Tarihin kırılma noktalarından biri olan 11 Eylül saldırısının 20'nci yıldönümüne girmiş bulunmaktayız.
Bu tarihi kırılmayı; uluslararası güvenlikten küresel siyasete, hegemonik bağlamdan jeopolitik alana oradan da jeostratejik eksenden teopolitik perspektife kadar birçok parametre ışığında analiz etmek dün yapıldığı gibi bugün de pekâlâ mümkün.
Çünkü tarihin kırılma noktalarının çoklu organ sistemi gibi birçok alana sirayet eden etkilerinin olduğu yabana atılmamalıdır.
Bu etkilerin başında; milyonlarca mazlumun ölümü, devletlerin işgali, altyapı ve üst yapı kaynaklarının sömürüsü, eko-sistemin tahribi, yoksulluğun derinleşmesi, dini ve etnik kimliklere baskıların artması, kavimler göçünü andıran mültecilik yarası, inanç ve metafizik dünyasının yapıbozuma uğraması gibi etkileri ilk sıralara yerleştirmek pekâlâ mümkün.
fazla oku
Bu bölüm, konuyla ilgili referans noktalarını içerir. (Related Nodes field)
11 Eylül saldırısının ardından gelen Afganistan ve Irak işgali, asimetrik direniş olgusu, devlet dışı örgüt ve yapıların gün yüzüne çıkması gibi İslam ve Arap dünyasını yeni bir direnişe yol açtığını söylemek kadar İslam dünyasında krizleri tetiklediğini de ifade etmekten kaçınmamak gerekir.
Hem direniş hem de kriz eksenindeki bu iki olguya, Arap İntifadası ile başlayan süreci dahletmek, ne hayalci ne de komplocu izahatlar olarak görülmemeli.
11 Eylül saldırısını yukarıda zikrettiğimiz parametrelerden olan dünya düzeni perspektifinden okunmasını yazar Ümit Aktaş'la, felsefi perspektiften okunmasını Mardin Artuklu Üniversitesi Felsefe Bölümü'nden Doç. Dr. Yunus Cengiz'le, uluslararası hukuk perspektifinden Batman Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Dr. Öğretim Üyesi Sadullah Özel'le, medyanın rolü bağlamında araştırmacı Çağatay Cebe'yle, dünya sistemi perspektifinden okumaya tabi tutmak için yazar Ercan Yıldırım'la, edebiyat ya da sanat ekseninde okumak için Temmuz Dergisi Editörü Murat Koç'la ve son olarak hegemonik perspektiften okuması için Batman Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü'nden Dr. Öğretim Üyesi Murat Cihangir ile bu parametreler ekseninde konuşmaya çalıştık.
"11 Eylül sonrası işgallere gerekçe olarak sunulan değerlerin, yavanlığı ortaya çıktı"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini felsefi perspektiften nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Doç. Dr. Yunus Cengiz: 11 Eylül öncesi dünya, simüle edilmiş gerçekliğin dünyasıdır. Başka bir ifadeyle bu dünyada gerçekliğin kendisi önemli olmasa da evrensel algılara açık hale getirilen bir gerçeklik vardır.
Bunun en açık örneğini körfez savaşında görmek mümkündür. Baudrillard'ın haklı olarak söylediği gibi, bu savaşta gerçek ve etkili olan, fiziksel savaşın kendisi değil onun servis edilen boyutudur.
Bu dönemde, güçlü hale gelen medya bir taraftan bu olayı tüm dünyaya servis ederek evrensel bir boyuta taşırken ve simüle ederken, diğer taraftan medyanın tekel olma hali ise bu olayın sadece belirli tarzdaki bir gerçeklik olarak algılanmasına zemin hazırlamıştır.
11 Eylül için tam olarak söylemesek de hemen sonrasındaki olayların gerçeklikle ilişkisi Baudrillard'ın söylediğinden daha da öteye uzanmıştır.
Şöyle ki medya ve diğer iletişim kanallarının bulunduğu düzey ve tekelden dolayı körfez savaşındaki gerçeklik simüle edilen tek bir gerçekliktir.
Ancak iletişim kanallarının sınırlarının ve niceliğinin tahmin edilemez boyutlara erişmesi ve daha birçok farklı gelişme gerçeklikle olan ilişkiyi tamamen koparmış ve onu büsbütün bir hiç haline getirmiştir.
Gerçeklikle ilişkisi bakımından Arap Baharı ve sonrasında gelişen olayların Körfez savaşından farklı olması da bunu gösterir. Dikkat edilirse Arap Baharı ve onun günümüze kadar gelen süreci; taraflar ve ittifaklardan değil, olaylardan meydana gelmektedir.
Bu sebeple bir aktörün bir olayda birisiyle müttefik olması diğer bir olayda ise onun karşısında olması alışıldık olarak görünür.
11 Eylül sonrasının özellikle de günümüze yakın olan dönemin gerçeklikle bağının kopmasının en açık göstergesi değerlerle olan ilişkide kendisini gösterir.
11 Eylül öncesinde ve hemen sonrasına kadar siyasi ve ekonomik ilişkilerin kurumsal işbirliklerini gerektirmesi ya da yanıtı bir hayli güç olan başka sebeplerden dolayı hem siyasal hem de toplumsal satıhta ilişkiler meşruiyet zeminini evrensel değerler zemininde bulurdu.
İnsan hakları, evrensel değerler, hukuk ve demokrasi gibi kavramların sıkça dile getirilmesi ve siyasi eylemlerin meşruiyet ölçütü olarak gösterilmesi değerlerin ve buna bağlı olarak gerçekliğin bu dönemdeki evrensel karakterini gösterir.
Elbette ki evrensel görülen bu değerler siyasi ilişkilerin sahici gerekçesi olmamıştır. Yine de simüle edilmiş halleriyle bile olsa siyasi ve toplumsal eylemlerin bir sığınağı olarak onların kullanılmasına sürekli ihtiyaç duyulmuştur.
Gerek Irak'ın işgalinde olsun, gerekse Afganistan'a yapılan harekâtta olsun, ikna edici olmaktan uzak bile olsa evrensel olarak kabul gören değerlere sığınılması gerçekliğin ve değerlerin evrensel halinin bu dönemdeki etkisini gösterir.
11 Eylül'ün sonrasının günümüze yakın kısmında aynı değerlerin aynı etkide olduğunu söyleyemeyiz. Yapılan birçok siyasi harekâtın evrensel bir değerle meşrulaştırılmasına bile ihtiyaç duyulmaması ve birçok olayın oldu-bittiye getirilmesi bu dönemdeki gerçeklik ve siyasi değerlerle olan ilişkinin halini açık bir şekilde göstermektedir.
11 Eylül sonrasında yapılan harekâtlara gerekçe olarak sunulan değerlerin yavanlığı; sıkça dile getirilen ve kutsal bir paye verilen evrensel değerlerin simülatif boyutlarını ortaya çıkarmıştır.
Bu anlamda 11 Eylül evrensel değerlerin çözülüşünün bir habercisi olarak durmaktadır. Muhtemelen, önümüzdeki süreçte eskiye oranla daha az bir şekilde evrensel değerler ve insan hakları gibi kavramlar kullanılacaktır.
Bunun sebebi bu değerlerin sadece çözülmeye uğramasından dolayı değil, insanlığın mevcut sorunlarının çözülmesine bu halleriyle katkı sunmaktan uzak olmalarıdır.
Bunun birçok sebebi vardır. Ancak en büyük sorun siyaset temelinde etik değerler inşa etmeye çalışmaktır. Buda bu yazının sayfa sınırlarını aşacak boyutta yazmayı gerektiren bir durum olduğu için, bununla iktifa etmekle yetiniyorum.
"11 Eylül statükosu, yeni bir dünya sistemi doktrinini şekillendiremedi"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini dünya sistemi perspektifinden nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Ercan Yıldırım: 11 Eylül Statükosu ABD'nin Soğuk Savaşı kazanıp tek kutuplu dünyayı inşa ettiği, liberalizmin Tarihin Sonu'nu getirdiği, artık Medeniyetler Çatışması'na geçildiği bir "aralık"ta kuruldu.
11 Eylül yalnızca stratejik bakış açısından ibaret olmadığı gibi siyasi manada Afganistan ve Ortadoğu'ya ABD müdahalesini içermez, aynı zamanda zamanın ruhunun değiştiği, yeni bir dünyanın kendini dayattığı geçiş dönemini de ifade eder.
Soğuk Savaş sorası 11 Eylül statükosu, yeni bir dünya sistemi doktrini şekillendiremedi, bütünüyle kendini ilga da edemedi, ciddi iktisadi, siyasi, kültürel sonuçlara neden oldu.
- 11 Eylül statükosu öncelikli düşman olarak İslam'ı, Müslümanları, bilkuvve İslam'ın Batı karşıtlığını belirledi. İcad edilen İslami örgütlerle meşruiyet oluşturulmaya çalışıldı; neoliberalizmin krizi İslam düşmanlığı ile bir nebze olsun örtülebildi.
- Liberal demokrasi Tarihin Sonu'nu ilan etse de çok kısa sürede "çıkmaza" girdi; İngiltere-Almanya-Fransa "entegrasyonun bitişi"ni ilan etmekle liberal demokrasinin kökünü kuruttuklarının da farkındaydılar.
- AB projesinin ihtişamı söndü, Brexit ve öteki çıkış arayışları başlayınca birlik dağılma yoluna girdi.
- Neoliberalizm-postmodernizm-küreselleşme dalgası 11 Eylül statükosundan kısa süre sonra kesilmeye başladı. Neoliberal siyasallık ve postmodern felsefe, çoğulcu benlik anlatıları, 2008 ekonomik krizinden sonra yerini popülizme-monizme-güçlü devlet ve güçlü yönetim arayışına bıraktı.
- İktisadi bakımdan neoliberalizm 2008 kriziyle ağır yara aldı; kredilendirmeyle tüketim anlayışı iflas etti. Şirketleri kurtarmanın maliyetini halklara yükleyen ulus devletler kendi insanıyla karşı karşıya gelince mülteci-yabancı-İslam düşmanlıklarına yöneldi.
- Ulus-devletlerin neoliberal siyasallıkla yani çokkültürlülük, çoğulculuk, çok hukuklulukla gevşek yapılara dönüşmesi 11 Eylül statükosundan 10 yıl sonra iflas etti. Arap Baharı yalnız Ortadoğu-Kuzey Afrika'yı değil etnik-mezhebi fay hatları bulunan İspanya-İtalya-Almanya gibi pek çok ülkeyi de etkiledi.
- İslam düşmanlığı Soğuk Savaş mantığındaki ikili yapıyı kuramadı ama Çin'in ekonomik, Rusya'nın askeri yayılması ABD ve kapitalist merkezin beklediği "öteki"leri belirledi. Duvarlar yeniden yükseldi, çok kutuplu çatışma sahaları doğdu.
- Siyasi-ekonomik krizlere yenileri eklendi. Dijital Tekno-Kültür çağına girince "anlam krizi" yoğunlaştı, yeni insan tekno-hüman devreye girdi, dışsal gözetim-kontrol yerine "performatif özbenlik denetimi" günümüz insanını teslim aldı.
- Soğuk Savaş'ın sonlarında dillendirilen küresel ısınma çevre-iklim sorunlarını siyasallaştırdığı gibi insanların ontolojik korkularını şiddete yönlendirerek doğal hukukun meşruiyetini artırdı. Salgın-felaketler doğal seleksiyona bağlı güçlünün hayatta kalması felsefesini yeniledi. Şimdi insanlar eskisinden daha çok "hayatta kalmak için her şeyi yapabileceklerini" izhar ediyor.
- Evrensel Batı aklı, Avrupamerkezci bakış, demokratik idealler, insan hakları söylemleri 11 Eylül statükosuyla beraber çöktü. Elde evrensellik adına bir tek salgın ve dijital yurttaşlık, salgın ve afetler ekseninde doğaya karşı kolektif tutum bilinci kaldı!
11 Eylül statükosundan oluşan dünya sistemi ölememiş, yeni bir doktrin de doğamamıştı. Güçlü ulus devlet yapıları, dijital tekno-kültür, neoliberalizmin yeniden örgütlenmesi dijital-hümon'ın anlam krizini derinleştirirken iyi kötü yeni bir düzenin doğmasına da el veriyor.
"İslam dünyası potansiyelini daha olumlu ve sabırlı tevazuun emeğine yöneltmeli"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini dünya düzeni perspektifinden nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Ümit Aktaş: 11 Eylül 2001'de gerçekleşen ve televizyonlarda naklen izlediğimiz o inanılmaz olayı izlerken, bir rüyada değil, bir gelecekte yaşadığımızın farkında değildik.
Gözlerimizi ovuştururken yeni bir yüzyılın başladığını henüz düşünememekteydik. Adeta bir film sahnesinde yaşar gibi yaşayacağımız bir yüzyıl.
Bu olayın aşırı-gerçekliği karşısında, "bu olay gerçekten yaşandı mı?" diye kendi kendimize defalarca sorduğumuz sorunun ise sıradan akla uygun bir karşılığı yok.
Baudrillard'a göre bir "aşırı-gerçeklik"ten ya da bir "hakikat olayı"nın gerçekliği bastırarak onun yerine işlevselleştiği bir durumdan bahsetmekteyiz.
Dolayısı ile aynı soruyu Irak Savaşı için de soracağız. Veya tarihte ikincisini yaşadığımız Afganistan'daki Taliban iktidarı için de. New York'taki İkiz Kuleleri gerçekte kim yıkmıştı?
ABD Irak'a niçin girmişti? Suriye'deki savaş niçin başlamıştı? Bu soruların bir tek cevabı olmadığı gibi, "gerçek" bir cevapları da yok.
11 Eylül olayı gerçekleştiği sırada açıkça belli etmeden yaşanan coşku ve dehşet karışımı atmosferde bir paradoks vardır. İmkânsız bir olayın gerçekleştiği bir durumda insan böyle bir duyguya kapılabilmektedir. Çünkü genelde şeylerin gerçekleştirilmeden önce zihinsel açıdan kabul edilmesi gerekmektedir. Mantıksal ve kronolojik düzen bunu zorunlu kılmaktadır.
Irak Savaşı böyle bir olaydır. Savaş öncesi o kadar uzun ve ayrıntılı bir şekilde programlanmıştır ki, daha başlamadan tüm olasılık hesapları tüketilmiştir. Herkesin, her an olabileceğine inandığı bir savaşın olmasına gerek yoktu.
Çünkü bir olay olma özelliğini yitirmişti. Irak olayında 11 Eylül'deki radikal olayın yol açtığı ve Kant'ın sözünü ettiği anlamda hayranlık uyandıran o coşku ve ürkütücülükten eser yoktur. Savaş adlı bu olmayan-olay, insanda bir kandırılmışlık duygusu ve mide bulantısından başka bir şeye yol açmamaktadır. 1
Irak Savaşı'nın uzun bir zamana yayılan ve hâlâ devam eden etkilerine, Guantanamo'da ve Ebu Gureyb'de yapılanların dehşetine, IŞİD'e… tanık olacak kadar çok yaşamadı Baudrillard.
11 Eylül'ün anlık şokunun, Sovyetler sonrası dünyasına ve yeni bir çağa hazırlık girişimlerinin etkileri de hâlâ sürmekte.
Kuşkusuz bir hayal dünyasında yaşamıyoruz ve aslında bazı olaylar da faillerinin elinden çalınarak, olaylar karşısında onlardan daha hazırlıklı olan devlet içi örgütler tarafından kendi mizansenlerine uygunlaştırılmakta ve buradan itibaren tarihe yamanmakta. Ama zihnimizde oluşan tarihsel akışa bu yama daha sahici gelmekte.
Bir "düşman" olarak Sovyetlerin yerine ikame edilmeye çalışılan İslam dünyasının birçok yerinde ABD saldırganlığı karşısında filizlenen direnişler de, direnişçilerin ellerinden alınarak başka senaryoların mizanseni haline getirilmekte.
Arap Baharı'nın Buazizi'nin ya da İhvan'ın elinden çalınması ya da Afganistan'daki direnişin, direnişçilerin ellerinden çalınması gibi.
Öyle ki daha bir ya da iki kuşak öncesinde Abdulgaffar Han ve yoldaşları tarafından İngilizlere karşı Gandi'nin yanında silahsız olarak bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi veren Peştunların savaşımı da, bir kuşak sonra o özgürlük mekteplerinde yetişen nesillerin çocukları tarafından bir eli bilgisayarında diğeri ise kalaşnikof'undaki Afganistan Merkez Bankası Başkanı fotoğrafına evrilebilmektedir.
Bu fotoğrafların hangisi daha sahici diyecek olursanız, bunun için de özgürlük mücadeleleri ellerinden çalınan Gandi ve Abdulgaffar Han ittifakı yerine, 20. yüzyılın bu uzun soluklu ve en önemli sömürgecilik karşıtı mücadelesinin, ayakları altına kırmızı halı serilerek hediye edildiği Cinnah ve Nehru'nun fotoğraflarına bakmanız gerekmekte.
Tıpkı İslam dünyasındaki direniş hareketlerinin de bir biçimde direnişçilerin ellerinden çalınarak El Kaide, IŞİD, Boko Haram gibi örgütlere teslim edilişindeki o hiper ya da sanal ama her haliyle kötü gerçeklik gibi.
Oysa İslam dünyasının olumsuzluklara karşı direniş ve hatta bunun da ötesinde tarihsel olumluluklarının çizgilerini ihya etmek gibi bir sorumluluğu bulunmakta.
Zira bu kötü gerçeklik içerisinde kaybolmaktan kurtuluş için, öncelikle varolan potansiyelini daha olumlu ve sabırlı bir tevazuun emeğine yöneltmeye, bu tevazudan üretilecek olan bilgeliklere ihtiyacı bulunmakta.
Silahların ve şiddetin gölgesinde, buna dayalı fotoğrafların yansıttığı direniş albenisinin aldatıcılığına uğramaktansa, insanlığa sunacağı o mütevazı bilgeliğini, nübüvvetin diriltici yönlerini anlamaya ve insanlığa aktarmaya çalışmalıdır.
Son nübüvvetin mensupları olmak açısından bu kaçınılmaz bir sorumluluktur. Yoksa felaketsi bir gidişatın dümen suyunda ve bu mihrakların ürettikleri silahları tüketerek son tahlilde bu mihraklara araçsallaşmak, dünyaya mizahi ve kendisiyle çelişkili fotoğraflar vermekten ve bu stratejilere yama üretmekten başka bir işe yaramayacaktır.
"Batılı medya 11 Eylül sonrasında, şarkiyatçı söylemler ve dezenformatif haberler servis etti"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini medyanın rolü perspektifinden nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Çağatay Cebe: Soğuk Savaş sürecinde medyanın Amerika tarafından yoğun bir propaganda ve psikolojik harp aracı olarak kullanılması, dünya kamuoyu ve toplumların Sovyetler Birliği'ne yönelik bakış açılarını belirlemede büyük bir rol oynadı.
"Demokrasi" ve "insan hakları" kavramlarının bir silah olarak kullanıldığı bu uzun yılların ardından Amerika, 90lı yıllara muzaffer yegâne güç olarak girmenin rahatlığı içerisindeydi.
Dünyanın dört bir yanındaki insanlar çoktan Washington'ı karşı konulamaz olarak görüyorlardı. Bunu da Amerika, medya araçlarını önemli oranda Latin ülkelerden, Asya'ya ve Doğu Anadolu'nun Sovyet sınırlarına kadar etkin şekilde kullanmasına borçluydu.
Amerika'nın kendisini güvende hissettiği bu kısa dönem, Orta Doğu'daki İslam temelli dogmatik-gelenekçi silahlı örgütlerin başını çeken el Kaide'nin Washington'ı hedef seçmesiyle sona erdi.
Savaş sınırda ve soğuk değil, bizzat Amerika'nın kalbinde, son derece sıcaktı; New York'ta. 11 Eylül saldırı ile birlikte medyanın, başta Ortadoğu olmak üzere el Kaide'nin varlık gösterdiği veyahut destek alabileceği tüm coğrafyalardaki haber süreci de buna paralel olarak değişti.
Amerika bu asimetrik savaşı, bir noktada medyayı kullanıp dönüştürerek, hedef toplulukların zihinlerini etkilemek için başka coğrafyalara taşıdı.
Soğuk Savaş ve sonrasında silahlı milisleri belirtmek için kullanılan "gerilla" veyahut "savaşçı" kavramları, "Küresel Teröre Karşı Savaş" doktriniyle yerini "terörist"e bıraktı.
Edward Said'in Şarkiyatçılığı yazmasına sebep olan yazınsal metinlerin oluşturduğu basmakalıp Batılı düşünce sistemi, herkese oldukça rahat ulaşan medyayla tüm dünyaya kanıksatılmaya başlandı.
Amerika kendi idealini Ortadoğu merkezli olarak dünyanın geri kalanında uygulamaya çalışıyor. Bu planı da "terör", "demokrasi" ve "insan hakları" kavramlarını tekrar ve tekrar kullanarak pratikte etkin olmasını amaçlıyor.
Medya organları yaptıkları çalışmalarla küresel normların oluşması noktasında hakikatin Batılı değerler olduğu düşüncesini oluşturmayı hedefliyor.
İşte medyanın bu küresel şekillenmedeki rolü, Batı dışındaki bölgesel sorunların kökeninde yer alan sosyo-ekonomik nedenlerin çözümü değil, bu bölgelerde Batı'nın bulunma gerekliliği, yerel geleneklerin bastırılıp kendi değerlerin sistematikleştirilmesi ve burada Batı karşıtı oluşumların, sonucu ne olursa olsun bertaraf edilmesi etrafındaki görüşü hâkim kılma sürecinin tüm dünyaya yayılması oluyor.
Batılı medya organları bu süreçte Şarkiyatçı söylemler ve dezenformatif haberleri düzenli olarak servis ederek, Doğu insanını Doğuya yabancılaştırmaya, dünya kamuoyunda entelektüel önyargılar inşa etmeye, bölgesel zihin inşasını kendi perspektifi dâhilinde oluşturmayı amaç edindi.
Batılı devletler, yüksek bütçeli ve yeri geldiğinde akademiye dayandırdığı medya organlarını, içeriğini gösterişli ve zengin gösterdiği metinlerle, hedef belirlediği konu üzerindeki detaylı çalışmalarıyla insan zihinlerini yeniden şekillendirmeye ve şartları kendisine uygun hale getirmeye çalışıyor.
Karşı tarafı kendi varlığı özelinde düşünmesine fırsat vermiyor, onun varlığını dikkate almayıp, yumuşak güç kullanarak kendisini hegemon hale getiriyor.
Buna Rusya da dâhil olmak üzere bilhassa Batılı devletler, 11 Eylül'ü terörle mücadeleden ziyade, medyayı kullanarak küresel bir hâkimiyetin uygulandığı stratejik politikanın kitlelere en hızlı ulaşan ve onların akıl dünyasını değiştiren bir araç olarak görüyor.
Bu sebeple medya, stratejik iletişim aracı olarak devletlerin dünya kamuoyunda kendi politikalarını olağan işleyişler bütünü olarak kabul ettirmeye çalıştığı en güçlü kaynak olarak önemini koruyor.
"11 Eylül saldırısıyla BM, ABD'ye meşru müdafaa hakkını verdi ama güç kullanma yetkisini vermedi"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini uluslararası hukuk perspektifinden nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Sadullah Özel: 11 Eylül 2001; insani açıdan trajik bir gün olmasının ötesinde uygarlık tarihi açısından da bir milat olmuştur. Uygarlığı şekillendiren bu gibi kırılma noktalarında, hukuk düzenleri de köklü değişim ve dönüşümler geçirirler.
Hukuk, yaptırıma bağlanmış kurallarının yanı sıra, içeriğinde değer yargısı da taşır. Uluslararası hukuk, yaptırımlarının biçimi ve değer yargıları açısından diğer hukuk dallarından farklılaşmaktadır.
Hukuk ve siyaset bilimi arasındaki boyut farkı kadar, uluslararası ilişkiler ile uluslararası hukuk arasında da düzey farkı vardır.
Egemen devletlerin politik ve ekonomik alanda anarşi olarak ifade edilen ilişki düzeyi, uluslararası hukukun temellendirilmesi sorununu gündeme getirmektedir. Uluslararası hukuk, bu sorunun üstesinden evrensel değerler etrafında "uluslarüstü bir bağlam ve kurumsal yapı" oluşturma hedefiyle baş etmeye çalışmaktadır.
