Dervişler diyarı: Dersim (2)

Dersim’in kutsal mekânlarının şimdi mimari adı altında asimilasyona maruz bırakıldığını söyleyen Kete; “Aleviler kendi ziyaretlerine, kendi kutsallarına, kendi coğrafyalarına dönmelidir” diye konuşuyor

Fotoğraf: Independent Türkçe

Dersim'in kutsal mekânlarını anlatan yazı dizimizin ikinci bölümünde, ilk söz Dersim tarihini yazan önemli isimlerden yazar Turabi Saltık'ta. Saltık, Dersim'deki kutsal mekânların 1000'li yıllarda Alevi mürşidi kâmillerinin yerleştiği yerler olduğunu belirterek başlıyor söze. Bu merkezlerde yüzyıllar öncesinden komün kültürünün ve dayanışmanın yaşatıldığını anlatan Saltık; bizzat kendisinin tespit ettiği 850 ziyaretgâh olduğunu söylüyor. Bu 850 ziyaretgâhın hepsinin yerinin belli olduğunu, ancak özellikle 60'lı yıllarda yaşanan köyden kente göçle coğrafyanın insansızlaşmaya başladığını, bu yüzden pek çok kutsal mekânın sahipsiz kaldığını anlatarak şöyle konuşuyor:

"1000'li yıllarda pirlerimiz her biri bir dağın başını, bir gölün kenarını, bir ağacın gölgesini mekân tuttu. Dersimli için ağaç kutsaldır, o yüzden her köyün girişinde bir koruluk vardır ve o korudaki ağaçlar kurusa bile yakılmaz, kesilmez. Dersim'de ziyaretlere daha çok ağustos ayında gidilir, çünkü tarla kaldırılmış, ürünler depolara konmuştur. Ondan sonra da pirlerin yanına gidilir, kurbanlar kesilir, hep beraber yenir. Kurdun kuşun, börtü böceğin hakkı da ziyarette bırakılır. Cemler ise kışın yapılırdı ve Alevi ibadetinin esası olan semahlar dönülürdü. 60'larda göçler başlayınca geride kalan az sayıda insan bu ritüelleri yerine getiremedi. İnançlar, insanla var olur, insanı çıkarırsan ne inanç varlığını sürdürür, ne kutsiyet sürer. İnsansız topraklar yarattılar, topraklardaki kutsal mekânlar da ıssız kaldı."

 

Dersim'deki ziyaretleri aynı zamanda bir sağaltım merkezi olduğunu söyleyen Saltık; "Mesela felçliler Sarı Saltık'a gider, dilekler için Baba Mansur'a varılır, çocuk sahibi olmak isteyenler Düzgün Baba'ya yakarır, ruh hastalığı olanlar Yeşil Evliya'ya götürülür" diyerek, Yeşil Evliya'nın hikmetini bizimle paylaşıyor:

"Yeşil Evliya, Hozat-Ovacık arasında delileri iyileştiren bir ziyarettir. Ovacık'ta, ıssız bir koruluğun içindeki, etrafı meşelerle çevrili bir göl olan bu ziyarette, gölün kıyısında asırlık bir meşe ağacı bulunur. Özellikle saldırgan deliler, bu meşe ağacına kalın bir iple bağlanır. Daha sonra, gölde bulunan kaplumbağalara ekmek ve çörek atılır, bu kaplumbağalar kıyıya çıkıp, lokmaları yerken, aile delirmiş hastasını ağaca bağlı olarak bırakıp, gider. Hasta bir gece ağaca bağlı kalır. Anlatılara göre, Yeşil Evliya iyileşeceği olan hastaları iyileştirir, iyileşeceği olmayan hastaları da, boğarak öldürür. Çok sayıda hastanın bu şekilde, boğularak öldüğü anlatılmaktadır."

