bir felaket ile karşı karşıya kaldı.
Balkan Savaşı sırasında da Osmanlı'nın Avrupa'daki en güçlü kalemi Pierre Lotti'den başkası değildi. Lotti bu desteğini 1912'de şöyle kaleme alacaktı:
Şüphesiz kudretlerine sahip olmadığım Avrupa Dış İşler Bakanları gibi davranamıyorum. Uzun müddet Türklerin dostu olduğumdan can çekiştiği şu sıralarda da dostları olarak kalmaya devam edeceğim.
Pierre Lotti, en ümitsiz zamanda da Türklerin dostu olarak kalmaya devam edeceğini bu sözlerle açıkça ortaya koyuyordu.
Pierre Lotti kendisini "Benim üç çeyreğim Müslümandır" sözleriyle tanıtsa da kendisine yöneltilen eleştirilerin temelinde özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın tarafında yer almasıydı.
Lotti bir Fransız'dı ve ülkesinin menfaatlerini savunacak kadar vatanperverdi. Buna rağmen Birinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında Fransızların Anadolu işgaline en yüksek perdeden ses çıkartan kişi Pierre Lotti'ydi.
Klikya işgaline karşı Fransız kamuoyunu Türkler lehine değiştiren Pierre Lotti, şunları söyleyecekti:
Klikya Türk vatanının en verilmeyecek parçası, hatta vatanın kalbidir ve insan Avrupalı diplomatların orayı denetim altına alması gibi haksız bir projeyi nasıl tasarlayabildiklerini merak ediyor?
Savaş sonrasında Osmanlı toprakları bir bir işgal edilirken işgale karşı en amansız savaşı veren kişilerin başında Pierre Lotti geliyordu.
Onun bu mücadelesi Darülfünun tarafından fahri bir diplomayla taçlandırılacaktı. Pierre Lotti, Darülfünunda mücadelesini sürdüreceğini şu sözlerle beyan edecekti:
Ben sizin vatanınız için kendi vatanımmış gibi mücadele ediyorum. Fakat düşmanlarımız ordular teşkil ediyor ve maatteessüf vicdana getirilemeyecek taraftarlıklarla çarpışıyorum.
Süleyman Nazif, Türk dostu Pierre Lotti'nin çok sevdiği Eyüp hakkında yazdıklarını ve duygularını şu sözlerle dile getirecekti:
Bu semtin serairengiz şiiri,tabia-i meşhudeden Pierre Lotti'nin muhalled sayfalarına intikal ederken şairin nafiz nazarı, o taşların, o servilerin, çınarların, türbe ve çeşmelerin, o topraklarda medfun escadın ebedi melali üstünde geceleri rahmet neşidleri okuyan mehtabın hasılı gerek semavi gerek haki her manzaranın her şeyin fevkinde ve hepsinden cazip bir şeye saplandı. BU ŞEY TÜRK RUHUYDU…
Liste uzayıp gider. Dostların artırılıp düşmanların azaltılmasının önemini Lotti, Wallece ve nicesi yaşarken yaptıkları ortaya koymaktadır.
Her yabancının potansiyel bir düşman görülmesi veya üst-alt aklın istihbarat elemanı gibi değerlendirilmesi hastalıklı bir zihniyetin tezahürüdür.
Türklerin tarihini ise yalnızca savaş ve düşmanlık tarihi olarak anlatmaksa Türk'e yapılacak en büyük kötülüklerin başında gelir.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish