İfade özgürlüğü ve sınırları

Deniz Karakullukcu Independent Türkçe için yazdı

Geçtiğimiz günlerde hem Sezen Aksu'nun "Şahane Bir Şey Yaşamak" şarkısında geçen "Selam söyleyin o cahil Havva ile Âdem'e..." cümlesi, hem de gazeteci Sedef Kabaş'ın bir televizyon programında Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı hedef alarak kullandığı iddia edilen "büyükbaş bir hayvan bir saraya girdiği zaman o kral olmaz, o saray ahır olur" sözleri sonucunda ifade özgürlüğü tartışmaları yeniden gündeme geldi. 

Tabi birçok meselede olduğu gibi ifade özgürlüğü söz konusu olduğunda da fikir eksenli bir kamusal tartışma yürütmeyi başaramadık.

Bizzat ülkenin cumhurbaşkanı, Sezen Aksu'nun şarkısında geçen sözlere "dilini koparırız" diye tepki verirken, Sedef Kabaş ise afaki bir gerekçeyle tutuklandı.

Kuşkusuz ki, bu iki vakanın ardından sağlıklı bir tartışma zemini oluşturmak adına ifade özgürlüğü ve sınırları üzerine daha derinlemesine konuşmamız gerekiyor.


İfade özgürlüğünün ne olduğu, nerede başladığı ve nerede bittiği sorusu, kamusallık ortaya çıktığından beri hararetli biçimde tartışılıyor.

Günümüzde bireylerin özgürlük alanlarını denetleme, sınırlama ve bu sınırların aşılması halinde müdahalede bulunma tekeli yargı kurumunun elinde.

Dolayısıyla, ifade özgürlüğünün sınırlarından ve buna yönelik kısıtlamalardan bahsederken bireylerin içinde bulundukları topluluklardaki görev ve sorumluluklarından, bu toplulukların örf ve adetlerinden ve buradaki insan ilişkilerinden değil, doğrudan birey-devlet ilişkisi temelinde bir incelemede bulunmamız gerekiyor.

Yani devlet, yargı kurumu aracılığıyla bireyin kamusal alandaki fiillerini ve bunların etkilerini kısıtlama hakkı taşıdığından çeşitli toplulukların (aile, mahalle, cemaat, siyasi parti vb.) özel alanlar içerisindeki yazısız kural ve uygulamaları, yargı kurumunun (ve dolayısıyla devletin) etki alanının dışındadır.

Bundan ötürü, aktüel konular özelinde ifade özgürlüğünden, sınırlarından ve buna yönelik kısıtlamalardan söz ederken yalnızca birey-devlet ilişkisi bağlamında düşünmek daha sağlıklı olacaktır. 


Bu noktada önemli olan "kısıtlama" kavramının kapsamıdır. Örneğin dine hakaret meselesini ele alalım.

Dindarlığın yaygın olduğu ve dinin kamusal alanda büyük bir etkiye sahip olduğu bir toplumda dini faaliyetlere, dinsel ögelere veya dini açıdan kutsal sayılan kişilere hakaret edilmesi, geniş kitlelerden doğal olarak büyük tepki çekecektir.

Bu tür durumlarda yargı, hangi ifadelerin ifade özgürlüğü kapsamında olduğu ve hangilerinin olmadığı konusunda ciddi bir kesinlik taşımalıdır.

Dine hakaretin hangi dini veya dinleri içerdiği, kutsallığın tanımı ve kapsamı ve "kutsal" sıfatının nesnelliği ile maneviyat haricindeki meselelere uygulanıp uygulanamayacağı da tartışmalı bir konudur.  


Bu bağlamda, ülkede kanunları uygulamakla görevli olan yargı kurumu, kanunların aştığı sınırları "suç" olarak belirlemek sonucuyla kısıtladığı için öncelikle suç kavramı üzerine de kısaca kafa yormamız gerekiyor.

