Türkler 1453 tarihinde İstanbul'u fethettiğinde tüm İslam dünyasında son derece saygın bir konum elde etti.
Özellikle Arap dünyası için bu haber mutluluk vesilesi olduğu kadar bir burukluk da oluşturdu; çünkü her Arap hükümdarının en büyük hayali bir gün İstanbul'u fethetmekti.
Bu uğurda şehir defalarca kuşatılmış; ancak istenilen netice bir türlü elde edilememişti.
Türklerin bu büyük zaferi Arapların, Türk kültürüne ve beldesine olan merakını artırdı.
Dünyanın dört bir yanından Arap gezgini İstanbul'a gelerek Türkleri yakından tanımaya başladı.
Bu seyyahlardan birisi olan Şamlı Bedreddin el-Gazzî, Türklerin bu beldeyi yurt edinmesini ve şehrin ihtişamını şöyle dile getirecekti;
Adaletin eliyle ahlaki çöküşten kurtulan en büyük şehirdir İstanbul. Oysa geçmişin büyük kralları sürekli ona kur yapmış ve ona büyük başlık paraları teklif etmişlerdi. O ise kendini bu krallara karşı koruyabileceği en iyi şekilde korudu, ta ki uzun uzun izah edilmesi lazım gelen bir mesajla müjdelenen kişi, yani merhum şehid Mehmed Han karşısına çıkana dek. İşte o an inadı bıraktı ve boynunu eğdi.
(Ekrem Kamil - Gazzî-Mekkî Seyahatnâmesi,
Tarih Semineri Dergisi)
İstanbul'un fethi Arapların zihnindeki Türk imgesini daha ilgi çekici kılsa da bu ilgi çok daha eskilere dayanmaktaydı.
İbn Fadlan'ın gözünden Türkler
Uzun ismiyle Ahmed b. Fadlân b. el-Abbâs b. Râşid yani İbn Fadlân'ı birçok kişi ilk kez bir Hollywood yapımı olan "Thirteenth Warrior” (Onüçüncü Savaşçı) filmiyle duydu.
Oysa filmdeki kurgunun aksine Fadlân; Vikinglere değil, Türklere gönderilen bir elçiydi.
Abbâsi Halifesi Muktedir Billâh tarafından İdil Türklerinin (Bulgar Türkleri) hükümdarı Almış Hân'a gönderilen bir elçi olan Fadlan ilkel ve barbar bulduğu Türk aşiretleri hakkında oldukça sıra dışı bilgiler veriyordu.
Kimileri Fadlan'ın bu zorunlu yolculuğunu bir prenses ile yaşadığı yasak aşla açıklar.
İddialara göre; inatçı kişiliği ile bilinen Fadlan'ın aşkından vazgeçmeyeceği bilindiği için bir daha dönmesi pek de mümkün olmayan meşhur yolculuğuna gönderirlir.
Fadlan'ın bu yolculuğa pek gönüllü olmadığını ilk tecrübelerinden anlayabiliyoruz; ama eserine gösterilen yoğun ilgi bile iddiaların şayia olduğunu ispat etmeye muktedir.
Muhtemelen bu görevin Fadlan'a tevdi edilmesi politik saiklerle gerçekleşmiş olması seyyahımızın huzursuzluğunun kaynağı olarak gösterilebilir.
Dönemin şartları göz önüne alındığında Fadlan'ın misafiri olduğu İdil Türkleri hakkında anlatılan hikâyeler pek müspet değildir. Son derece vahşi, aile değerleri olmayan ve hiç de misafirperver olmayan kabileler olarak görülüyordu.
Oysa Fadlan; bahsedilen kişilerin Türkler değil, Ruslar olduğunu kısa sürede anlayacaktı. Bunun için Türkler ve Ruslar hakkında söylediklerine yakından bakmakta fayda var.