20'nci yüzyılda bu yönde önemli bir başarı kazandığı tespiti de yapılabilir. Özellikle insan hakları konusunda uluslarüstü mekanizmaların görece etkinliği, konu "ulusal güvenlik" olduğunda sınırlı bir etki doğurmaktadır.
Devletlerin "anarşi" düzeyinde olduğu belirtilen etkileşimi günümüzde ne kadar ilerleme kaydetse de devletlerin halen uluslarüstü bir otoriter yapının organları ve sujeleri olmadıkları aşikârdır.
Ulusal kamu yönetimindeki hiyerarşi, hukuk düzeni tarafından tanınır ve tanımlanır. Ancak uluslarüstü bir kamusal otoritenin yokluğu, uluslararası hukukun yaptırım seviyesini sınırlamaktadır.
11 Eylül saldırılarının en tesirli terör eylemleri olarak uluslararası kamuoyunda oluşturduğu algı uluslararası hukukun uygulayıcı organlarına da yansımıştır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin 12 Eylül 2011'de 1368 sayılı ve 28 Eylül 2001'de de 1373 sayılı kararları saldırılar karşısında ABD'nin meşru müdafaa hakkını tespit etmekle birlikte "güç kullanma" konusunda bir yetki vermemiştir.
Bu tutumun 7 Ekim 2001'deki ABD ve İngiltere tarafından başlatılan Afganistan müdahalesine meşruluk kazandırmasa bile örtülü bir onay anlamına geldiği söylenebilir.
Ancak bu harekâtın 20 yıl süren bir işgale dönüşmesi, uluslararası hukuka aykırılığı mutlak bir vakıadır. Kaldı ki uluslararası hukukun Körfez müdahalesi ile birlikte bu işgali de meşru çerçevede engellemedeki yetersizliği, kendi maddi etkinliğini tartışmalı hale getirmiştir.
20 yıllık Afganistan işgaliyle geçen süreç, teknolojik alanda devrim niteliğinde gelişmelerin yaşandığı bir dönemdir. Dijitalleşme ve yapay zekâda yaşanan ilerlemeler, güvenlik konusunda da ulus devletlerin dönüşümünü hızlandırmıştır.
Binlerce kilometre ötede yaşanan Afganistan savaşı ve bunun etkileri ABD toplumunun 11 Eylül algısını savaş karşıtlığı yönünde etkilemiştir.
Uluslararası toplum açısından da özellikle ABD müdahaleciliği daha fazla kınanır hale gelmiştir. NATO'nun tehdit algısının dünya barışı ve refahına yönelik olduğuna dair inanç sarsılmıştır.
Uluslararası hukuka uygunluğu tartışmalı olan bir müdahalenin 20 yıllık bir işgale dönüşmesinin Afganistan halkında daha sert yansımaları olmuştur.
Afganistan'daki işgale karşı direniş, uluslararası hukuk çevrelerince meşru müdafaa, önleyici müdahale, önleyici savaş ve terörizm gibi kavramların daha çok sorgulanmasını sağlamıştır.
21'inci yüzyılın ilk çeyreğinde insan hakları, insancıl hukuk, mülteci hukuku ve savaş hukuku yeni bir konsepte bürünmüştür. Devletlerarası egemenlik ve öncelik mücadelesi sürüyor.
Dijitalleşmeyi de yanına alan küreselleşmenin ekseni "tek dünya devletine" çevrilmişken; farklı din, dil, ırk, düşünce ve toplumsal cinsiyetler ulus devlet modeli kurgusu içinde varoluş mücadelelerini devam ettiriyor.
"Bu çoğul mücadelelerin sonucunda, Kant'ın idealize ettiği 'ebedi barış' modelinde bir uluslararası toplum oluşacak mıdır?" sorusu akla gelmektedir.
Henüz ufukta böyle bir toplumsal yapı ve organ mevcut değildir. Dünya'nın küresel gücü olan ABD'nin Taliban karşısında çekilmeyle neticelenen askeri başarısızlığı, mevcut küresel matriksin de sürdürülemez olduğunu göstermektedir.
İnsanlığın "sürdürülebilir bir kamusal platformda" ve "uluslarüstü bir hukuk devleti formunda" birleşmesine dair ideal ise devam etmektedir.
"11 Eylül sonrası, hegemonya inşasındaki araçsal değişim, hegemonik krizi de simgelemiştir"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini hegemonik perspektifinden nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Murat Cihangir: Dünya düzeni tartışmaları Uluslararası İlişkiler disiplini içinde öne çıkan ve güncelliğini yitirmeyen konulardandır. Dünya düzenin nasıl bir form arz ettiği ve bu sistemde hangi siyasi aktörün hegemon olduğu sorunsalı, güncel süreçle karşılaştırıldığında göreli bir netlik yansıtmaktaydı.
21'inci yüzyılda bu durum, grift bir yapıya bürünmüştür. Bir önceki yüz yılın özellikle ikinci yarısına, damgasını vurmuş olan hegemon güç, ABD olmuştur.
Her ne kadar nükleer güç ve ideolojik bağlamlarda Sovyetler Birliği muadil bir aktör olarak algılanmış olsa da; hegemonya kavramı ve "yumuşak güç" bağlamlarında ABD'nin küresel hegemonyası tartışılmazdı.
Sosyalist Blokun çöküşü bu üstünlüğü daha da öne çıkarmıştı. F. Fukuyama'nın "Tarihin Sonu" tezi gibi liberal yaklaşımlar bu yeni denklemi erken kuramsallaştırmaya çalışırken, aynı zamanda "Hegemonik" bir çağı müjdelemekteydi.
Bu noktada ortaya çıkan pek çok yaklaşım ve tartışmanın göz ardı ettiği birtakım tarihsel ve politik realiteler bulunmaktaydı. Bunlardan en öne çıkanı, hegemonik gücün uzun bir sürecin ve dinamik güç ilişkilerinin ürünü olduğudur.
ABD, kompleks diyalektik güç ilişkilerinin bir türevi olarak tarihsel sahnede konumlanmıştı. Bunun ekonomik, politik, sosyolojik, kültürel, teknolojik ve enformatik boyutları bulunmaktadır.
İkinci husus ise gücün dinamik doğası ve sürekli değişen bileşenleriyle ilintilidir. Konvansiyonel güç algısı ve okuması yeni ve dinamik parametrelerin analizini zorlaştırmaktadır.
ABD ve Çin karşılaştırmalarında yapılan ekonomik vurgu ve gizil merkantilist ölçütler, küresel düzenin ve hegemonik eğilimlerin analizini bulanıklaştırmaktadır.
11 Eylül terörist saldırıları da bu bağlamlarda, reaktif, konvansiyonel ve duygusal okumaları tetiklemiştir. 11 Eylül saldırıları ABD Hegemonyasını hedef almış görünse de paradoksal olarak ABD Hegemonyasının yeniden inşasını teşvik etmiştir.
Bu inşa çabası 11 Eylül öncesi daha çok "yumuşak güç" unsurlarına dayalı bir görünüm sergilemişken, yeni dönemde "sert güç" daha fazla hissedilmiştir.
Hegemonik inşa süreçlerinde yaşanan bu araçsal tercih değişimi, hegemonik bir krizi de simgelemiştir. Bu durum hem ABD'nin yapısal değişim ve dönüşümüyle hem de küresel sistemik krizle ilişkilidir.
Güncel süreçte bu kriz gittikçe daha da derinleşmektedir. Çin gibi yeni hegemonik aktörlerin yeni parametre olarak belirmesi bu durumu konsolide etmektedir. 11 Eylül sonrasında "dünya düzeni" ve "hegemonya" tartışmaları "iki kutuplu", "çok kutuplu" ve "anarşi" kavramları üzerinden anlaşılmaya ve inşa edilmeye çalışılmaktadır.
Aktörler düzlemindeyse ABD ve Çin üstünden dünya düzeni projeksiyonları yapılmaktadır. Bu projeksiyonlar konvansiyonel paradigma ve araçlarla yapılmaya çalışılmaktadır.
Kovid-19 küresel salgını ve devam eden etkileri öncesinde yaşanan Arap Baharı gibi beklenmedik doğal ve sosyal olaylar tarihsel ve küresel düzeni etkileyecektir. Bu nedenlerle, yeni paradigmatik yaklaşımlar ve araçlar olmadan bu hızlı ve karmaşık değişimleri anlamak çok zor görünmektedir.
Özetle, tarihin ana akışından bahsedilebilir. Bir de bu ana akışları beklenmedik bir şekilde pozitif veya negatif etkileyebilecek geçici yan akışların altı çizilebilir.
Sovyetler Birliği'nin çöküşü, 11 Eylül saldırıları ve Arap Baharı bu yan akışlardan bir kısmını temsil etmektedir. Kovid-19 salgının patlak vermesiyse, tarihin ana akışını bile değiştirebilecek potansiyeller taşıyan öngörülemeyen gelişmeler veya felaketlerle karşılaşılabileceğini göstermiştir.
Konvansiyonel tahayyüller ve araçlarla ise bu yeni gelişmeleri anlamak ve krizleri aşmakta, çok güç görünmektedir. Son olarak, Amerikan Hegemonyasının sona erdiğini iddia eden argümanların dayanak noktalarının askeri bir perspektife dayalı olduğu vurgulanabilir; kültürel ve enformatik düzlemlerde Amerikan Hegemonyasının belirli genişlikte ve derinlikte devam ettiği şerh düşülebilir.
"11 Eylül'den sonra, emperyal söylem ve düzen için, sanat dalı form değiştirmek zorunda kalmıştır"
- 11 Eylül öncesi ve 11 Eylül sonrası dünya düzenini edebi ya da sanat ekseninde nasıl bir okumaya tabi tutuyorsunuz?
Murat Koç: 11 Eylül; değişen, değiştirilmek istenen dünyada bir dönüm noktası, tarihsel bir kırılma olarak kayıt altına alınabilir. Bu tarihi kırılmayı medeniyetler bağlamında yaşanan klasik tartışmaya dair her türlü yaklaşımın küreselleşme saikleriyle birlikte yeniden masaya yatırıldığı bir milat olarak da okumak mümkündür.
Tarih boyunca devletler ve ideolojiler sanattan/edebiyattan yararlanmış, toplumları yönlendirmek için bunları etkili araçlar olarak kullanmışlardır. Sanat ve edebiyatın gücü yadsınamaz.
Toplumu düzenleme ve bireysel eğilimleri benzeştirme, ortak tutum kazandırma gibi işlevleri nedeniyle sanat, tarih boyunca iktidarların ve erklerin elinde bir güç aygıtına dönüşmüştür.
İktidarla sanatın ilişkisi; Ortaçağ manastırlarından kilisenin hâkimiyetine, Rönesans'la birlikte ilkin aristokrasinin, sonrasında burjuvazinin himayesine, SSCB, ABD, İtalya, Almanya, Türkiye gibi pek çok ülkenin sanatçılar ve yazarlar üzerindeki dirijist baskılarına ve vesayetlerine kadar geniş bir tarihsel arkaplana sahiptir.
Propagandanın dirijizmde önemli bir yeri vardır. Birçok devlet -hem emperyal hesaplar hem de ulusal çıkarlar adına- inşa etmeyi düşündüğü şey için sanatı propagandist bir yaklaşımla kullanmıştır.
Dirijizm belki de en yoğun uygulamalarını çağımızda gerçekleştirmektedir. Sanat günümüzdeki kadar tarihin hiçbir döneminde bu denli güdümlü hale gelmemiştir.
Küreselleşme olgusunun 11 Eylül'den sonra başta sanat olmak üzere birçok alanı kuşatmaya çalıştığı söylenebilir.
Medeniyetler çatışması ya da bazı medeniyetlerin krizi üzerine kurulan denklem yeni bir oryantalist söylemi inşa etmiş, küreselleşme ile sıradanlık ve benzeşme dayatılmış, flu gerçeklik ile postmodern ideoloji tahkim edilmiştir.
11 Eylül'den sonra yeni bir emperyal söylem ve düzen için başta sinema olmak üzere birçok sanat dalı form değiştirmek zorunda kalmıştır.
"Popüler kültür" bu dönemin hâkim anlayışı olmuş, sanat ve edebiyat tüketilen bir objeye indirgenmiştir. Eğlendiren, bireyin hazzına hitap eden ve kitleleri uyutan birçok kültürel temsil, Popüler Kültür şablonunun keskin hatlarını oluşturmuştur.
Tüketim kültürüyle birlikte büyüyen bu suni kültürel değişim için Enis Batur şöyle der:
Halka sunuluşu açısından bakıldığında, sanat hiçbir zaman, günümüzde olduğu kadar Pazarlama Yasalarına uymak zorunda kalmamıştır.
Popüler kültür, 11 Eylül sonrası giderek dayatılan küreselleşme ile birlikte yaygınlık kazanıp geniş kitleler tarafından benimsenmiştir. Sanat ve edebiyat bu dönemde ciddi anlamda nitelik kaybına uğramıştır.
Pazarlama stratejileri sayesinde son dönemde popüler kültür biçim değiştirerek "dijital kültür"e evrilmiş, tüm dünyanın aynı anda izleyeceği, dinleyeceği, okuyacağı "acayip" işlere imza atılmıştır. Sahne tamamıyla dijital platformların kontrolüne geçmiş, sanat bunların insafına bırakılmıştır.
Yaşadığımız coğrafya da haliyle bu hâkimiyetin tesirinden payını almıştır. Her yönüyle işgal altında olan İslam coğrafyasının küresel kültürel dayatmadan sıyrılması bu haliyle mümkün görünmemektedir.
İşgale karşı güçlü direniş hareketleri mevcudiyetlerini korusa da Batı'nın kanonik baskısı, küreselleşmenin dirijizmi bizleri de işgale uğrayan toplumları da kuşatmaktadır.
Kültürel iktidarın girdabından kurtulmak adına kendi şiirimizi, hikâyemizi, şarkımızı yazıp söylemeye gayret etsek de sesimiz yankılanmamakta çabamız görünmez kılınmaktadır.
Küresel işgal hayatın tüm kompartmanlarını, kadim kültürleri, yerelliği ve örfü, zihinsel dinginliği ve gelecek kuşakları hedeflemektedir.
11 Eylül'ün ardından başlatılan saldırı sadece fiziki işgalden ibaret değildir. Sorduğunuz sorunun içinde cevabı içkin olan yeni ve her şeye tesir eden bir düzen amaçlanmaktadır. Buna karşı direnirken belki de en çok sanatın ve edebiyatın yardımına ihtiyaç duymaktayız.
1. Baudrillard,ın 2004 yılında Bilgi Üniversitesi’ndeki konuşmasından alınmıştır. https://davetsizmisafir.org/2007/01/03/jean-baudrillardi-saygiyla-aniyoruz/
*Bu makalede yer alan fikirler yazara aittir ve Independent Türkçe'nin editöryal politikasını yansıtmayabilir.
© The Independentturkish