 

Turabi Saltık'ın bir iyileştirme ve sağaltım merkezi olarak anlattığı ziyaretlerden biri de, More Sur olarak bilinen Kırmızı Yılan ziyareti. Anlattığına göre, bu ziyaret belli zamanlarda gömleğinden çıkarak kırmızı bir yılan donunda gezer. Boz yılan ve karayılan donundaki kızkardeşleriyle kayalıklarda gezinir, daha sonra ziyaret haline bürünür. Saltık, More Sur'un iyileştirme mekânı olarak kullanılmasını da şöyle anlatıyor:

"Moresur'un vurup, su çıkardığı yerden delikli taşlar çıkar. Bunlar çocukların boynuna asılır. Buranın suyu ve toprağı ilaçtır. Toprağı bir mendile alınır ve insanların ağrıyan yerlerine sürülür. Bu toprak yaradaki iltihabı çeker, doğumu kolaylaştırır, çıbanı kurutur ve elleri pamuk gibi yapar. Ziyaretin suyu, doğum, romatizma, yaralar ve bel ağrısı için çok sağlıklıdır."

 

Saltık da Metin Kahraman gibi, özellikle Dersimli akademisyenlerin, üniversitelerde okuyan gençlerin bu ziyaretleri kayıt altına alması ve toplumu belleğiyle buluşturmak için çaba harcanması gerektiğini vurguluyor.

Dersim Mazgirt'te yerleşik Şıx Çoban Ocağı pirlerinden Zeynel Kete, kutsal mekânlarla coğrafya arasında ciddi bir ilişki olduğunu söylüyor. Aleviliğin yerleşik bir hayat inancı olduğunu söyleyen ve Alevilerin kutsal mekânlarının etrafına yerleştiğini anlatan Kete sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Doğa ve üzerinde yaşamını sürdüğümüz toprak, aynı zamanda kültürümüzü de var ettiğimiz bir ortamdır. Bu yüzden topraktan gelip toprağa gidiyoruz dönüyoruz, deriz. Dersim'in kadim inancı olan Rea Hak inancında doğa ve hak özdeştir. Hakkın varlığı, hakkın renkliliği en iyi kendisini toprakta gösterir. Bundan dolayı kutsal mekânlar, topluluğun üzerinde kendi toplumsallığını inşa ettiği, ekonomik ve toplumsal varlığını devam ettirdiği, lokmasını niyazını oluşturduğu, yeniden doğuşunu ve ruhen ve bedenen ikrarlaşmasını sağladığı, aynı zamanda nahak zihniyete karşı güç geliştiği mekânlardır. Ziyaretlerimiz bizim için varlıktır, birliktir, dirliktir, toplumsal hafızadır."

 

Pir Zeynel Kete, Alevilerin bir kutsal mekâna girerken pir u pak olacağına inandıklarını belirterek ve bu kutsal mekânlarda edilen bir duayı bizim için aktarıyor. Dua şöyle:

"Ey hak, ey Ana Fatma, ey Huda, önce kainatın öbür ucunda yaşayıp bir lokma ekmeğe muhtaç olanların, sonra ağacın, bitkilerin, kuşların, sonra yerin göğün, ardından çıplak yılanın aç kalan kurdun,  onun ardından kapı komşumun, kalırsa çoluk çocuğumun rızkını ver."

Bunun kainatın öbür ucuyla dahi empati kuran bir inanç biçimi olduğunu söyleyen Kete; "Bizim için toprak Ana Fatma'nın mekanıdır. Ana Fatma kendini doğuran gücün, tarımın, bereketin simgesidir. Yani bütün doğa-kâinat aynı zamanda Ana Fatma'nın kendisidir" diyerek, kutsal mekânlardaki kadın özünün altını çiziyor ve halen Dersim ziyaretlerinde yaşatılan ritüellerin neolitik çağ öncesine dayandığını belirtiyor:

"Bu ziyaretler, aynı zamanda insanların ilk meclisleridir. Buralarda toplumsallaşırlar, dar ve didar olurlar. Kutsal mekânların birçok simgesi vardır. Bu kadar üst düzey bir toplumsallaşma olmasa, bu kadar devasa bir kültürü yaratamazlardı."