Öncelikle Türklerin ahlaki durumunu şöyle tespit eder;
Erkekler, kadınlar nehre iner hep beraber çıplak yıkanırlar. Birbirlerinden kaçmazlar. Bununla beraber asla zina etmezler. Aralarında zina eden birini, kim olursa olsun, dört kazık çakıp kollarından ve bacaklarından bu kazıklara bağlarlar. Balta ile onu baştan ayağa onu ikiye bölerler. Kadın için de aynı cezayı verirler. Bundan sonra zina eden kadın ve erkeği parçalarından her birini bir ağaca asarlar. Yüzerken kadınların erkeklerden gizlenmesi için çok uğraştım. Fakat başaramadım. Hırsızı da zina yapan kişi gibi öldürürler.
(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Aynı Fadlan, Ruslar içinse hiç hoş olmayan şu ifadeleri kullanır;
Ruslar Allah'ın en pis mahlûklarıdır. Büyük ve küçük tuvaletten sonra hatta cünüp olduktan sonra yıkanmazlar. Yemekten sonra ellerini yıkamazlar. Yollarını şaşırmış eşekler gibidirler.
…
Arkadaşlarının önünde cariyeleri ile çiftleşmekten çekinmezler.(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Fadlan'ın Türklere dair bir diğer önemli tespiti; Türklerde kimliğin en belirleyici faktörünün ırk değil; mensup oldukları boyun olmasıdır.
Örneğin bir Türk boyunun mensubu; misafirperverlik, civanmertlik ve ahlaki açıdan dünyada eşi benzeri bulunmaz tavırlar sergilerken aynı dili konuşan ve benzer kıyafeti giyen ama farklı bir Türk boyunun mensubunu Rusları bile barbarlıkta geride bırakması Fadlan'ı son derece şaşırtmıştır.
Bu yüzden bir Türk boyundan övgüyle bahsederken başka bir Türk boyundan yergi ile bahsedebilmektedir;
Başkurtlardan korktuğumuz için hepimiz tetikteydik. Çünkü onlar, Türklerin en belalısı, kötüsü ve acımasız olanlarıdır. Onlardan bir adam başkasına rastlarsa, onu öldürüp kellesini alır ve vücudunun kalan kısmını geride bırakırdı. Bunlar da diğer Türkler gibi sakallarını keserler ve bitlerini yerlerdi.
Bizim yanımızda sonradan Müslüman olmuş Başkurtlardan birisi vardı ve bizim için çalışıyordu. Bir ara gözüm ona ilişti, elbisesindeki biti yakaladı, eliyle ezdi ve sonra ağzına attı. Benim ona baktığımı görünce ‘iyi' dedi.(İbn Fadlan Seyahatnamesi)
Fadlan'ın seyahatnamesi uzun asırlar Arapların belleğinde Türk imgesinin bu şekilde olgunlaşmasını sağladı.
İbn Batuta'nın gözüyle Türkler
Ortaçağ'ın önemli seyyahı Marco Polo'nun en büyük rakibi denilebilecek İbn Batuta, 1304 senesinde Tanca şehrinde dünyaya geldi.
Ailesi, Berberî asıllı Levâte kabilesinden olan Batuta Kuzey Avrupa ve Afrika kıtasının güneyi hariç bilinen dünyanın tamamını dolaştı.
Batuta seyahatlerinin önemli bir kısmını Türk beldelerine yaparak Türk Beylikleri ve aşiretlerinin içerisinde hatırı sayılır bir zaman geçirdi.
Bu yolculuk sırasında defalarca evlendi, kadılık görevi yaptı, vebaya yakalandı; ama hiçbir yerde kalıcı olarak durmadı. Kendi ifadesiyle bir defa gittiği hiçbir yolu ikinci kez kullanmadı.
İbn Batuta'nın Türkler için bu denli önemli olmasının nedeni ise 14'üncü yüzyılda Anadolu'dan Asya bozkırlarına kadar birçok Türk Beyliği ve devleti hakkında tarih kitaplarında yer almayan bilgileri aktarmasıdır.
İlk defa İran çöllerinde tanıştığı Türklerin, Antalya'dan Özbekistan'a kadar uzanan coğrafyada; dilleri, aile yapısı ve hatta yemek yeme kültürlerine kadar birçok değerli bilginin Rıhle'nin muhtevasında mevcut olması bu eseri ve seyyahı Türk milleti için müstesna bir yere taşımaktadır.