Öyle ki, bireylere, değerlere ve kavramlara yönelik küfür, alay, hakaret ve eleştiri içeren hiçbir ifadenin suç olarak değerlendirilmesi, yargılamada objektiflik ve tarafsızlık ilkesini büyük ölçüde zor sokacaktır.

Zira yargı kurumunun adil ve hakkaniyetli bir tutum sergileyebilmesi için suç kavramı da ifade özgürlüğünün sınırları kadar belirli ve belirgin bir nitelik taşımalıdır.


Bu doğrultuda, bir kişiye karşı somut tehdit içermeyen, kişilerin can ve mal sağlığını tehlikeye atmayan, iftira niteliği taşımayan ve bireyin bir vatandaş olarak sahip olduğu yasal yükümlülükleriyle çelişmeyen herhangi bir yazılı veya sözlü ifade, ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebileceğini söylemek, bir önceki cümleyle tutarlılık gösteriyor.

İşin içerisine bireylerin çeşitli ifadeler sonucunda psikolojik sorunlar yaşaması veya manen kötü hissetmeleri üzerine yapılan sınırlandırmalar, somut bir fiile yönelik olmadıkları için ifade özgürlüğünün sınırlarını muğlaklaştıracaktır.

Aynısı, kutsallara hakaret konusunda da geçerlidir. Seküler bir hukuk sisteminde (burada seküler derken Dr. Mehmet Ali Kılıçbay'ın tabiriyle "hayatı ruhani kürede yaşamak isteyenlerle, dünyevi kürede yaşamak isteyenler arasındaki alan paylaşımı"nı ifade ediyorum) herhangi bir dinin veya manevi bir unsurun toplumdaki yaygınlığı veya etkisi gözetilerek yargı kurumu tarafından ayrı muamele görmesinin meşruluğu tartışmalıdır. 

Peki, öyleyse ne olacak?

Toplumun büyük çoğunluğunun veya tamamının milli ve manevi değerlerine, dini hassasiyetlerine veya kişilerin aile bireylerine hakaret eden insanların davranışları hiçbir karşılık bulmayacak mı?

Bu noktada insan davranışının sınırlarını belirleyen tek faktörün devletin "ifade özgürlüğü" kapsamında çizdiği sınırlar ve bunların ihlal edilmesi halinde uygulanacak yaptırımlar olmadığını hatırlamamız gerekiyor.

Öyle ki, bir bireyin toplum içindeki yaşantısı, bir ülkenin vatandaşı olmasının beraberinde getirdiği resmi hak ve özgürlüklerinden ibaret değil.

Doğru, bireyin bir parçası olduğu toplumla arasındaki "makro" ilişkinin kurallarını büyük ölçüde devlet çiziyor.

Ancak birey, önceli olarak toplumsal bir varlık olmaktan ziyade, resmi olarak belirlenmiş bir toplumun fiili parçalarını meydana getiren çeşitli topluluklar içerisinde var olur.

Birey-toplum ilişkisine bu zaviyeden yaklaşırken, toplumu yekpare bir yapı olarak ele almak yerine, toplumu meydana getiren bireylerin tamamının sorumlu olduğu bir hukuk sisteminin yarattığı zorunluluklar çerçevesinde, farklı büyüklüklerdeki ve biçimlerdeki iç içe geçen topluluklar olarak ele almak ve bu toplulukların, suç teşkil etmeyen ama ahlaken tartışmaya açık konularda, içlerinde yer alan bireyleri bünyesinde bulundurma ve dışta tutma haklarını da saklı tutmak gerekir.

Devletin buradaki sorumluluğu, toplulukların bu tür konularda bireylerin (herhangi bir şiddet eylemi dâhil olmak üzere) vücut bütünlüğünün ihlali ve hürriyetinden mahrum bırakılması gibi temel hak ve özgürlükleri zedeleyen eylemlerine karşı denetleyici bir rol üstlenmesidir.


Öte yandan, realitede dünyanın neredeyse hiçbir yerinde toplumsal grupların birbiriyle eşit hak ve özgürlüklere sahip olmadığı ve hatta devletler ve ülkedeki nitelik ve nicelik açısından baskın grupların baskısına ve ayrımcılığına uğradıkları görülmektedir.

Bu nedenle, hem eşitlikçi bir perspektiften bakıldığında ahlaki olarak hem de toplumun genel refahını geliştirmek amacıyla toplumdaki dezavantajlı grupları korumak için belirli yasal önlemler alınması gerektiği söylenebilir.

Ancak hukuki bir düzlemde ve teorik bir zeminde bakıldığında nefret söylemi, yukarıda da belirttiğim üzere herhangi bir eyleme dökülmediği sürece ve bir tehdit ve hedef gösterme içermediği müddetçe basit bir öfke ve nefret ifadesinden ayrı değerlendirilemez.

Bu noktada "nefret suçu" ve "nefret söylemi" kavramlarının birbirinden ayrı olduğunu unutmamak büyük önem arz ediyor. 


Öte yandan, nefret içeren söylemlerin bireyler tarafından kamusal alanda kullanımı toplumda bir veya birden fazla gruba yönelik nefreti ve bunun sonucunda yaşanabilecek nefret temelli somut davranışları körükler mi?

Örneğin kadınların (toplumsal cinsiyetleri üzerinden yapılan) hem kamusal alanda hem de özel hayatlarında karşılaştıkları nefret söyleminin ayrımcılığa, şiddete, hatta cinayetlere yol açtığını toplumsal deneyimlerimizden biliyoruz.

Bu duruma ülkemizden verilebilecek en geniş çaplı örnekler arasında, dinsel ve etnik ayrımcılık konularını içeren 6-7 Eylül İstanbul pogromu bulunuyor.

O dönem basının, kamusal entelektüellerin ve devletin ideolojik aygıtlarının nefret içerikli propagandaları ve aynı zamanda ülkedeki eğitim sisteminin ve kamusal retoriğin milliyetçi, irredentist niteliği Türkiye'deki Müslüman ve Türk çoğunluğun gayrimüslim azınlıklara karşı rahatça provoke edilebilmesini sağlamıştı.


Ancak üçüncü paragrafta belirttiğim gibi, eğer yargı kurumu bu tür bir nedenselliğe yönelik bir yasal tedbir alacaksa bunun somut ve belirgin temeller üzerine oturtulması büyük önem taşıyor.

Diğer türlü, bu sınırların muğlak kalması halinde böylesine hassas konulara ilişkin hangi ifadelerin nefret söylemi olduğu muğlaklaşacaktır.

Bu durum, toplumdaki dezavantajlı grupları gayri resmi biçimde temsil eden çıkar gruplarının kamusal alanda mevzi kazanmak için bu gruplarda dezavantaj yaratan konulara ilişkin özgürlük sınırını toplum karşısındaki söylemleri aracılığıyla kendi başına çizmesine ve gitgide daha kısıtlayıcı bir tutum sergilemesine sebep olabilir.

Bu durum, insanların hangi söylemlerin özgürlük kapsamında olup hangilerinin olmadığı konusunda tereddüde düşmesine ve yargı kurumunun net bir sınır çizmediği takdirde tereddüde düştükleri konulardaki hassasiyetlerini bütünüyle yitirmelerine sebep olabilir.


Sonuç olarak, nefret söylemini kamusal alandan kaldırmanın yolu, ifade özgürlüğünün sınırlarını eğip bükmekten, yasalar çıkarıp veya resmi yasaklar uygulamaktan geçmiyor.

Bunun yerine toplumu meydana getiren topluluklara hukukun kesin hükümleri dışında kalan konulara serbestlik ve özerklik tanıyarak ve toplumun, devlet aygıtları aracılığıyla dezavantajlı gruplar, cinsiyet eşitliği, ırk ayrımcılığı, din ve vicdan özgürlüğü ve barış içinde bir arada yaşama gibi konularda bilinçlendirilerek daha uzun vadeli ve doğrudan soruna yönelik bir çözüm sürecine girilmesi büyük önem taşıyor. 

 

 

*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.

© The Independentturkish

DAHA FAZLA HABER OKU