 

Kendisini "Şıx Çoban evladı" olarak tanımlayan Kete, Ebu Vefa El Kürdi'nin meclisinde bulunan ve ondan irşad alan Şıx Çoban'ın türbesinin Mazgirt'te olduğunu ve hala binlerce insan tarafından ziyaret edildiğini, düğünlerden, nişanlardan önce eşlerin kendi ocaklarında birbirine rızalık verdiğini aktararak devam ediyor:

"Mazgirt'te çocuklar daha okuma yazma bilmeden, Şıx çoban üzerine yemin etmeyi öğrenirler. Her ziyarette bizim ‘darık' dediğimiz asalar vardır. Şıx Çoban ocağındaki asanın ağrıları geçirdiğine inanılır, ağrısı olanlar gelirler o asayı ağrıyan yerlerine sürerler."

Kendilerinin hala erkân sürdüren bir ocak olduğunu anlatan Kete; "Babam Pir İbrahim Kete hala bu erkânı yürüten isimdir. Bazı hukuki sorunlar olmadığı sürece, hala kendi talibini kadı darına göndermemiş bir pirdir. Hala taliplerinin hakka uğurlama erkânını, evlenme erkânını yapar."

Dersim'in kutsal mekânlarının şimdi mimari adı altında asimilasyona maruz bırakıldığını söyleyen Kete; "Aleviler kendi ziyaretlerine, kendi kutsallarına, kendi coğrafyalarına dönmelidir" diye konuşuyor.

 

Pir Cemal Abdal Ziyareti

Dersim'in bir başka tarihsel ve Dersim mitolojisinin izlerini taşıyan kutsal mekânlarından biri de, Cumhuriyet sonrası Elazığ'a bağlanan ancak tarihsel Dersim'in içinde kabul edilen Karakoçan ilçesinin Üçbudak köyündeki Pir Cemal Abdal ve Şah Delil Berxecan ziyaretleridir. Anlatılanlara göre Pir Cemal Abdal takriben 1130'da Karakoçan'ın Kürtçe adıyla Delıkan olarak bilinen Üçbudak köyüne gelip yerleşir. Sır ve hikmetleriyle sanı çok uzaklara yayılan Pir'in yanında, Pir Şah Belli Can da vardır. Birlikte cem bağlarlar, ikrar verip musahip olurlar.

Turabi Saltık'ın Alevi rivayetlerinden aktardığına göre bir gün köyde dedeler, pirler ve talipler toplanır ve bir kuzu kurban edilir. Pişirilen lokma ve niyazlar eşliğinde cem bağlanılır. Pir Cemal Abdal, sofrada bulunanlara; "Kimse, kesilen kurbanın kemiklerini atmasın, sofraya toplayın" der. Kemikler sofrada bir araya toplanır. Sofrada bulunan Pir Şah Belli Can, Pir Cemal Abdal'ın elindeki asayı alır ve kuzunun kemiklerine dokunur, kuzu canlanır, kalkar yürür. Ancak arka ayağından aksamaktadır. Pir Cemal Abdal, aksak yürüyen kuzuyu görünce: "Kim kuzunun araka ayağının kemiğini yediyse sofraya koysun" deyince, bir gelin Pir'in huzuruna çıkar. Hamile olduğunu, aş erdiğini ve kemiğin kıkırdağını canı çektiği için yediğini söyler. Asayla kuzuya can veren Pir Şah Belli Can, o günden sonra "kuzuya can veren" manasında Şah Delil Berxecan ismiyle anılır. Berxecan, Cemal Abda'ın asasını o gün orada bulunan çeşmen başucundaki toprağa saplar, asa filizlenir. Fotoğrafta göreceğiniz ağaç, yaklaşık 850 yıllık geçmişiyle işte Cemal Abdal'ın asasıdır. Bugün Karakoçan'ın Üçbudak köyünde, Cemal Abdal evlatlarınca Alevi yolu ve erkanı halen sürdürülüyor. Pir Cemal Abdal Ocağı'nın yanındaki soğuk sularıyla ünlü çeşme ise, Berxecan Çeşmesi olarak tanınıyor.

 

Üryan Hıdır (Sultan Hıdır) Ziyareti

Sultan Hıdır'a ait türbe, Dersim'in Pertek ilçesine 15-20 km mesafede bulunan Zeve (Dorutay) Köyü'ndedir. Ortalama olarak 80 hanenin bulunduğu Zeve Köyü, Keban Baraj Gölü'ne kuzeyden bakan yüksekçe bir tepenin güney yamacına kuruludur. Yamacın ortasındaki hafif düzlük, köyün merkezi ve aynı zamanda türbenin de mekânıdır. Anlatılanlara göre Sultan Hıdır, Alaaddin Keykubat zamanında Dersim'de yaşayan bir evliyadır. Pertek Zeve Köyü'ne geldiğinde yörede dürüstlüğü, bilgeliği, sır, hikmet, kerametleriyle tanınır. Zeve Köyü'nün altında Fakirlik denilen düzlüğe çadır kurmuş dervişçe bir yaşam sürdürür.

 

Turabi Saltık'ın anlattığına göre; Aladdin Keykubat, 1226'larda Fırat kıyılarına gelip Pertek, Harput, Çemişgezek, Adıyaman, Kâhta yörelerini ele geçirdiğinde bir akşam ordusuyla, Vezirleriyle Zeve Köyü altında karargah kurdu:

"Askerleri o gece karargâhının ilerisinde yanan bir ışık gördüklerinde Alâeddin Keykubat'a haber verdiler. O da üç askerini yolladı. Askerler ışık yanan yere geldiklerinde bir çadır içinde yaşlı dervişle karşılaştılar. Kim olduklarını öğrendikten sonra, onu Alâeddin Keykubat'ın karargâhına götürmek istediler. Sultan Hıdır askerlere, ‘Padişahınıza selam söyleyin, buyursun o gelsin misafirim olsun' diye yanıt verdi. Çadırında sadece bir küçük toprak güveci ve bir küçük kilim vardır. Alâeddin Keykubat, merak eder, maiyetiyle kalkar dervişin çadırına gider. Derviş küçücük kilimini yere serer, oturmalarını ister. Kilimin üzerine oturduklarında yine bir köşesi boş kalır. Sultan Hıdır, çadırında toprak güveç içinde azıcık yemeğini önlerine indirir, karınlarını doyurmalarını ister. Küçücük toprak güveçten kocaman ordu yemek yedikçe, güveçteki yemek hiç bitmez, bir ordu doyar ama yemek bitmez. Sultan Hıdır'ın çadırında direkte asılı, kuzu derisinden yapılmış dağarcığında azıcık arpa vardır. İçinden arpayı çıkarır askerlere verir, askerler ordunun atlarına arpayı verdikçe, arpa çoğalır. Bunun üzerine Alaeddin Keykubat, dervişin kerametine inanarak o toprakları ona vakfeder. Ve en seçkin üç askerini Sultan Hıdır'a hizmet etsinler diye onun yanına verir. Delil, Resul, Munzur adında olan o üç asker ömür boyu Sultan Hıdır'ın yanında kalır onun hizmetini görürler. Gün gelir, Sultan Hıdır vefat eder. O üç asker, Sultan Hıdır'ı bugünkü Zeve Köyü'nün altındaki o Fakirlik denilen yerde toprağa verir, oraya mezarını yaparlar. Orası  köylüler tarafından sürülerinin yataklık yeridir. Köylüler orayı temiz tutmaz, sürülerince etraf kirletilir. Bir sabah uyandıklarında bakarlar ki, Sultan Hıdır'ın köyün altındaki Fakirlik denilen yerdeki mezarı, şimdiki Zeve Köyü'nün olduğu yerdeki tepenin üzerindeki düzlük alana gelmiştir."

Sultan Hıdır'ın Türbesi iki bölüm halindedir. İçeride üç mezar vardır. Diğer iki kişi kim olduğu bilinmiyor, bir iddiaya göre bu mezarlardan biri Celaleddin Harzemşah'a ait.

 

Ağuiçen Ziyareti

Ağuiçen Ocağı, Hozat'ın Bargini (Karabakır) Köyü'ndedir. Araştırmalara göre Ağuiçen'in doğum tarihi bilinmiyor ve asıl adının Seyit Temiz olduğu sanılıyor. Ağuiçen, Sarı Saltık, Hac-e Bektaşi Veli, Muzafereddin Muhammed Saltık ile çağdaştır ve Sarı Saltık'la, 1100 sonları 1200'lerde Nişabur, Hoy taraflarında iyi bir eğitim almıştır. Sarı Saltık'la aynı okulda eğitim alırlarken aralarında ikrarlaşmış birbirlerine "mürşit" olmuşlardır.

Turabi Saltık'ın aktarımlarına göre, Ağuiçen'in babası Erdebil'de vefat edince, Anadolu'ya yerleşti.

Saltık şöyle anlatıyor: "Sarı Saltıklı büyüklerimizden dinlediğime göre Ağuiçen, Kara Donlu Can Baba ile kardeştir. Moğol saldırıları sonucu Anadolu'ya gelen Ağuiçen (Seyit Temiz) kardeşi Seyit Kara Donlu Can Babayla Dersim'e gelir. O zamanlar Dersim'e bağlı Elazığ'ın Sün Köyü'ne yerleşir. Ağuiçen'in soyu Ebul Vefa ile İmam Zeynel Abidin'e ulaşır. Sözlü anlatımlara göre yörenin Beyi Ağuiçen'in kerametlerine, sırlarına inanmaz. Ona bir fincan zehir (ağu) içirir. Ağuiçen içtiği bir fincan zehirden bir damlasını bile harcamadan parmaklarından fincana geri akıtır. Küçük kardeşi Kara Donlu Can Baba'da ağu içer o da topuklarından geri akıtır. Bundan sonra bu kardeşlere Ağuiçenliler ya da Ağuçanlar adı verilir."

Tarihsel anlatılara göre, Ağuiçen kardeşler Tokat'taki Baba İshak, Baba İlyas ayaklanmalarına da katılmışlardır. Bu ayaklanmaların yenilgiyle sonuçlanmasından sonra Dersim'e gelmişlerdir. Ağuiçen'in; Koca Seyit, Mir Seyit, Köse Seyit, Seyit Mençek adıyla dört oğlu vardı. Koca Seyit Sün Köyü'nde kalır. Soyu sürer gelir. Buradan da Erzincan Ardost ve İliç Nordon Köyüne dağılanları olur. Diğer çocukları Köse Seyit, Mir Seyit ve Seyit Mençek, Çemişgezek Ulukale Köyü'ne yerleşirler. Çemişgezek o yıllarda Saltıklı Beyliğinin idaresindedir ve burada dedeleri Melik Şah Saltık adına Melkişan Beyliğini kurmuşlardır. Ağuiçen Ocağı, Alevi Kızılbaş Ocakları içinde Mürşit Makamını temsil eder ve Ağuiçenlilere Pençeyi Al-aba da derler, yani kırmızı hırkalı pirler.

 

Ağuiçen Ocağı'nın binası taştan olup, iki bölüme ayrılır. Öndeki zahire kısmı ve ocağın kuruluş döneminde gece konaklamaları için ayrılan bölümdür. Ağuiçen Ocağı, en çok çocuğu olmayan aileler tarafından ziyaret edilir; türbenin ön kısmındaki bölümde bir veya üç gün yatılarak ziyaret tamamlanır. Ziyaretler daha çok Cuma gecesinde ve sonbaharda yapılır. Ziyarete gelenler mutlaka kurban keserler. Ayrıca Ağuiçen ocağına hastaların, delilerin, şaşıların, kısmetlerinin açılmasını isteyen kızların geldiği de anlatılıyor.

Türbenin yanında yarım metre kadar derinlikte bir kovuk vardır. Buradan elle alınan toprak, doğurması niyaz edilen kadına suda karıştırılarak kırk gün içirilir. Türbeye gelen ve doğurması niyaz edilen kadınların sonradan doğurdukları iddia edilmektedir. Ağuiçen Ocağı'nda bir de ‘niyet boynuzu' vardır. Bu bir geyik boynuzudur ve çocuğu olmasına niyet edenler bu boynuza bir bez bağlar.

DAHA FAZLA HABER OKU