Batuta'nın asıl Türk hayranlığı ise Antalya'ya adımını atmasıyla başladı. Anadolu'yu tanımlamaya başlarken "Bolluk ve bereket Şam diyarında, sevgi ve merhamet ise Rum'da (Anadolu)!" ifadelerini kullanan Batuta, ilk durağı olan Alanya'nın güzelliğini ise şöyle betimleyecekti:
Allah dünyanın güzelliklerini ayrı ayrı dağıtırken hepsini burada bir arada bağışlamış.
Kendisi de bir kadı olan Batuta, Türklerin dini anlayışlarına karşı da büyük bir hayranlık beslemişti. Türklerin itikadı anlayışlarını şöyle tasvir edecekti;
Halk, İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe Hazretleri'nin mezhebindendir. Hak Teâlâ ondan razı olsun. Hepsi Ehl-i Sünnet'tir. Aralarında ne Kaderî ne Râfıdî [=Râfizî] ne Mu'tezilî ne Hâricî ne de başka bir sapkın bulunmaktadır. Yüce Allah onları bu faziletleriyle diğer insanlardan üstün kılmıştır. Ama haşîş [esrar] yemekten çekinmiyorlar!
Elbette Türkler, Fadlan'ın anlattığı Türkler değildir artık. Batuta'nın görfüğü Türklerin hepsi Müslüman olmuş ve Allah'ın dinini Rum diyarında dalga dalga yayıyordu.
Yine de Türklerin tamamı İslamiyet'i henüz tam anlamıyla ilmi bir seviyeye getirememişti. Batuta karşılaştığı ironik bir vakayı şöyle nakleder;
Hoca yanımıza geldiğinde bize Farsça konuştu, biz de ona Arapça konuştuk ama hiçbir şey anlamadı bizden ve ahı yiğidine dönerek:
'Îşân Arabî kûhnâ mîkuvân! Ve men Arabî nev mîdânem' dedi.
Gelelim açıklamasına; 'Îşân', onlar demektir. 'Kûhnâ' eski demektir. 'Mîkuvân', diyorlar anlamına gelir. 'Men' ben demek, 'nev' yeni demek, 'mîdânem' ise biliyorum anlamına gelir.
Hoca bu sözle ayıbını örtmek istiyordu! Arapça bilmediği hâlde ötekiler onun bu dili bildiğini sanıyordu; şöyle demişti onlara:
'Onlar eski Arapçayı konuşuyorlar, bense ancak yeni Arapça bilirim!'
Ahı yiğit, meselenin hocanın anlattığı gibi olduğunu sandı. Bu iş bize yaradı. Ahı bize bol ikramda bulundu. Şöyle diyordu:
'Bunlara ikram etmek şart, çünkü eski Arap dilini konuşuyorlar. Bu dil Yüce Peygamberimizin ve ashabının dilidir!'
O sıralarda hocanın hiçbir sözünü anlamamıştık! Ama ben onun sözünü ezberlemiştim.
Fars dilini öğrenince meseleyi anlayacaktım. O gece zaviyede kaldık. Bize bir kılavuz gönderildi, Yenicâ'ya varmak için.
Oysa Türklerin tamamı için böyle bir genelleme yapılamaz. Nitekim ilim dünyasına damgasını vurmuş Harzemşah Devleti'ni kuranlar da Türklerdi.
Bu beldeyi ziyarete Endülüs'ten özel bir misafir gelmişti; el-Kaysî el-Gırnâtî el-Kayravânî.
el-Gırnâtî'nin gözüyle Türkler
Harzemşahlar'ın başkenti Gürgenç'i ziyaret eden Endülüslü önemli seyyahlardan el-Kaysî el-Gırnâtî el-Kayravânî Türkler hakkında önemli tespitlerde bulunur.
el-Gırnâtî evvela Türkleri kaba bulur;
Rumlar sarı olmalarıyla, zenciler siyahlıklarıyla, Türkler kabalıklarıyla, Çinliler çirkinlikleri, Ye'cüc Me'cüc kısalığıyla, Zenciler dengesizlikleriyle bilinir.
(Gırnati Seyahatnamesi)
Türklerin savaşçı özellikleri dikkate alındığında bu yorum anormal karşılanmayacaktır.
Nitekim el-Gırnâtî, Türklerin adalete ve hoşgörüye olan düşkünlüğünü Bizans Kralı ile arasında geçen şu diyalogla aktarır;
Bizans Hükümdarı sordu:
-Başkurt Hakanının topraklarıma gelip bizimle savaşma sebebi nedir?
-Başkurt Hakanının yanında Müslüman askerler bulunur. Hakan onları dinlerini yayma konusunda serbest bırakmıştır. İşte bu yüzden onlar senin ülkene ordularla gelip savaşıyor.
-Yanımda bana karşı savaşmayan Müslümanlar var ama! -Sen onlara Hıristiyan olmaları için baskı yapıyorsun.
-Müslümanları Hıristiyan olmaları için asla zorlamayacağım. Onlara mescit yapacağım ki benimle beraber harp etsinler.(Gırnati Seyahatnamesi)
el-Gırnâtî'nin Başkurt Hükümdarı ile arasında geçen bir başka diyalog ile Türklerin tabiatındaki iyiliği ispat etmektedir.
el-Gırnâtî'nin köleleri azat edin, içki içmeyin ve zina etmeyin tavsiyelerini duyan hükümdar seyyahımızı yanına çağırır ve aralarında şu diyalog geçer:
Bu makul bir durum değildir. Çünkü şarap vücudu dinamikleştirir. Kadınlar ise insanın basiretini ve vücudunu güçsüzleştirir. Demek ki İslam akıl dini değildir.
el-Gırnâtî de tercüman vasıtasıyla ona şöyle söyler:
Hükümdara de ki Müslümanların metodu Hıristiyanlarınki gibi değildir.
Hıristiyanlar şarap içer ancak sarhoşluk bilmezler, bu da onların gücünü arttırır. Ama içki içen Müslüman, sarhoş olur, aklı gider, mecnun gibi olur, zinaya yönelir, öldürülür, küfre bulaşır, bütün iyiliğini kaybeder, atını ve silahını başkasına verir, haz için parasını harcar.
Ona savaşmayı emrettiğinizde ne silahı olacak ne atı ne de parası. Çünkü içki onu mahvetmiştir. Beni anladığınızı düşünüyorum.
Onları isterseniz katledin, darp edin, kovun; isterseniz at ve silah verin yine de ifsada uğrayacaklardır. Ancak senin ordundan olup cinsel hayatı için evlenenler bunun dışındadır. Onlar çoğaldıkça senin de askerlerin artacaktır.
Bunun üzerine Kezâlî şöyle buyurur:
'Bu âlimi dinleyin. O gerçekten çok zeki bir kişi. İstediğinizle nikâh kıyın ve ona karşı gelmekten sakının.'
Sonrasında da el-Gırnâtî "Bu hükümdar rahiplerin dediklerine karşı çıktı ve cariyeleri bütün herkese helal saydı. O hükümdar Müslümanları severdi.(Gırnati Seyahatnamesi)
İbn Hurdazbih, Yakubî, bnu'l-Fakih, Rifaa Rafi' Et-Tahtavi, İbn Batuta, İbn Bibi ve el-Gırnâtî'ye varıncaya kadar uçsuz bucaksız dünyanın en güzel seyahatnamelerini Arap gezginler meydana getirdi.
Onların bu eşsiz yolculuklarında en çok merak ettikleri millet her daim Türkler oldu.
Gerek Türklerin İslamiyet öncesindeki dönemi ve gerekse sonrasındaki dönemde Araplar, Türkleri her daim yakından tanımak istedi.
Elbette bu karşılıklı bir meraktı ‘Türk gezginlerin gözüyle Arap Kültürü' dosyamızda
Türk seyyahların Arap beldelerindeki gözlemlerinin zenginliği ise bizlere bambaşka maceraların kapısını aralayacak ayrıntılar içeriyor.
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish